200'üncü yaşında Marx'ı Marx'la aşmak...
Marx insanın emeğine, emeğinin ürününe yabancılaşmasıyla başlayan sürecin insan insan, insan toplum, insan doğa ve diğer canlılar arasındaki yabancılaşmayla tamamlandığını ve bunun da insanı hem özgürlüğünden hem de toplum ve doğa ile uyumlu ve dayanışmacı ilişkilerden mahrum bıraktığını söylüyordu. Sonuç ise fiziki ve vicdani çöküntüydü.
Mahmut Üstün
Marx'ın 200'üncü yaşı bir dizi etkinlikle kutlanıyor dünyada. Marx'a ilgi son yıllarda yeniden artıyor. Son 40 yıldır neredeyse dizginsiz biçimde hüküm süren kapitalizmin dünyanın sorunlarını çözebilmek bir yana çok daha büyütmesi, bu ilginin temel nedeni. Yoksulluk, savaşlar, artan çevre sorunu, şiddet ve toplumsal ahlakın çürüyüşü, göçler ve artan ırkçılık, gericilik, faşizm vb. Marx düşüncesinin, sosyalizmin, her türden devrimci hareketlerin ve örgütlü işçi mücadelesinin dibe vurduğu bir dönemde kapitalizmin insanlığa en büyük hediyeleri oldular.
Marx'ın yaklaşımları bu süreçte hep sorgulandı; eleştirildi ve sıklıkla “modasının geçtiği” ifade edildi. Bu eleştirilerin ve Marxizm'i yenileme çabalarının bir kısmı haklı, ama büyük bölümü aceleciydi. Ayrıca Marx'ı aşmanın ve/ya katkı sunmanın cazibesinin pek çok akademisyende ve düşünürde karşı konulamaz bir motivasyon kaynağı olduğunu hatırlatmak gerekli.
Doğrudur; devlet, ulus, sınıf örgütlenmesi, politika, kültür, din, kadın vb. pek çok önemli konuda Marx çok az yazmıştır ve eksik yanları mevcuttur. Bu eksik bırakılan başlıkların önemli bölümü ardılları tarafından doldurulmaya çalışılmıştır.
Marx'a yönelik eksiklik ve yanlışlık iddiaları elbette olacaktır. Bundan 150 yıl önce felsefeden, ekonomiye, sosyolojiden, siyasete disiplinlerarası alanda yazılmış on binlerce sayfaya ulaşan bir külliyattan söz ediyoruz eni sonu...
Ama aynı açıklık ve kesinlikle ifade edebiliriz ki, kapitalizmin analizinde en işe yarar yöntem ve kavramsal araçlar Marx tarafından insanlığa armağan edilmiştir... Bugünlerde bunu çok daha iyi anlıyoruz.
Ben işçi sınıfı antropolojisinin radikal biçimde değiştiği iddialarına şüpheyle bakanlardanım. Ama diyelim ki bu iddialar doğru, bu koşul altında da Marx'ın kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğuna ilişkin temel tahlili geçerliliğinden bir şey kaybetmemektedir.
Marx'ın meta analizi ile başlayıp, işgücünün metalaşması ve artık değer ile, sermaye birikimi ve genişletilmiş yeniden üretimle devam eden analizi, kapitalizmin sürdürülemez bir sistem olduğunu ortaya koyarak tamamlanır. Marx kapitalizmin sürdürülemezliğini proletarya ve burjuvazinin mütemadiyen bir meydan muharebesi halinde bulunmasıyla açıklamaz. Bu sürdürülemezlik kapitalizmin içsel gelişmesinin ürünü olan ve en temelde "üretici güçlerin mevcut üretim ilişkilerine artık sığamaması" olarak tanımlanabilecek durumla bağlantılıdır. Bu içsel gelişme kapitalizmi iki alanda “ölümcül açmaz”la karşı karşıya bırakır. Ulus devlete sığamayan üretim süreciyle bir varlık koşulu olarak ulus devlete mecburiyet; bu “ölümcül açmaz”ın ilkidir. İkinci ölümcül açmaz ise, kapitalist rekabetin üretim sürecinde teknolojiyi (sabit sermaye/ ölü emek) geliştirmeyi zorlaması ama kapitalizmin varlık koşulu olarak canlı emeğe (işgücünün metalaşması) mecbur olmasıdır. Kapitalizmin hem bu iki alandaki gelişimlerden ve/fakat hem de bu gelişimler kendi varlığını ortadan kaldıran sonuçlar doğuracağı için bu gelişimlerin önüne engel olarak dikilmekten kaçınamaz. Ölümcül bir paradoksudur bu.
Kapitalizm kâr amacıyla sürekli teknolojiyi geliştirmek zorundadır. Ama değişken/canlı sermaye (emek) ile sabit sermaye (ölü emek) arasındaki orantıyı canlı emek aleyhine bozmak, artı değerin kaynağı canlı sermaye (emek) olduğu için tersinden sermayenin kârlarının azalması anlamına gelecektir. Ayrıca ölü emeğin artan kullanımı talep daralması anlamına geleceği için de sermaye kendisi açısından çıkmaz olan bu iki tercih arasında sıkışacak ve gelişmenin önünde bir engele dönüşecektir. Marx, bundan 150 yıl önce hem üretimdeki teknolojinin ağırlığının giderek artacağını öngörür ve hem de aynı zamanda artı değer kaynağı olması nedeniyle kapitalizmin canlı emekten (proletaryadan) vazgeçmesinin olanaksızlığını.
Marx'ın ikinci olarak işaret ettiği ölümcül gelişme ise giderek ve kaçınılmaz biçimde ulusötesi karakter kazanacak olan üretim süreciyle burjuva ulus devlet formu arasında kapitalizm tarafından çözülmesi olanaksız bir çelişkinin ortaya çıkmasıdır.
Özetle üretici güçlerin gelişimi hem işgücünü meta olmaktan kurtaracak ve hem de ulusal devleti aşan bir siyasal formasyonu dayatacak, bu gelişimden bigane kalamayan kapitalizm bir yandan küresel entegrasyonu ve üretim sürecinde sabit sermaye ağırlığını artırmaya mecbur kalacak ama üretici güçlerin gelişiminin talep ettiği yeni cevaplar kapitalizmin iktisadi ve siyasal zeminini aştığı için, öte yandan kapitalizmin ulus devlete ve canlı emeğe yeniden ricatını da mecbur kılacaktır. Son dönemde robotlaşma/yapay zeka bağlamında yeniden alevlenen teknolojik gelişmenin canlı emeği minimize edeceği iddiası aslında 1960’lardan beri var olan eski bir iddiadır. O yıllardan bugüne orta vadede canlı emeğin minimizasyonu öngörüsü tekrar edilegelmektedir. Ama evrensel ölçekte baktığımızda kapitalizmin kullandığı canlı emek havuzunun küçülmek bir yana giderek büyüdüğü görülmektedir. Yine küreselleşmenin ulus devletlerin sonunu getireceği öngörüsünün de gerçeği yansıtmadığı bugün net biçimde görülmektedir. Peki varsayalım ki bu iddialar gerçekleşti, bunun anlamı kapitalizmin kendi kendini ilga etmesidir.
Peki üretici güçlerdeki bu gelişmenin dayanılmaz baskısı kaçınılmaz biçimde sosyalizmi mi getirecektir?
Marx bu gelişmenin kendiliğinden kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin kurulması sonucu doğuracağını iddia etmez. Sıklıkla ama yanlış biçimde iddia edildiği gibi Marx ne ekonomik indirgemecidir ne de kaderci bir deterministtir. Siyasete, bilinçli özneye -verili nesnel koşuların imkanları içinde- belirleyici bir rol tanır.
Eğer örgütlü ve sınıf bilinçli bir proletarya bu belirleyici öznel rolü oynamazsa ne olur?
Bu sorunun en güzel yanıtını da Rosa Lüksemburg vermiştir. Kapitalizm eğer sosyalizmle nihayete ermezse, büyük bir barbarlık dönemiyle nihayet bulacaktır. "Ya sosyalizm ya barbarlık!" Bugünkü mevcut dünya tablosu tam da budur. Marx, bu tabloyu bilimsel bir yöntem ile bütünlüklü, tutarlı ve yol gösterici biçimde ortaya koyan tek düşünürdür. Böyle olduğu içindir ki hâlâ capcanlıdır ve tüm dünya emekçileri ve aydınlarıyla birlikte 200'üncü yaşını kutlamaktadır.
Peki bu söylenenler geçmiş dönemin Marx algısını aynen koruyarak yola devam edilmesi anlamına mı gelir? Bence değil…
Geçmiş dönemin Marx algısını aşmak için yeniden ve bütünlüklü olarak Marx’a dönmek mecburiyetindeyiz. 1900’lü yılların Marx algısı Marx’ın kapitalizmin ekonomik analizine indirgenmiş halinden oluşmaktaydı. Filozof Marx’ın kapitalizme yönelik felsefi eleştirisi ihmal edildi, unutuldu ve hatta “Genç Marx” parantezine alınarak küçümsendi. Marx’ın kapitalizme yönelik felsefi eleştirisinin nirengi noktası “yabancılaşma” teorisiydi.
Marx insanın emeğine, emeğinin ürününe yabancılaşmasıyla başlayan sürecin insan insan, insan toplum, insan doğa ve diğer canlılar arasındaki yabancılaşmayla tamamlandığını ve bunun da insanı hem özgürlüğünden hem de toplum ve doğa ile uyumlu ve dayanışmacı ilişkilerden mahrum bıraktığını söylüyordu. Sonuç ise fiziki ve vicdani çöküntüydü.
Artık Marx’ın teorisinin bireysel özgürlüğe, yabancılaşmayı aşan, yaratıcı uyuma dayanan bir dünyaya çağrı olduğunun da altını özellikle çizen yeni bir Marx algısı oluşturmaya ihtiyaç var.