Vatan hainliğine giriş: Bir yüreklendirme
Bugünün “büyük filozofu”, yaşadığı çağda vatanın bekâsı adına yok edilmesi gereken bir “vatan haini”, taşlanması gereken bir “şeytan” ya da en iyimser ifade ile sözüne değer verilmemesi gereken bir “kaçık”tır. Öyleyse artık daha yürekli davranıp, tarihin derinliklerinden birtakım vatan hainlerine kulak kabartmanın da tam vaktidir.
Hamza Celâleddin/[email protected]
Condemnant quod non intellegunt!
Felsefe tarihi, bugün bizim zannediyor (ve pek çok şeyde olduğu gibi yanılıyor) olduğumuz gibi; yalnızca fikirlerin cenginden, düşünsel çatışkıdan ya da eristik coşkudan ibaret, derd-üstü murad-üstü bir etkinliğin seyir yeri değildir. Bilakis, (uzlaşıya bir defalık olsun iştirak ederek) Thales’ten bu yana, felsefenin –ve onu icra eden filozofun− “otorite” için bir tehdit oluşturması ve doğası gereği ise felsefenin terörist bir etkinlik olması sebebiyle (aynı doğa edebiyat, sanat ya da bilim için de mevcuttur), filozof ile otorite arasında bedensel bir mücadele de olagelmiştir. Otoritenin, tarih boyu dilini çözemediği filozof için tek kullanımlık muazzam silahı, Antik Çağ’dan bugüne değin yok edici yeteneğini sürdürür: Dilsel olarak baş edilemeyen filozof, otorite tarafından “vatan haini” ilân edilerek “imha” edilir ve bu yolla hem bir tehdit olarak filozof ortadan kalkmış olur, hem de böylece felsefenin altı şeytanî bir uğraş olarak bir kez daha çizilmiştir. Aslına bakılırsa oldukça dahiyane bir plandır bu; tabii ki sadece o gün için dahiyane bir plan… O günü kurtarmış olan otorite, “tarihsel olan”ın derin utancını sonsuza dek mezar taşına işlemiştir. Yüzyıllar sonra gelen iade-i itibarın (Sokrates’e yapılmış olduğu gibi) ya da zarafet yoksunu bir özrün (ki zarafet yoksunluğu otoritenin varoluş prensibidir) ise artık hiçbir değeri yoktur.
Cogitationis poenam nemo meret!
“Vatan haini filozoflar”dan bahsi açmazdan evvel, “filozof” ile “felsefe görevlisi” arasındaki farkın altını bir kez daha çizmekle sorumlu hissediyorum kendimi. Zira öyledir ki; filozof, kendisini düpedüz otoriteye ve daha açığı, otoritenin kendi kendisine meşrulaştırdığı söyleme karşı konumlandırırken (Nietzsche ya da Spinoza örneklerinde olduğu gibi); felsefe görevlisi, otoritenin söylemine eşlik eden bir tarihsel rolü tereddütsüz üstlenir (Hegel ya da Kant doğru örnekler olabilir lâkin romantik itirazlar da önemsenmelidir). Gel gelelim bu yolla, karşımıza yepyeni bir felsefî kriter de çıkmaktadır: Otoritenin kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamadığı hiçbir düşünce kırıntısı, felsefî derinliğe ve düşünsel kabiliyete sahip sayılmamalıdır. Eşsöyleyişle, bugünün “büyük filozofu”, yaşadığı çağda vatanın bekâsı adına yok edilmesi gereken bir “vatan haini”, taşlanması gereken bir “şeytan” ya da en iyimser ifade ile sözüne değer verilmemesi gereken bir “kaçık”tır. Öyleyse artık daha yürekli davranıp, tarihin derinliklerinden birtakım vatan hainlerine kulak kabartmanın da tam vaktidir:
“Atinalılar! Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum,” diyor Sokrates, Savunma’nın hemen başında. İsa’dan Önce, belki 400’ler, belki de 300’ler. Nereden bakarsanız bakınız, yirmi dört asır geçmiştir bu ilk sözlerin üzerinden. Sokrates, kentin tanrılarını aşağılamak, onlarla alay etmek ve gençleri ayartmak gibi “acayip” suçlardan yargılanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Tarihin en ünlü diyalektik ustası bile, otoritenin pişkinliğine tesirde bulunamamış olacaktır ki; Sokrates, tüm Atina’nın önünde “vatan için bir tehlike” olarak gösterilebilmiştir. Aradan çok geçmez; Cicero da Sokrates ile benzer bir yazgıyı paylaşır. Antik Roma’daki türlü entrikalar dizisi; Cicero’nun, bir vatan haini olarak ve türlü işkenceler sonucu katline sebep olacaktır. Lâkin Boethius’un yazgısı biraz daha tuhafsanabilir. Bir yanlış anlaşılmalar ve yine bir entrikalar dizisi nihayetinde, Boethius da ağır işkenceler görerek infaz edilecektir. Sokrates’in Savunması’na benzer bir tarihsel metin de, onun hapishânede iken kaleme aldığı Felsefenin Tesellisi olacaktır; ki hoş, bu geç fark edilmiş bir savunmadır, zirâ mahkeme Boethius’a kendisini savunma şansı bile tanınmamıştır. Boethius’un katlinden bin yıldan fazla bir zaman sonra ise, otoritenin kurbanı, engizisyon eliyle Bruno olacaktır. Engizisyon tarafından Aristotelesçi-Batlamyuşçu evren görüşünü reddettiği gerekçesi ile “sapkın” ilân edilen Bruno (ne büyük bir yanılgıdır!), 1600 Şubat’ında “diri diri yakılarak” cezalandırılmıştır!
(Elbet duvara yapıştırılmak üzere olan sineğin de bir planı vardır!)
Gel gelelim, (tüm bu örneklere rağmen) otorite, infaz etme işini bir son seçenek olarak görür. Çünkü öldürmek, otorite için vicdani ya da etik olmasa da, politik olarak ağır ve kaçınılması gereken bir yüktür. "Uzun zamandır şeytani görüş ve faaliyetleri bilinen Baruch de Spinoza…” diye başlayan aforoz metni, bugünün “moda filozofu” Spinoza için kaleme alınmıştır. Metin şöyle nihayetlenir: “Kimse onunla konuşmayacak, ona herhangi bir kolaylık sağlamayacak, aynı çatı altında ya da yakınında bulunmayacak ve dahası onun tarafından yazılan ya da hazırlanan hiçbir eseri okumayacaktır.” Spinoza bu metnin bedenine tahakkümüne yirmi bir sene katlanabilmiş ve Spinoza’nın kırk beş senelik yeryüzü konukluğu 1677’de nihayet bulmuştur. Bundan neredeyse iki yüz sene sonra, bir başka “vatan haini”, Rusya topraklarında belirmiştir. Fyodor Dostoyevski! Şansı vardır ki, (tıpkı Richard Wagner gibi) idam edilmekten son anda kurtulup sürgünde-yaşama mahkûm edilmiştir. Dostoyevski Rusya’da vatan haini ilân edilirken, eşzamanlı olarak bir başka vatan hainliği de Victor Hugo’nun sırtına kambur edilir. O da Dostoyevski ile yazgı birliği yaparcasına, yurdundan uzakta bir vatan haini olarak yaşamına devam edecektir.
Desipere est juris gentium…
Bütün bunlara ilaveten; birer vatan haini olarak, Federico Lorca’dan, Nâzım Hikmet’ten, Stefan Zweig’dan, Dante’den, Pablo Neruda’dan, (…) ya da birer şeytan yahut da birer kaçık olarak Rimbaud’dan, Hölderlin’den, Aziz Nesin’den, Nietzsche’den, Kierkegaard’dan, Diyojen’den (…) de söz açılabilir. Neredeyse diyeceğim ki, tarih, “vatan haini”, “şeytan” ya da “kaçık” yaratma hususunda eliaçık; toplumlar ise “tarihsel-görü” hususunda kendisine oldukça cimri davranmıştır. Öyleyse sözü genç ve diri bırakmalıyım ki; tarihin eliaçıklığı karşısında siz de eliaçık davranabiliniz; sözü sözle tekrar ve tekrar üretiniz.
Selam olsun, bütün vatan hainlerine!
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…