Malzemeden çalan 'hırsız', romancı ve akademisyen 'aşırmacı' öyle mi?
Türkçe Sözlük, “aşırma” sözcüğü için beşinci sırada, “Başkalarının yazılarından bölümler, dizeler alıp kendisininmiş gibi gösterme veya başkalarının konularını benimseyip değişik biçimde anlatma, intihal” karşılığını veriyor. Demek ki ihaleye fesat karıştıran ya da malzemeden çalan müteahhitlerin yaptığı doğrudan ‘çalmak’ ve karşılığı ‘hırsızlık’ suçu. Edebiyatçıların ya da akademisyenlerin yaptığı ise daha hafif bir şey ‘aşırma’ üstelik pek öyle yer değiştiren bir mal da yok ortalıkta.
Hasan Öztürk / [email protected]
Türkçe Sözlük, çeşitli tanımlarını verdiği “çalmak” sözcüğüne birinci karşılık olarak “başkasının malını gizlice almak, hırsızlık etmek, aşırmak” diyor. Hırsızlığın, itimat edilir bir tarihi yazılacak olsaydı bu “gizlice almak” işi kiminle ve hangi olayla başlatılırdı acaba? Bu belirleme oldukça zor geliyor bana çünkü insanın, tarihsel süreçte ‘çalmak’ ve dolayısıyla da ‘hırsızlık’ sözlerine yüklediği anlamlar birbiriyle örtüşmüyor. Çalmanın bir tür hastalık (kleptomani) boyutuna ulaşması -Aldatmak romanını anımsayınız-, belirsizliğin geldiği ölçüye de bir işarettir bence. Kendi adıma söylersem, türü ne olursa olsun bir yerde “emek” karşılığı ise ‘gizlice alınan’ ya da ‘aşırılan’, orada cezayı gerektiren bir hırsızlık suçu işlenmiş demektir.
Hemen her yıkıntı ya da depremin ardından “malzemeden çalan” ve nedense adları bilinmez müteahhitlere öfkemizi savururuz ya bu hocanın fıkrasını anımsatır bana. Hoca Nasrettin, etlerini yediği her koyunun kemiklerine okuyup dua edince yeniden bir koyun canlanırmış kemiklerden. Süregiden bu olayda kendince bir kâr görmeyen Hoca, bir kurnazlık düşünüp her koyundan bir kemik çalıp fazladan bir koyun kazanmayı düşünmüş. Hileli kemiklere dua eden hocanın karşısında bir koyun oluvermiş ama ne yazık ki koyun topal olmuş bu kez.
Çalmak ve hırsızlık söz konusu edildiğinde mitolojiye dek gider ve oradan günlük yaşama döner yolumuz. Zeus’un, bir öfkelenme sonucu ölümlülerden/insanlardan sakladığı ateşi ‘çalmak’ suçuyla kayalıklarda zincire vurdurduğu Prometheus, yazılı tarihin öncesinde bir ilk bilinse de o bir ‘hırsız’ olarak lanetlenmemiş aksine bir kahraman olarak belleklere yerleşmiştir. Prometheus, yaptığının bilincindedir ve kendi çıkarı için çalmamıştır ateşi. Yirmi altı yaşında “Hüsn ü Aşk” mesnevisini yazdığında Mevlana ile bağlantısı eleştirilen Şeyh Galip, “Esrârını Mesnevi’den aldım / Çaldım veli mîri malı çaldım” karşılığını vermiş muhaliflerine. Edebiyatımızın iğneyle kuyu kazıcısı Kaya Bilgegil, şairin Mevlana ile yakınlığını “kitabın tamamen tasavvufi özüne ait olmalı” durumuna bağlıyor ve nahoş sözcüğün geçtiği ikinci dize için “kolay, hazır bir kafiyeye teslim oluşun neticesidir” diyor. (Hüsn ü Aşk’a Dair, 1975) Açıkçası, “aşırma” yok demeye getiriyor hoca.
“Tezi Olmayan Tez, Akademinin İflası mı?” (Gazete Duvar, 27 Aralık 2017) başlıklı yazımdan sonra dönemeyecektim bu konuya, hiç olmazsa uzun bir süre ancak basında yakın aralıklı iki haberi okuyunca döndüm yeniden “hırsızlık” sorununa. Türkçe Sözlük, “çalmak” sözcüğüne karşılık verirken “aşırma” derecesini son sıraya daha hafif olduğunu için yazmış olmalı demiştim kendimce. Gazetelerde edebiyat ve akademi dünyamızın iki haberini okuyunca bu kez “aşırma” sözcüğüne baktım. Türkçe Sözlük, bu “aşırma” sözcüğü için beşinci sırada, “Başkalarının yazılarından bölümler, dizeler alıp kendisininmiş gibi gösterme veya başkalarının konularını benimseyip değişik biçimde anlatma, intihal” karşılığını veriyor. Şöyle dedim o zaman, demek ki ihaleye fesat karıştıran ya da malzemeden çalan müteahhitlerin yaptığı doğrudan ‘çalmak’ ve karşılığı ‘hırsızlık’ suçu. Edebiyatçıların ya da akademisyenlerin yaptığı ise daha hafif bir şey ‘aşırma’ üstelik pek öyle yer değiştiren bir mal da yok ortalıkta.
EDEBİYATTA SEVİYE ÇUKURDA
Yazılanlara bakılırsa Zülfü Livaneli’nin, 2013’te Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan Kardeşimin Hikâyesi adlı romanı, bir başkasının romanı olarak 2018’de basılmış. Kitabın yeni yazarı Nurşen Karayanız, kitabın adı Kıyamet Çiçeği ve yayıncısı da Kariyer Yayınları. Sanal ortamda görünen biçimiyle kitapların kapakları farklı ancak görüntülenen birer sayfa her ikisinde de aynı. Yine yazılanlardan öğrendiğimize göre Nurşen Karayanız adlı Ordulu genç yazarın şiir ve roman kitapları da varmış. Üstüne üstlük bu durum onun ilk vukuatı da değilmiş bu aşırmacılıkta. Şimdilerde kim bilir; genç yazar imza günlerine gidecek, kitap bültenleri Kıyamet Çiçeği hakkında tanıtım yazıları yazacak, yayıncı da başarabilirse kitabını Kültür Bakanlığı'na satacak. Bizler de okurluk bilinciyle kitabı çocuk bezlerinin yanında satan market sahiplerine saydıracağız hakaretlerimizi, öyle mi? Yayın dünyasında neler dönüyor bilinmez ancak şimdilik bilinen, olayın yargıya taşınacağı.
Kardeşimin Hikâyesi adlı romanın bir başkası tarafından Kıyamet Çiçeği olarak kendi adına yayımlanması, edebiyat ortamındaki ‘münferit’ olaylardan biri değil ne yazık ki. Geçen yıllarda iki ayrı kitabın aynı kapakla yayımlandığı da yansımıştı haberlere. Saymaya sıralamaya gerek yok bütün bunları; geldiğimiz/getirildiğimiz yer burası işte. Kazanmak ve popüler olmak tutkusu öncelikli, bunun için de her yol mubah artık. Toplumsal yaşamda “kirlenmişlik” denildiğinde nedense hepimiz siyasetçilere çeviriyoruz bakışlarımızı oysa durum “tencere dibin kara” meselesi. Ekranlardaki kadın cinayeti haberlerine verip veriştiriyoruz, kültürden/sanattan nasibini alamamış cahil katiller sebebiyle. Sokak magandalarını, düğün evi yakınlarını yerden yere vuruyoruz, başkalarının hayatlarını çalıyorlar diye. Sadece ehliyet belgesi aldıkları için araç kullanan buna karşılık trafiği alt üst eden, can ve mal kaybına neden olan görgüsüz sürücülere az sözler mi söylüyoruz kızgınlıkla, elimizde yetki olsa onlara neler yapacağımızı biliyoruz. Daha neler…
Yazı adına, edebiyat adına bugün karşılığını bulmamız gereken soruları bir önceki yüzyılın tam da başında sormuş, “İnsanları edebiyatın dikenli yollarına adım atmaya yönelten pek çok güdü varıdır; bu zorlayıcı sebeplerin başta geleni hırs olsa gerek.” diyen Jack London: “Ne için bu hırs? Şöhret mi? Dikkat çekmek mi? İzleyici kazanmak mı? İktidar mı? Geçim sağlamak mı? Cidden, ne için?”
AKADEMİNİN İFLAS BAYRAĞINA KUMAŞ YETMEYECEK
13 Nisan 2018 tarihli BirGün gazetesinde Anıl Karaca imzasıyla “Kopyala-yapıştır: Aynı tez, 2 yıl arayla yüksek lisans ve doktora tezi olarak kabul edilmiş” başlıklı bir yazı yayımlandı. Haber belki başka yerlerde de yayımlanmıştır, bilemiyorum. Gazetede yazılana bakılırsa, Ordulu genç yazarın yaptığından geri kalır yanı yok akademik camianın. Yazının başlangıcını aynen alıyorum: “Van Yüzüncü Yüzyıl Üniversitesi’nde Neşe Çölçimen ve Esra Kaptan Parıltı imzalı ve YÖK’ün Ulusal Tez Merkezi’nde ‘onaylı’ gözüken tezlerin birebir aynı olduğu ortaya çıktı. Tezlerin başlıkları ve sonucu neredeyse aynı olmasına rağmen iki farklı kişi tarafından yapılan başvuruyla 2011’de yüksek lisans, 2013’te doktora tezi olarak Histoloji ve Embriyoloji alanında kabul edildiği öğrenildi.” Benzerlik olayının evveliyatına bakıldığında şaşılacak bir durum (mu?) dersiniz. Yazıdan öğreniyoruz ki iki tezin danışmanlığını da adı geçen üniversitede görevli aynı öğretim üyesi yapmış.
Her iki çalışmadan alıntılanan birer bölümün, akademinin amentüsünün, “anahtar sözcükler” kısmı aynı, yazı metinlerinde ise aynılığı bozmayacak küçücük değişiklikler var. Adı geçen hocanın açıklaması, “tezlerinin içeriğinin farklı olduğu” buna karşılık “doktora çalışmasının başlığında hata olduğu” yönünde. Rahmetli babam anlatmıştı. Komşunun tarlasından taze mısır çalmaya niyetlenen iki genç, suçlanmamak için yöntem bulmuşlar kendilerince. Gençlerden biri, diğerini sırtına almış ve böylece girmişler tarlaya. Arkadaşını gezdiren, mısırlara el sürmemiş; mısırları toplayıp alan da ayaklarını yere basmamış. Sonundan yakayı ele verdiklerinde biri tarlaya ayak basmadığına dair yeminler ediyormuş, diğeri de mısırlara el sürmediğine. Onların her birinin yeminlerindeki doğruluk kadar tarladan mısır çalındığı da gerçek. Birilerini töhmet altında bırakmak değil mesele(m); sıradanlaşmanın, çıkarcılığın, üstünkörülüğün, pratik kazanımların, emeğin itibarsızlığının, niteliğin hiçe sayılışının, devenin, “nerem doğru ki” deyişindeki çürümüşlüğün toplumsal yaşamı kuşatmasınadır itirazım.
Benzer sorunlara değindiğim, “Tezi Olmayan Tez, Akademinin İflası mı?” başlıklı yazımın sonuyla bitirmek istiyorum yine: “Sanat gibi bilim de bir aşk meselesi, yalnızca “çalışma” ile olacak gibi değil. Tedavi için gittiği Avrupa’daki izlenimlerini Alp Dağları'ndan adıyla yazan Yakup Kadri’nin, 'Onları [Avrupalıları] bu kadar ileri götüren, bizi bu kadar geri bırakan onların bizden daha zeki, daha iradeli, daha üstün yaradılışlı olmaları değildir. Farkın sebebi bize delilik gibi görünen onlardaki istek, neşe ve rahatlıktır' diyor ya aynen öyle bir durum bu.”