Ecinniler
Burada deniz yok, kayboluş ve ölüm biçimi olarak sınırlar var. Ama "Biz bu sınırlarda ağaç olmaya geldik", "Biz bu sınırlarda su olmaya geldik" diyenlerin sesi yılgınlıkla nakışlanmış sıcak havayı aşıyor ve işitiliyor uzaklardan.
Nevin Ferhat-Kemal Baş
İzmir’in aydınlık caddelerinin birinde güvercin beyazı bir duvarın üzerinde bir yazılama var: On Ekim’de haydi Ankara’ya!
On Ekim’de Ankara’da istasyon garı kavşağındayız. Sırtımızda çantalarımız, ellerimizde sevdiklerimizin elleri var. Gözlerden uyku ve uykusuzluk arasında varılmış bir yolculuğun yorgunluğu dökülüyor, ama ekimin tatlı sert havası alıp götürüyor uyku esnemelerini. Sloganlar atılmaya başlanıyor ve halay için bir araya geliniyor. O sıra sekiz yaşlarında bir çocuk yüzünde güleç bir ifadeyle beliriyor. Halayın türküsüne eşlik etmeye çalışıyor. Elinde sımsıkı tuttuğu incecik bir kitap var ve başını eğerek arada bir kitabın kapağına sevinçle bakması merak uyandırıyor. Neydi kitabın adı mesela? Minicik elinden açıkta bıraktığı Kara sözcüğü hemencecik beliriyor ve tam o esnada kulakları sağır eden bir patlama sesi duyuluyor. Ölüm dağılıyor her yere parça parça. Bir kitap, Küçük Kara Balık kitabı yekvücut serilmiş...
Yazı da öyle yekvücut biraz yukarı yatık duruyor güvercin beyazı duvarın üzerinde. Sanki hiç gidilmemiş, ölenler hâlâ hayattalarmış gibi geleceğe açılmış daveti saklıyor. Belki de yarın gidecekler, belki yarın ölmeyecekler... Ege Denizi'nin kokusu çarpıyor burunlara.
Burada deniz yok, kayboluş ve ölüm biçimi olarak sınırlar var. Ama "Biz bu sınırlarda ağaç olmaya geldik", "Biz bu sınırlarda su olmaya geldik" diyenlerin sesi yılgınlıkla nakışlanmış sıcak havayı aşıyor ve işitiliyor uzaklardan. Kuru topraklar çatlıyor hevesle, diplerden uğul uğul akan suyun sesi yükseliyor. Umut dolu, parmak uçlarında birikmiş hasretle dünya ve ölüm arasında yaşamın cisimleşmesi olan beden misali her şeyin kendine özgü teniyle, ayva tüyleriyle yaprak yaprak açması bekleniyor. Lakin el vermiyor gelecek zaman, ölüm sarıyor bedenleri. Dudakları, gözleri, kolları dökülüyor bedenin ve doğada belki de ilk defa yaprak yeşiline kavuşamıyor ve beyaz bir karga gelip adı ölüm olan sınıra konuyor.
Diyarbekir Sur’da bir bodrum katındayız; dışarıda, içeride cansız bedenler, ruhları var mıdır cellatların diye düşünmek için çok geç artık. Gözyaşları arıyor gözleri derelerce akmak için. Eller yumruk olmak istiyor celladın yüzüne inecek ama ecele çalan bu acı açlık, ecele çalan bu susuzluk izin vermiyor. Beden geçmiş ile gelecek arasında resimlere boğuluyor. İri buğday başaklarına dokunuyor güneş tepede sapsarı, göz kamaştırıcı. Sıcak ekmek kokusu yükseliyor ve ayran olmalı diyor kuruyan dudaklar ve diller. Buzdolabını açıyor ve on yaşında bir çocuk ölü değil diri değil on yaşında bir çocuk! “Ölüm soğuk mudur ana? Yok daha yeni pişirdim ya ekmeği! Yok ekmek istemem, dizlerine uzanayım ve uzun saçlarımı okşa, saçlarım dökülüyor ana harman zamanı düşen saman sapları gibi, namlular gibi! Dizlerin neden soğuk ana ellerin neden soğuk! Bir haftadır dışarıdayım, kimseler gelmez almaya beni, gelemezler! Ölüm soğuk mudur ana, kurşunlara yasak olmayan sokaklardan soğuk değil ya!”
Alkış sesleri, zılgıtlar, kınalı eller ve sarı kırmızı yeşil renkli bayraklar, hepsi bir arada Diyarbekir’de genç bir adamı selamlayacaklar coşkuyla. Genç adam, barışa ekmekten sudan daha çok ihtiyacımız olduğunu söyleyecek (1) ve sonra gülümseyecek, ciğerlerine temiz havayı dolduracak ve nükteli bir sözle konuşmasına devam edecek. Seçim mitingi sonrası kalacak akıllarda bir güzel söz: Barışa ekmekten, sudan daha çok ihtiyacımız var! Dişler çiğneyecek ekmeği ama dil diyecek barış, yudum yudum su içecek beden ama gönül diyecek barış. Ahhh! Barış olaydı, barış geleydi memleketime!
İzmir’in aydınlık caddelerinden birinde beyaz duvardaki o yazı uçup gitmiş. Güneş batmakta vapurdaki yolcuların yorgun dikkatsiz bakışlarının önünde. Suriyeli bir çocuğun plastik bir kutu ve iki değnekle dünyanın çöplerinden doğurduğu ezgi duyuluyor ve değneklerden yayılan rapp rapp sesi asker postallarının sesini andırıyor. Tuhaf bir biçimde insanlar bu sese ayak uydurarak yürümeye başlıyorlar, hareketli bedenlerin gölgeleri beyaz duvara yansıyor, giderek kalabalıklaşan insan gölgeleri beyaz duvardan içeri sızıyor. Duvardan ötesi duvar, duvar içinde dört duvar... Suriyeli çocuğun ezgisi artarak sokağa hakim oluyor ve bir erkek: “Başkomutan benimmm!” diye haykırıyor.
Erkeğin sesi yükseliyor bir kadının Kürtçe ağıdına dönüşünceye dek ve burası Afrin. Bir kadın can havliyle, bir ağaç dalıyla karınca yuvalarını eşeleyen çocuğunu kucağına alıyor ve çocuk annesinin kucağındayken elindeki dalı havaya savuruyor. Dal ilk önce bir kuzuya benzeşiyor parıldayan güneşin ışıkları arasında ve ışıklardan yere doğru yaklaştıkça bir kemiğe dönüşüyor. Ve parça parça, ok uçları olarak düşmeye başlıyor kemik.
Saplanıyor bir ok yaban geyiğinin yağlı derisine ve kan fışkırıyor, bir çocuk uzaklardan koşup geliyor anlaşılmaz bir narayla, yaralı hayvanın can çekişini izlemeye koyuluyor. En çokta geyiğin bir şeyden kaçarcasına boynunu yukarı doğru uzatışına bakıyor. Çocuk, canın gözlerdeki korku ve acıyla uzaklaşıp gidişine dalmışken bir anda geyiğin arka bacağıyla havaya salladığı son bir tekmeyle irkilerek elindeki taşları düşürüyor. Taşlar, ak köpükten kayalara çarpıyor ve rapppp sesi yeri göğü dolduruyor.
...Son
Bir çocuk dünyanın çöpünden doğurdu ezgiyle söyler: Bu film burada bitmez, geçmişin ölülerini gömeceğiz... Rap rap geçmişin ölülerini gömeceğiz!
(1) http://www.haberturk.com/gundem/haber/1087514-demirtastan-patlama-sonrasi-ilk-aciklama, erişim tarihi: 21 Nisan 2018