Özgürlük belası
Özgürlük ne bir kimlik, ne kimlikte bir hane, ne kıymeti kendinde bir nominalite, ne de bir doğa durumu. Özgürlük, mazlum ile zalimin, haklı ile haksızın sürekli değiştiği bir savaş meydanıdır…
Osman Özarslan
-I- Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
AKP iktidara geldiğinde, yani 2002 yılının güzünde kimse özgür olduğunu düşünmüyordu.
Her şeyden önce, memleketin özgürlük ufukları, ölüm oruçlarını takiben 19 Aralık katliamında yanan mahkumlardan ve cezaevlerinden tüten kara dumanının müsaade ettiği kadar görülebiliyordu. Devlet o zamanlar hâlâ Milli Güvenlik Kurulu (MGK), MGK da ordu demekti ve 28 Şubat muhtırası ile başlayan kılık kıyafet yönetmeliği memleketi dizayn etmeye devam etmekteydi.
Bir başka 28 Şubat’ta anayasa krizini, iktisadi kriz takip etti. Hükümet içine düştüğü cendereden çıkabilmek için, (şimdilerde adı hatırlanmayan) MAI ve MIGA anlaşmalarıyla, tarım (tarımsal kotalar), hayvancılık (desteklemelerin durdurulması ya da zorlaşması) ve temel endüstriyel kalemlerde üretimin durdurulmasını (Gümrük Birliği ve Serbest Bölge anlaşmalarının genişletilmesi, kur politikaları vb.) uluslararası firmalar lehine karara bağladı. Tüm bu mukallitliklerin arkasında, Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’ın koalisyonu, MGK, MÜSİAD vardı.
Dünya Bankası’nın önemli bir ismi olan Kemal Derviş, ise, mezkur koalisyonun hamiliğinde, Türkiye’nin siyasi/iktisadi krizlerini emperyalist sistemin lehine, çözmeye memur edilmişti. Şimdilerde, memleketi AKP’den kurtarması beklenen Aydın Doğan medyası ise, Derviş’i bir kurtarıcı olarak memleket ahalisine takdim ediyordu.
90’lar şimdilerde ana akım medya için bir dizi seti ya da playlist olarak hatırlansa da, 90’larda siyaset devlet terörü, siyasetçiler ise Demirel-Çiller-Ağar-Çatlı gibi isimlerde tecessüm eden bir tür kontr-gerilla oligarşisinden mürekkepti. Beyaz Toroslar, Ankara DAL, Eskişehir Tabutluk Cezaevi, Sakarya yargısız infaz üçgeni, Kıbrıs kumarhaneleri, devlet ihaleleri, Susurluk… Ve o kadim hikayede anlatıldığı gibi, bunlar daha le-le’si, Kürt vilayetlerinde olanları anlatmaya kuş kanadı kalem olsa, yetmez…
Sonradan demokrasi kahramanı olarak gömülen ve neredeyse her bireri, Kel Mahmut gibi tatlı-sert bir muhabbetle hatırlanan Demirel’in, Özal’ın, Türkeş’in, Ecevit’in, Sabancıların, Koçların, Evren Paşaların Türkiye’si…
Cumhuriyet tarihine, retrospektif olarak baktığımızda, ister burjuvaların, ister muktedirlerin, ister uluslararası sermeyenin, isterse düpedüz faşizmin iktisadi politikaları için koçbaşı olarak kullanılan askeri, paramiliter, kontrgerilla birimlerinin meşru gayri meşru operasyonları, bunu aklayan, meşrulaştıran medya ve tüm bunlara yasal zırh kazandıran bir siyasi yapı…1960’ların genişleyen kamusal alanına saldıran 12 Mart, 70’lerin devrimci birikimine saldıran ve sendikal hareketin kazanımlarına göz diken 24 Ocak ve 12 Eylül… Cumhuriyet tarihi boyunca, memleketin herhangi bir dönemini, hürriyet ya da demokrasi namına bir altınçağ, bir asr-ı saadet anlatısı ile parantez içine almaya müsaade etmeyen bir savaş makinesi, ya da sosyo-ekonomik bir kleptokrasinin, mükemmel tertibatı…Bab-ı Ali baskını, Ermeni Tehciri, Mübadele, Takrir-i Sükun, TKP tevkifatları, Varlık Vergisi, Kore, NATO… Geç Osmanlı’dan Milenyal Türkiye’yi boydan boya kat eden bir dispozitif: kimi zaman Topal Osman, kimi zaman Kılıç Ali, kimi zaman Nevzat Tandoğan, kimi zaman Çatlı…Gittikçe lacivertleşen bir mide fesadı…
Bu retro bakışı, güzel günler nostaljisine düşmeden, Bizans’a, Roma’nın Konstantiniye’si İstanbul’un kurulduğu zamanlara, Bilge Karasu’nun deyimiyle, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’na, sündürmek mümkün…
Piano Piano Bacaksız filminde, İkinci Dünya savaşı döneminde yoksulluk içinde İstanbul’da bir hana sığınmış ailelerin hayatı konu edilir. Bu ailelerden birisinin babası, külhanbeyidir… Mütemadiyen oğluna hayat dersleri verir, eski zamanları anlatır… Bu konuşmalardan birisinde, oğlan babasına eski günler ile şimdi arasında ne fark var diye sorar, babası da şöyle yanıtlar: “Oğlum eskiden, falakada, padişahım çok yaşa diye bağırıyorduk, şimdi ise falakaya yattık mı, sadece bağırıyoruz…”
Hülasa, şimdilerde kimileri burnunun direği sızlayarak, eski günler güzellemesi yapsa da, devlet hep bildiğimiz gibiydi. Lakin, AKP döneminde özellikle, Haziran seçimlerinden sonra, en fazla hissettiğimiz şey her türlü toplumsal hürriyetin ve bireysel özgürlüğün daralması oldu. Bu hissiyatın böylesine derinden yaşanmasının elbette AKP’nin önceki dönemlerden farklı olarak, yalnızca kamusal hayatı değil, hane içlerini, bedensel otonomiyi ve bireysel mahremiyeti ve (hatta) ailevi hususiyeti de kontrol edebilmeyi tahayyül etmesi ve bu yönde bir takım tertibatlar geliştirmesinin payı büyük. Bu hissiyatın derinleşmesinde, AKP’nin 2002-12 arasındaki ‘liberal’ politikalarının, tribün şovenizmi ile ikame edilmesi ve çözüm süreci politikalarında görünen/gösterilen serapların, karabasanlarla ikame edilmesinden doğan hayal kırıklıklarının da payı olsa gerek. Devlet-i ali’nin kurumsallığının (ki bu kurumsallık her zaman tartışmalı olmakla birlikte, hiç bu kadar keyfiyete memur edilmemişti), bir tek adam rejimi lehine ilga ediliyor oluşu da tüm bu manzaraya tüy dikiyor olmalı…
Bu manzara-i umumiyenin genel hatları ise şöyle: Kadın cinayetleri, kürtaj, kadın düşmanlığı ve militarizme harmanlanmış bir yeni erkeklik rejimi… Hiçbir mesuliyeti olmayan ama her şeye muktedir bir zümrenin keyfiyet oligarşisi ve bu keyfiyetten beslenen kutuplaştırıcı küstahlık… Bu zorbalığı ve keyfiyeti (karşımızdaki şeye devlet demek artık çok zor), trafik cezası, köprü parası, elektrik faturası, kamu mallarının satışı, asgari ücretlilerin vergisi, bira ve sigaradan alınan “lüks” tüketim vergisi, ile finanse etmeye çalışan bir bezirgan saltanatı… Kendisini parti sanan bir devlet, devleti çiftlik sanan bir bürokrasi, bürokrasiyi ticaret sanan bir burjuvazi, mülkü Allah sanan dindar, diyaneti hukukçu yapan devlet, devleti çete haline getiren oligarşi, özgürlüğü bu çetenin keyfiyetine memur eden toplumsal dispozitif…
-II- Piano Piano (1)
Hülasa, özgürlük ve demokrasi bağlamında, eski günler ancak melankolik bir nostaljinin konusu olabilir, sosyo-politik olarak, ise hâlâ aynı gün(ler)de yaşıyoruz. Fakat gene de şunu söylüyoruz, AKP en çok özgürlüğümüzden çaldı… Bunu konuşalım diyoruz… Takımdan ayrı düz koşan rüfeka nar taneleri gibi dünyanın değişik yerlerinde, değişik kulvarlarda bir hayli nefes açtı… Özgürlüğü nesneleştirelim ve özgürlük ne, özgürlüğe nasıl, bugünün özgürlüğü ne zaman gibi şeyleri konuşalım istiyoruz… Konuşmalar iki cümlede özetlenebilir:
1- Çok iyi olur evet mutlaka yapalım bunu,
2- Ama ben bu konuda çok düşünmedim, yani neresinden tutsak bilemedim şimdi…
Herkes hürriyetten ve özgürlükten bahsediyor, herkes onu istiyor, onu sunuyor… Fakat komünalist hareketlerde (Marksizm, anarşizm, otonomizm, bazı feminizmler, çevre ve hayvan hakları, insan hakları vb..) ÖZGÜRLÜK büyük harfle yazılıyor, sesli okunuyor, yapısal bir görev atfediliyor. Komünalist hareketlerde, içinde özgürlük geçmeyen bir slogan, bir dergi ismi, bir kampanya ismi, bir hak talebi bulmak, düşünmek kolay değilken, özgürlük neden verili bir şey olarak kabul ediliyor ve üzerine pek düşünülmüyor ki?
Özgürlük hakkında çok fazla düşünmemenin, bunu verili hatta kimi zaman doğal bir durum olarak kabul etmenin anlamı ne olabilir? Ya da özgürlüğün ne’liğini nasıl nesneleştirebiliriz?
Öncelikle özgürlüğü nominal halde tutan onu muhayyele (kuvve/düşünce) ve akabinde de fiile (eylem) dönüşmekten alıkoyan tertibat(lar)a yoğunlaşalım.
-a-Teorik ile pratik arasındaki uçurum
Lenin, Felsefe Defterleri’nde şöyle bir şey söyler; “Sindirim sistemini bilmenin sindirim sistemine bir faydası yoktur…” Burada Lenin’in ironisi beyin ile midenin arasındaki fark üzerinden, teori ile pratik arasındaki farka vurgu yapar. Her ne kadar kopmaz biçimde, aynı bedende birbirlerine bağlı olsalar da, beyin ve mide iki farklı organdır; aynı şey, özgürlük için de geçerlidir, özgürlükten bahsetmenin, özgürlüğü nominal, sloganvari, verili kullanmanın özgürlüğe bir faydası yoktur… Hatta özgürlüğü doğuştan gelen bir hak olduğunu fark etmek, özgürlüğü doğal olarak bir hak haline getirmez, özgürlük hâlâ muhayyeldir, önce tahayyül edilmeyi ardından da fiiliyata dökülmeyi bekler…
-b- Özgürlük, mesuliyet alma cesareti
Kant aydınlanma nedir sorusunun yanıtını, iradesini başkasına devretmekten vazgeçen bireyin erginleşmesi olarak verir. Cümleyi şöyle tercüme edebiliriz belki; istibdat aslında bir kişinin iktidarı değil, bir toplumun karar verme hürriyetini, bir kişiye devrederek, mesuliyetten kaçmasıdır. Militer özdeşleşme ve totaliter tahakküm bu kaçış ve yetki devri sayesinde mümkün olur… Ergenlik ve erginlik arasındaki sırat köprüsü işte özgür iradenin kullanılıp kullanılmayacağı ya da özgürlüğün iki ayağından birisi olan mesuliyetin otoriter yapıya devredilip devredilmeyeceğinin kararının verileceği iki arada bir derede kuruludur.
-c- Özgürlük kurumlar ve kampanyalardan fazlasıdır
Marks, Feuerbach üzerine tezlerin birisinde, öğretenlerin de öğrenmesi üzerinde durur. Burada Marks’ın vurgusu aslında, özgürlük eylemciliğinin, talebeliği bitmeyen bir öğrencilik, yongası kopmayan bir çıraklık, sonuna gelinemeyen bir yolculuk olduğunadır. Bir örgütsel yapı, bir teşkilat, bir özgürlük kampanyasına dahil olmak, özgür bir alan ve özgür bir birey yaratmaya yetmez; çoğunlukla da yapılar kuruma, kurumlar da iktidar alanlarına dönüşür… Dolayısıyla özgürlük adına bir faaliyet yürütüyor olmanın özgürlük ile bir ilgisi olmayabilir, ki çoğunlukla da böyledir.
-d- Özgürlüğün müstakil alanlarını keşfetmek
Bourdieu, devlet üzerine düşünülemez bir nesnedir der ve ekler, çünkü devlet hakkında nasıl düşüneceğimizin aygıtları da bizzat devlet tarafından size verilir…Orwel’in 1984’ünün bir yerinde anlarız ki, devlete direnen muhalifin alanı da bizzat devlet tarafından koordine edilmiş, çizilmiş, o alan da aslında devletin sembolik kadastro alanlarının içerisinde. Özgürlükçülerin, özgürlüğü tahayyül düzeyinde nesneleştirmemiş olmasının, özgürleştirici olacağını düşündüğümüz yapıların genel formlarının, devlet tertibatlarının, devlet diskurlarının negatifinden üretilmesiyle bir ilgisi olabilir mi? Freud’un meşhur bilinçaltı metaforunu buraya uyarlarsak, özne ile bilinç birbirlerini birbirlerinin mutlak sahibi sanarken, bu saadeti, rüyalarda ve fantezilerde bilinçaltı bozar… Bilinçaltı, bir kapıyı zamansız açıp kapatan, kapının arkasında saklanan birisi gibidir… Rahatsızlık veren birisi; kapıyı kurcalayan hırsız mı ev sahibi mi? Devlet özgürlüğün bilinçaltı mı, bilinci mi ya da özgürlük devletin süper egosu mu? Özgürlüğü muhayyel kılan, onu Kaf Dağı'nın ardında bırakan bir başka mesele de budur. Gene Bourdieu’nun deyimiyle devam edersek habitus ya da bu manada devlet yapıyla fail arasında ontolojik suç ortaklığıdır. Devlete benzeyen, devlete öykünen yapıların konforunda özgürlük düşünülemez, geliştirilemez.
-III- Didar-ı Hürriyet
Alpay Kabacalı, 2'nci Meşrutiyet figürlerinden Hasan Vasfi Bey’in hatıratına izafeten şöyle bir hikaye anlatır:
İkinci meşrutiyet ilan edilmiştir, halk kalabalıklar halinde İstiklal’de toplanmıştır. O curcunada, Hasan Vasfi bir arkadaşına tesadüf eder, arkadaşı aceleyle Tünel’e doğru koşmaktadır. Nereye gidiyorsun diye sorar Hasan Vasfi, arkadaşı Hürriyet gelecekmiş Sirkeci’de onu karşılayacağız… Hasan Vasfi şöyle sorar, Hürriyet bir adam mı ki, Sirkeci’de karşılıyorsunuz? Arkadaşı şöyle yanıt verir, adam değilse neden çok yaşa diye bağırıyorlar.
Şimdilerde hiç değilse, hürriyetin Sirkeci garından inecek bir yolcu olmadığını biliyoruz, ama gene de 2'nci Meşrutiyet devrimcilerine benzer bir halimiz var… didar-ı hürriyet diyoruz demesine ama, hürriyetin abadını, istibdadın sıfatına küfretmekte arıyoruz…
Evet özgürlük, Sirkeci Garı'ndan inecek bir yolcu değil belki ama, yolların, yol arkadaşlarının, makinistlerin, yol arızalarının sürekli değiştiği bir yolculuk…
Dolayısıyla, özgürlük ne bir kimlik, ne kimlikte bir hane, ne kıymeti kendinde bir nominalite, ne de bir doğa durumu. Özgürlük, mazlum ile zalimin, haklı ile haksızın sürekli değiştiği bir savaş meydanıdır…
Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet..!
(1) Piano piano, İtalyanca yavaş yavaş anlamına gelmekteymiş.