İktidar arzusundan arzunun iktidarına seçimler
Seçim dönemlerinde hafif ilaç tedavisini bir süre için keserek toplumu dev bir kliniğe çeviren düzen siyasetine direnmek için arzunun iktidarını adım adım örenler, tıpkı tedaviyi ısrarla reddeden anomaliler gibi seçim siyasetinin berisine itilmeye, dışlanmaya, politik varlıkları yok sayılmaya çalışılır.
Eylül Deniz Yaşar
İstenç ve vaat. Güçsüzlük ve itaat. Eş güdümlü bir uyumsuzluk içinde politika yine duygulara oynuyor. Çünkü iki aylık bir sürede yoğunlaştırılmış politika akıl işi değil, olsa olsa duygu işi olabilir. “Soru, aklın kullanımı için zorunlu olan kamusal biçime nasıl bürünebileceğini; bir yandan bireyler mümkün olduğu kadar titizlikle itaat ederken, öbür yandan bilme cüretinin herkesin görebileceği şekilde nasıl kullanabileceğini bilme sorununa” (1) dönüşeli uzun zaman oldu. Yeni düşünme biçimleri için, direniş ve özgürleşme için stratejik bir kaynak olan arzu, emekçi yığınlarının yakıcı ihtiyacı içerisinde olduğu özlemleri ve ihtiyaçları belirleyerek kolektif bilinç-dışında üretilirken demokrasi, adalet, özgürlük gibi ideler doğrultusunda bol keseden kodlanan seçim argümanlarının özünde yatan ve “devletin ayakta kalması ve gelişmesi için bir gereklilik, bir koşul, bir araç” (2) olan mutluluk vaadi ile sandığa giden yola akıtılmaya çalışılıyor. Oysaki düzen siyasetçileri eksiklik, yoksunluk ve hadım edilmeye dayalı sofu bir kavrayış olarak geliştirdikleri seçim psikanalizi ile her ne kadar -yasaya ya da anket sorularına- sonsuz boyun eğmeye davet eden negatif bir teoloji geliştirseler de üretimden ve toplumsallıktan kopamayan arzu, üreten arzu olarak arzularımız, toplumda neredeyse kutuplar halinde gözlemlenebilen ayrışmaların çatlaklarından sağ-sol demeden akmaya devam ediyor. Diğer bir deyişle, burjuva siyasetçileri ne kadar çabalarsa çabalasın taşıma suyla arzuların değirmeni dönmüyor.
Her bir aday açısından anlamı radikal şekilde farklılık gösteren adalet ve özgürlük gibi bu kavramların altının hangi politik programla doldurulduğu ve her birine hangi ideolojik perspektifle yaklaşıldığı sorunu “hele şu seçimleri atlatalım”ların sonrasına ötelenip teferruata indirgenmeye çalışılsa da, ülkenin siyasi tarihine dönüp bakıldığında kendisinden farklı olanı cezalandırmak veya cezalandırılmasına sessiz kalarak suça ortak olmak konusunda sicili hiç de birbirinden daha az kabarık olmayan geleneklerden gelen adayların, ezenler ve ezilenler arasında ikame edilen bu uğursuz iktidar ilişkisinin hâlihazırda kefaretini ödeyen tek sol adayın karşısına birer birer dizilmiş olduğu durumda gözden kaçırılabilecek bir detay olmaktan çıkıyor. İttifak kavramının içinin ne kadar boşalabileceğinin ibretlik anısı, F’sinin büyüyerek itti’F’akın sağ’dan sol’a tamamını kapladığı F-tipi ortaklaşmanın mahsulü 19-22 Aralık 2000’den uzanıp bugün bizi avlamaya devam ediyor.
BÜYÜK İTTİFAKLARA KARŞI KÜÇÜK HARFLE POLİTİKA
Herkesin kendince hazırlandığı “mutlu son”dan sonra ne olacağı sorusunun çengelinden kopan nokta dönüp kendi ünlemine yükleniyor. Politikaya aktif katılımı sınırlanarak seçim dönemleri dışında söz söyleme alanı dışına kapatılmaya çalışılan toplumun emekçi kesimleri, hayatı yaşandığı gibi göstermeyen bir miting toplumuna dönüşürken kanaat toplumunun en taşkın özelliklerini gösteren bir klinik numunenin halet-i ruhiyesini taşıyor. Başka araçlarla sürdürülen savaş anlamına gelen siyaset, böylesi seçim dönemlerinde yatay bir sarkacın ucunda bir aşağı, bir yukarı salınırken “savaşta beliren güçler dengesizliğinin onayı ve sürdürülmesine” (3) hizmet ediyor. Bu dikey salınımın, işçi ve emekçilerin, öğrencilerin, işsizlerin, kadınların ve gençlerin arasında ev ev, sokak sokak, iş yeri iş yeri dolaşan yaşamı kapsamakta yetersiz olduğunu herkes biliyor. Onun açıkta bıraktığı geniş düzlemin üzerine yayılmak için ise minör siyasetin ihtiyaç duyduğu yatay yayılım olanakları, seçimleri oy vermenin değil, güçler dengesizliğini sarsan karşı-politikanın bir toprağı olarak görüp serptikleri tohumların zamanını bekleyen bir tarlayı işler gibi politikayı halkın bağrında ilmek ilmek örenlerin sabırlı örgütlenmesinde açığa çıkıyor.
Sol ittifak arayışlarının nüksederek damga vurduğu seçim dönemlerinin pek çok örneği mevcut. “Fransa’da 1977’nin sonlarında, sosyalistler ve komünistler Mart 1978’de yapılacak genel seçimler için bir “ortak program” geliştirme fikrini tartışıyordu. Kimilerine göre, bir “Sol Birlik” sağlayarak, 68 Mayısı’nı kurumsallaştırıp bir seçim zaferine dönüştürmenin zamanı gelmişti.” (4) Dönemin sol hareketleri “Union of Left” altında büyük harflerle Politika yapmanın coşkusuna kapılmışken Foucault’nun da aralarında olduğu kimi muhalif aydınlar ortak program üzerine tartışmaktan daha anlamlı gördükleri mütevazı atölye çalışmalarına eğilmişlerdi. Bu çalışmalar şehir planlama, çevre, emek, eğitim ve sağlık gibi toplumsal alanlarda değişim yaratmayı amaçlayan çalışmalar halinde tabandan örgütlenmiş ve aydınlar uzmanlaştıkları konular üzerine halk ile buluşarak kendi aralarında entelektüel atışmalar yapıp durmaktansa bu alanlarda çalışan öğretmenlerle, işçilerle, hemşirelerle tartışma yürütmenin olanağını yakalamıştı. Fernandez-Savater’in belirttiği üzere sanki gerçekten küçük harfle politika yaparmış gibi “taşın altına elini koymak”, insanların kendilerini aşağılarda konumlandırmalarıyla olmuştu ve “68 Mayısı’yla dolaysız bağı olan da, bu atölye idi, sol cephenin seçimlerdeki olası başarısı değil. Politik müdahale, hükümet değişikliğiyle ilgilenmeyen küçük bir grup insandan gelmişti.”(5)
FOUCAULT VE İKTİDAR ÖZNESİNİ YIKMAK
Gençliğinde, Küba Devrimi’nden etkilenen hareketlerden biri olan Tupamaros üyesi olan, 1973 askeri darbesinden sonra tutuklanarak 15 yılı hapiste -tek kişilik bir hücrede ve bunun tam yedi yılında eline tek bir kitap bile verilmeden- geçirdikten sonra Uruguay’da dönemin sol ittifak cephesi içinde en güçlü parti haline gelen Halk Girişim Hareketi-MPP kurucularından olan Uruguay’ın eski devlet başkanı, nam-ı diğer saraysız başkan José Mujica bir söyleşide kendisine seçim programını hayata geçirip geçiremediği sorulunca gülerek şu yanıtı veriyordu: “Tabii ki hayır! Siz başkanı, her istediğini yapan bir kral mı sanıyorsunuz?” Pepe lakaplı sevilen halkçı başkan, hükümet ve başkanlık koltuğunda otursa bile uluslararası neo-liberal güçler ve ulusal tekellerce elinin kolunun bir yerden sonra nasıl bağlandığını samimi itirafıyla ortaya koyuyordu. Başkanlık koltuğunun bu iktidarsız iktidarının zaten toplumsal dönüşümlere inanan hiçbir muhalif hareket için tek hedef olamayacağını da…
Foucault da katıldığı mahalle hekimliği atölyesinde, kültürel bir devrim olarak adlandırılamasa bile tabandan insanların yarattığı bir çeşit kültürel seferberliğin, politikanın ikame etmekte yetersiz kalacağı çok daha derin bir ideolojik dönüşüme olanak sağladığına işaret ederek önemli gözlemlerinden birini şöyle özetliyordu: “İktidar, bilgi, para ilişkilerini sorgulama meselesi etrafında dönen derinlemesine politik tartışmaların olduğu iki gün boyunca katılımcıların hiçbirinin ağzından ‘1978 Mart’ı’ ya da ‘seçimler’ kelimesi çıkmadı... Hükümet değiştiğinde onlar için sorunun hiçbir zaman değişmeyeceğini biliyorlar.”(6) Foucault, bu deneyimi çok önemser. Çünkü bu atölyelerde bireylerin açığa çıkan etik kaygıları onları iktidarın özne alanından çıkarmıştır. Foucault’nun özne tanımına baktığımızda onun psikolojik bir kimlik temeli üzerinde değil, eğer kurulacaksa iktidar veya bilme teknikleri yoluyla oluşan pratiklerin içinde kurulduğunu görmekteyiz. “Bireyleri özne yapan iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabii olan özne ve vicdan ya da öz bilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne.”(7) İnsanların içinde üretildikleri ve dönüştürüldükleri bu tekniklerin ve özne üzerine inşa edilen bilgilerin arkeolojik betimlemesi, iktidar biçiminin bireyi kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu hakikat yasasını dayatma suretiyle gündelik yaşama nasıl müdahale ettiğini anlamamıza yardımcı olur.
“İktidar, asal olarak bastırandır… Sonuçta, baskı organı olmak bugünün sözcük dağarcığında iktidarın neredeyse destansı nitelemesidir. Öyleyse, iktidarın çözümlenmesi öncelikle ve temel olarak baskı mekanizmalarının çözümlenmesi olmak zorunda değil midir?” (8) Bireyi iktidar ilişkilerine yedekleyen şey “iktidar arzusu” olarak açığa çıkan bir kuşatma mekanizmasıdır. “Faşizm anında, kitleler bazılarının iktidar uygulamasını isteyebilir, bununla birlikte iktidar uygulayacak bu bazıları kitleler değildir; çünkü iktidar kitleler üzerinde ve onların zararına, ölümlerine, kurban edilmelerine, katledilmelerine varıncaya kadar uygulanacaktır ve kitleler yine de bu iktidarı arzular.” (9) Seçim çalışmaları süresince oluşabilecek ama kendisini sadece bu hedefle kısıtlamayan ve mitinglerle alakası olmayan tabandan bir çalışma iktidarı sonuçları ne olursa olsun sonsuzca arzulatan bu mekanizmayı kırma işlevi görür. Çünkü bu bilinçle seçim çalışmasını tabanda yan yana gelişlerin kültürel bir seferberliğine dönüştüren güçler olduğu sürece iktidar arzusu değil, arzunun iktidarına giden yolun taşları döşenir.
Seçim dönemlerinde hafif ilaç tedavisini bir süre için keserek toplumu dev bir kliniğe çeviren düzen siyasetine direnmek için arzunun iktidarını adım adım örenler, tıpkı tedaviyi ısrarla reddeden anomaliler gibi seçim siyasetinin berisine itilmeye, dışlanmaya, politik varlıkları yok sayılmaya çalışılır. İşi kuralına göre oynayanlara demokrasinin bol meyvelerinin (!), özgürlüklerinin kapıları aralanırken, toplumu seçim dönemleri dışında hapsedildiği tımarhaneden çıkarmaya çalışanlar için başka bir kurumsal tedavi aracı devreye sokulur: Hapishane. Oysa kanaatler toplumunda duyguların akışı öylesine öngörülemez çatlaklardan sızarak yolunu bulur ki demir parmaklıklar sözle beden arasına dikilen bir engel olmaktan çıkarak söylemin taşıyıcısı haline gelebilir. Artık iktidarın onları tam anlamıyla kontrol altına almasından söz edemeyiz. Sözün gücü, kavramların muhafızı olmaktan çıkıp tüm imkansızlıklara rağmen “bir ketıl”ı bile kanaat üretiminin parçası haline getirebilir! İtaat ve vaat varsa diğer yanda manipüle edildikçe biriken, biriktikçe birbirine teması, akışkanlığı, iletilebilirliği artan bir kanaatler yığını vardır artık. Ve kanaatler bulaşıcıdır, cesaret gibi…
SON SÖZ YERİNE PEPE BAŞKANIN TAVSİYESİ
Büyük sol ittifakın tüm umudunu bağladığı Mart 1978 Fransa seçim sonucunu da hatırlatmadan bitirmeyelim: “Birleşen dinamiğin 1978 seçimlerinde zafere ulaşması umudunu sol partilerin liderlerinin arasını açan tatsız çekişme sonlandırdı. Bu ayrılıklar ve 1978 Mart’ının korkunç hayal kırıklığı ile politik eyleme olan ümitsizlik baş gösterdi. Sol, işçileri hayal kırıklığına uğrattı; her şeyin sonunda geriye kalan kirli siyasetti.” (10) Belki de Foucault’nun büyük harflerle siyasete karşı yerel çalışmaları ve kültürel seferberliği ön plana çıkarırken bir bildiği vardı, kim bilir… Ancak şu da bizim gerçeğimiz ki halkların, eşitlikçi ve demokratik arzularının kendi mahallelerinde, sokaklarında, okullarında ve üretim alanlarında cisimleşebileceğinin farkında olan hakkaniyetli tüm ilerici güçler, seçimden bir gün sonrasında devam edecekleri politikanın başka bir formuna dönüştürerek seçim çalışmasına tabandan kenetlenmiş bir yan yanalıkla yoğunlaştıkları koşulda sonuçlar ne olursa olsun dimdik ayakta kalacak bir iradeyi, belki de dört duvar arasında rehin alınmış bulduğu yerde, en ihtimal dışı görünende bulacaktır. Tek sol adayının olası seçim zaferinin nihai zafer olmayıp sonrasında haklar mücadelesinin kazanılmış yeni araçların yardımıyla daha da yükseltilmesi için bir zemin hazırlayacağına ve olası seçim mağlubiyetinin ise hiçbir şekilde nihai mağlubiyet anlamına gelmeyip enseyi karartmadan yeniden mücadeleye devam edileceğine dair bir son sözle yazıyı noktalamak gerekirse bu sözü de Pepe başkana bırakalım: “Acılar, rahat bir yaşamdan biraz daha fazla şey öğretir. Bunu söylerken acı çekme arayışına girin demiyorum. Ama insanlara şunu anlatmaya çalışıyorum: Kendinizi her zaman yeniden toparlayabilirsiniz. Sıfırdan başlamaya her zaman değer; bir kere ya da bin kere. Hayattaki en büyük ders budur. Mücadeleden vazgeçene kadar asla yenik düşmüş sayılmazsınız!” (11)
Kaynaklar:
1- Foucault, M.(2005). Özne ve İktidar.(Çev. I.Ergüden, O. Akınbay). İstanbul: Ayrıntı. S.170
2- Foucault (2005). S. 118
3- Foucault (2013). Toplumu Savunmak Gerekir. (Çev Ş.Aktaş.). İstanbul: YKY. S.32
4- Fernández-Savater, A. (2014). Foucault’dan Ders Çıkarmak: Yeni Bir Politik Hayal Gücü. (Çev. A. Boren, E.Gen). Eldiaro. İnternet.
http://e-skop.com/skopbulten/foucaultdan-ders-cikarmak-yeni-bir-politik-hayal-gucu/2486
5- Fernández-Savater (2014)
6- Foucault (1977). Une Mobilisation Culturelle. Le Nouvel Observateur, Sayı: 670. S. 49. İnternet.
http://1libertaire.free.fr/MFoucault344.html
7- Foucault (2005) S.63
8- Foucault (2013). S.31
9- Foucault (2000). Entelektüelin Siyasi İşlevi. (Çev. I. Ergüden, O. Akınhay). İstanbul: Ayrıntı. s. 39
10- Johnson, R.W. (1981). The Long March of the French Left. Londra: McMillian. ISBN:1349164917. S.12. İnternet.
11- Pepe Başkanın kendi ağzından hayatını anlattığı röportajdan bir kesit: “Jose's interview - Uruguay-#Human”: https://www.youtube.com/watch?v=4GX6a2WEA1Q
* Video aktivisti