TL neden dolar karşısında eriyor?
Bu kriz “kurbağanın tencerede hafif hafif kaynatılması” şeklinde gerçekleşecek. Dibe sürükleniş de dipten çıkış da tıpkı 1994-2001 döneminde olduğu gibi uzun yıllar alacak. Bugüne kadar kayıt dışı yöntemlerle sallantı dönemlerinde ülke içine sokulmuş, kaynağı muhtemelen Katar gibi Körfez sermayesi olan fonların 223 milyar dolarlık özel sektör net dış borcu karşısında kalıcı bir şekilde yardımcı olması da imkânsız.
Mustafa Murat Kubilay
2018 ile birlikte memleketin başlıca gündemi ekonomi. 2008 küresel finansal krizi sonrası hissedilen ilk titreşimler, 2013’te ABD Merkez Bankası’nın politika değişikliği sinyaliyle çalkantıya dönüşmüştü. 2018 yılı da bu çalkantıların sarsıntı şiddetine yükselerek ekonomide deprem etkisinin gözlemlenmeye başlayacağı geçiş yılı olacak. Peki uzunca yıllar iktidar partisi AKP’nin güçlü yanı olarak dile getirilen ekonomi, nasıl oldu da yumuşak karnı haline dönüştü? Bir zamanlar ekonomide istikrarın sembolü olarak gösterilen TL, nasıl her yeni gün rekor kıran doların karşısında eriyor?
Bu sorulara yanıt bulabilmek için temel iktisat derslerinde kullanılan “üçlü açmaz” tanımından faydalanmamız gerek. İktisat bilimine göre dış sermaye akışının yavaşladığı bir dönemde dış finansmana muhtaç bir ekonominin eş zamanlı sabit döviz kuruna, bağımsız para politikasına ve serbest sermaye hareketlerine sahip olması mümkün değil. Kısaca bu üç kavramı açıklayalım.
“Sabit döviz kuru”, uzun yıllar önce dolar kurunun tamamen sabitlendiği veya 2000’li yıllarda dolar kurunun dar bir bant içerisinde sınırlı hareket ettiği bir durum. “Bağımsız para politikası” ise merkez bankasının yerli veya yabancı yatırımcılardan bağımsız kendi belirlediği istikamette faiz ve likiditeyi belirleyebilme yeteneği. Burada bahsedilen bağımsızlık tanımının cumhurbaşkanının TCMB’ye (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası) müdahale etmesiyle alakalı olmadığını belirtelim. “Serbest sermaye hareketleri” ise kara para aklama ve vergi kaçırma amaçlı durumlar hariç; yatırımcıların paralarını serbestçe Türkiye’deki yatırım araçlarına yönlendirebilmesi veya Türkiye’den yurtdışına çıkarabilmesi demek.
Bu tanımlardan sonra neden eşzamanlı bu üç politikanın uygulanamadığını ve haliyle “üçlü açmaz” şeklinde isimlendirildiğini açıklayalım. Eğer ülkenizde düzenli cari açık varsa, bunun finansmanını yurtdışından sağlamak; dolayısıyla serbest sermaye hareketlerine müsaade etmek zorundasınız. Yatırımcıların güvenle parayı getirebilmeleri için parayı çıkartırken de aynı serbestiyi sağlamanız şart. Bu nedenle Türkiye gibi düzenli ve büyük miktarda cari açık veren ülkelerde sermaye hareketleri serbesttir.
Peki dış finansman ihtiyacına rağmen ya o ülkeye yeter düzeyde para gelmezse? İşte o zaman üçlü açmazın sonuçlarına katlanmak zorunda kalırsınız. Ya yabancı fonların gelmesi için kendi para biriminizi daha cazip kılmak zorunda kalırsınız ya da kendi paranızın değersizleşmesine göz yumarsınız. Başka bir ifadeyle ya faizlerinizi arttırırsınız ya da yeni paranın daha yüksek kurdan gelmesini sağlayarak yatırımcıları teşvik edersiniz. Özetle dış sermayeye muhtaçsanız ve yurtdışından gelen para miktarında yavaşlama varsa ya daha yüksek faiz ödeyeceksiniz ya da paranızın değersizleşmesine göz yumacaksınız.
Peki ya üçlü açmazın Türkiye ile ne alakası var? Türkiye son 10 yılda ortalama 45 milyar dolar cari açık veren bir ülke. Üstelik özel sektörün net dış borcu da 2018 yılı itibarıyla yaklaşık 223 milyar dolar. Dolayısıyla Türkiye en üst derecede dış finansmana muhtaç ülkelerden biri. Mayıs 2013’te ABD Merkez Bankası’nın (Fed.) genişleyici para politikalarının sonuna yaklaşıldığı imasıyla birlikte Türkiye de dahil olmak üzere gelişmekte olan ülkelere doğru sermaye akışı yavaşladı. Kısacası Türkiye tam anlamıyla üçlü açmazın içerisinde.
Öyleyse 2013 Mayıs ayı sonrasında Türk Lirası'nın değeri üzerinde ortak sorumluluk sahibi olan hükumetin ve TCMB’nin yaptıklarına kısaca değinelim. Fed Başkanı Bernanke’nin mesajı açıktı: Küresel para bolluğu ve doların değersiz tutulduğu dönemin sonuna geldik! Yatırımcıların kısa sürede kapanan risk iştahı neticesinde Türkiye gibi yüksek risk grubunda yer alan ve Kırılgan 5’li ismiyle anılan ülkeler (Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Güney Afrika da var) ihtiyaçları olan dış finansmanı bulmakta zorlanmaya başladılar. Bu ülkeler serbest sermaye hareketleri neticesinde bir karar vermek zorundaydılar: ya daha yüksek faiz verecekler ya para birimlerinin değersizleşmesine göz yumacaklar ya da bu ikisini eş zamanlı yapacaklar.
KİBİR DÖNEMİ
İşte tam bu dönemde ekonomi yönetimi, 2008 küresel krizi sonrası oluşan yıkımın tüm zamanların en büyük parasal genişlemesi ile kendiliğinden çözülmesini kendi başarısı zannedip aşırı büyük güven patlaması içerisindeydi. Öyle ki Nobel ödüllü Stiglitz gibi önde gelen bir iktisatçının “TCMB’nin kendi türettiği politika araçları gerçekten işe yararsa Nobel İktisat Ödülü’ne bile layık olurlar” sözleri Ankara’da yankılanmaktaydı. Halbuki durum çok ciddiydi ve bu sefer 2008 krizinin sonucunda ortaya çıkan sürpriz ödül para bolluğu tehdit altındaydı. Kibir sonucu dönemin TCMB Başkanı Başçı “Biz bu doların belini kırarız, dolar yıl sonu 1,92’ye düşecek.” gibi racon keser tarzda açıklamalarda bulunuyordu. Ancak bu kibrin sonu acı oldu. Mayıs 2013’ten Ocak 2014’e kadar olan 8 ay içinde dolar kuru 1,79’dan 2,41’e kadar çıkıp yüzde 35 değer kazanınca TCMB olağanüstü toplantı kararı alarak faizleri bir gecede 400 baz puan arttırmak zorunda kaldı. Kibir döneminin bedelini ödemekse vatandaşa kaldı. Dolar kuru faiz artırımına rağmen bir daha 2,07 seviyesinin altını görmedi.
REHAVET DÖNEMİ
Aşırı doz faiz ilacını alan dolar kuru 2014 yılını sakin bir şekilde geçirirken, 2015 yılı ile birlikte azalan yatırımcı risk iştahı nedeniyle sermaye akışında yeniden zorlanmalar yaşanmaya başladı. Bu sefer TCMB geçmişten dersini almış ancak hükumetin aşırı iyimserliği karşısında yetkisiz kalmıştı. Bu ortamda Ocak 2015’ten Eylül 2015’e kadar olan sekiz aylık kısa süreçte dolar kuru önceki zirve noktası 2,41’den yeni zirve noktası 3,09’a çıkarak yüzde 28 değer kazandı. Rehavet döneminin bedelini de ödemek vatandaşa kaldı. Dolar kuru TCMB’nin pasifliği neticesinde bir daha 2,78 seviyesinin altını görmedi.
CEHALET DÖNEMİ
Zorlu geçen yılların ardından Ekim 2015 ve Ekim 2016 tarihleri arasında küresel risk iştahının kısmi de olsa yeniden açılması Türk Lirası'nın imdadına yetişti. Dış finansman kanallarımız bir nebze rahatlamış ve faiz artırımı yapmadan dolar 2,91-3,09 dar bandına sıkıştırılabilir hale gelmişti. Ta ki yalancı baharın Kasım 2016’da Trump’ın ABD Başkanlığı’na seçilip yeni bir fırtına başlatacağı günlere kadar. Bu sefer TCMB üzerinde hükumet baskısı büyüktü; cumhurbaşkanı 2014 Ocak’taki gibi “faiz lobisine boyun eğilmesine” asla müsamaha göstermeyeceğini söylüyordu. Erdoğan’ın şahsına özel ekonomi teorisi vardı. Enflasyonun genel kabul görmüş biçimde yüksek faizle kontrol altına alınabileceği (dolayısıyla dolar kurunun da) değil, yüksek faizin yüksek enflasyonu yarattığı iddiasındaydı. Bu alternatif ekonomi politikası neticesinde kibrini kaybetmiş ve rehavetten uyanmış TCMB istese de gerekli faiz artırımını yapamıyordu. Yaklaşık dört ay süren bu küresel dalgalanma sonucunda dolar kuru 3,09’dan 3,94 seviyesine çıkarak yine yüzde 28 değer kazandı. Hükumetin cehalet döneminin bedeli de vatandaşın sırtına kalmış oldu. Dolar kuru 3,38’in altını bir daha hiç görmedi.
DALALET DÖNEMİ
Ocak 2017 itibarıyla küresel piyasalarda yeni bir bahar oluşmaya başlamış ve gelişmekte olan ülkeler yeniden nefes alabilir hale gelmişti. Bu seferki bahar öyle güçlüydü ki karamsar görüşte olan birçok piyasa oyuncusu dahi varsayımlarını değiştirmeye başlamıştı, ta ki Şubat 2018'e kadar. Küresel piyasalarda büyük bir balonun olduğu endişesiyle yatırımcılar yine risk iştahını kaybetmiş ve dolara yönelmişlerdi. 16 Nisan referandumu sonrası artık hem hükumet hem de TCMB yönetimi baştan sona Cumhurbaşkanlığı’nın kontrolü altındaydı. Saraydan verilen mesaj açıktı: “Her ne pahasına olursa olsun seçimleri kazanmalıyız.”. Bu koşullar altında ekonomideki olası ani çöküşü erteleyecek her tip politika uygulanacak ve büyük çöküş mümkünse yerel seçimlerin (2019 Mart) olmazsa da en azından cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin (24 Haziran) arkasına ötelenecekti. Yatırımların zoraki de olsa devam ettirilebilmesi için tüm kamu olanakları (kamu bankaları ve Hazine dahil) kullanılarak işsizlik mümkün suret düşük gösterilecek, bütçe, borçluluk durumu ve cari denge göz ardı edilecek, dolar kurunun yükselmesi göz ardı edilecekti. Hükumetin kısa vadeli çıkarcılığı ile vatandaşın uzun vadeli çıkarlarının tamamen ayrıştığı bu dalalet döneminin sonucu, Şubat 2018 ile Mayıs 2018 tarihleri arasındaki yalnızca üç ayda dolar kurunun 3,81’den 4,50’ye çıkarak yüzde 15 değer kazanması oldu. Dalalet döneminin ne zaman biteceği belli olmamakla birlikte şimdiden tüm yükün yine vatandaşın sırtına yıkıldığını belirtelim.
Son olarak dolar kurundaki son beş yıldaki büyük patlamaya rağmen faiz lobisine de yenik düşüldüğünü; eş zamanlı hem dolar kurunun hem de faizlerin yükseldiğini TCMB faizleriyle gösterelim.
HÜKÜMETİN KORKULU RÜYASI: ANİ DURUŞ
Peki ama hükumet bu tip ekonomi politikalarıyla işlerin çok daha kötüye gitmesinden endişe etmiyor mu? Elbette küresel risk iştahında olacak sarsıntının büyümesi halinde durumun “sudden stop” yani “ani duruş” şekline dönüşebileceği endişesini yaşıyor. Kısaca bu durumu tanımlayalım: Son beş yıl içerisinde yavaşlayan dış finansman akışının tamamen durması ve hatta net sermaye kaçışının olması. Bu kısımda bir hatırlatmada bulunmak gerekli. Son dönemde özellikle iş insanlarının paralarını yurtdışına kaçırdıkları haberlerine rastlıyoruz. Buna rağmen giriş miktarı hâlâ çıkış miktarının üzerinde. Yalnızca giren para ile çıkan para arasında kalıcılık anlamında bir kalite değişikliği olmakta. Dolayısıyla şu ana kadar yaşadıklarımız kesinlikle net sermaye kaçışı değil, yalnızca sermaye girişinin yavaşlaması. Başka bir benzetmeyle durumu daha basitleştirelim: Ani duruş yaşanıyorsa isteseniz de cari açık veremezsiniz; tıpkı ileri derece akciğer kanseri olan bir hastanın tek nefes dahi sigarayı içine çekememesi gibi.
Peki “ani duruş” gerçekleşirse ne olur? Bu konuyu açıklayan en güzel örnek 2014 Temmuz itibarıyla petrol fiyatlarında büyük çöküş yaşanması sonrası Rusya’nın başına gelenler. 2014 Temmuz ile 2015 Şubat arasındaki yalnızca sekiz ayda dolar/ ruble kuru 34’ten 72’ye fırlamış; doların değer kazancı yüzde 112 olmuştu. İşte en çok endişe edilen durum da bu. Doların 4 liradan 5 liraya çıkması değil, 8 lirayı aşması gibi felaket bir olasılık bu.
Tam bu noktada devreye dış politik ilişkiler giriyor. Rubledeki bu çöküşten yalnızca dört ay önce Rusya, Doğu Ukrayna’ya askeri müdahalede bulunmuştu. Batı’nın Rusya’ya karşı uyguladığı finansal yaptırımlar ülkedeki krizin ani duruş benzeri büyük bir darbe yemesine neden olmuştu. Türkiye, Batı için elbette bir Rusya değil; üvey evlat muamelesine rağmen bir NATO ülkesi.
Türkiye daha önce 2015 yılında benzer bir risk altına girmişti. Dolar kurunun yine o dönem rekor kırdığı ve 1 Kasım yenileme seçimlerinin hemen öncesinde (19 Ekim) Almanya Başbakanı Merkel Türkiye’ye ziyarette bulunmuştu. Altın varaklı koltuklarda ağırlanan Merkel’e sunulan talep muhtemelen “Türkiye’yi ani duruşa itmeyin” idi.
Yine benzer bir riskin yaşandığı Mayıs 2018’te ise bu sefer Erdoğan’ı önce İngiltere Kraliçesi’nin karşısında ve devamında uluslararası yatırımcıları ikna turlarında gördük. Yine seçim öncesine ve dolar kurunun tarihi rekor kırdığı günlere denk getirilen kapalı kapılar ardındaki bu toplantıların gündemini tahmin etmek zor değil. Türkiye’nin jeopolitik önemine karşı Türkiye’nin ani duruşa itilmemesi ricası.
Bununla birlikte siyasilerin etki alanının da sınırlı olduğunu, her tip komplo teorisine ismi karışmış olan George Soros başta olmak üzere birçok yatırımcının 1992 yılında İngiltere Merkez Bankası’nı mat ederek sterlini devalüasyona uğrattıklarını hatırlatalım.
ÇIKIŞ YOLU?
Öncelikle bu krizden hiçbir şekilde kaçış yolunun kalmadığını veya İstanbulluların deyişi ile “köprüden önceki son çıkışın” çoktan kaçırıldığını belirtelim. “Bir Garip Ekonomik Buhran Beklentisi (4): Nerede Kalmıştık?” isimli yazımızda açıkladığımız üzere bu kriz “kurbağanın tencerede hafif hafif kaynatılması” şeklinde gerçekleşecek olup dibe sürükleniş de dipten çıkış da tıpkı 1994-2001 döneminde olduğu gibi uzun yıllar alacak. Bugüne kadar kayıt dışı yöntemlerle sallantı dönemlerinde ülke içine sokulmuş, kaynağı muhtemelen Katar gibi Körfez sermayesi olan fonların 223 milyar dolarlık özel sektör net dış borcu karşısında kalıcı bir şekilde yardımcı olması imkânsız. Yaklaşık 30 milyar dolar gibi cüzi bir miktarda olan TCMB net rezervleri nedeniyle faiz oranları ciddi şekilde arttırılmadan kur patlaması durdurulamaz. Sabit kur rejimi gibi tercihler ülkeyi doğrudan krize sokacak büyüklükte faiz artışı yapılmadığı takdirde çalışmaz. Vatandaşın bankalarda tuttuğu dolar mevduatlara dokunmak gibi uç politika önerileri ise panik yaratarak finansal sarsıntıyı kusursuz fırtınaya çevirmekten başka sonuç getirmez.
Özetle ekonominin mevcut durumu çerçevesinde “dolar duası” hariç hiçbir kurtuluş yolu bulunmuyor. Dolar duasının da tanımını yapalım: Kalıcı bir şekilde küresel risk iştahının artarak 2002-2012 dönemindeki gibi Türkiye’ye sıcak paranın akması.
24 Haziran sonrasında acı reçete kader mi?
NE YAPMALI?
Üstte belirtildiği üzere bir kaçış fırsatı artık olmasa da yıkım sonrasındaki süreçte enkazın sırtlanmasında adaletin teşkil edilmesi mümkün. 24 Haziran seçimlerinde herhangi bir iktidar değişimi ekonomik gidişatı kısa vadede düzeltemez fakat oluşacak iktisadi enkazın toplumun yalnızca düşük ve orta gelirli kesimlerine yüklenmesini önlemeyi başarabilir. İş insanlarının şirketlerinin içini boşaltarak servetlerini yurtdışına kaçırmaları; borçlarını bankalara bırakarak bankaların tıpkı 2001 krizinde olduğu gibi batmaları ve nihayetinde ortaya çıkacak yükün devlet eliyle vatandaşın sırtına bindirilmesine yeni bir iktidar mâni olabilir. Krize girişi olmasa da krizden çıkış koşullarında daha adil yeni bir ekonomik modele geçilmesinin önünü açabilir.
Ekonomi yönetimindeki basiretsizliği yazının başında belirttiğimiz kırılgan 5’li para birimlerinin son beş yıldaki dolara karşı durumlarıyla özetleyelim. Bu süre zarfında Brezilya Devlet Başkanı Rousseff’in Yüce Divan kararıyla görevinden alındığını ve diktatörlük denemesinde bulunan Güney Afrika Devlet Başkanı Zuma’nın zor da olsa devrildiğini belirtelim. Kısacası diğer ülkelerdeki olağanüstü politik risklere rağmen bizim ekonomi yönetimimiz en kötü performansı sergilemiş.
Bu koşullar altında toplum olarak yapılabilecek olan tek şey 24 Haziran seçimlerinde sandığa gitmek ve ekonomiyi bugüne kadar getirenleri cezalandırıp, yeniden toparlanma sürecinde sosyal adaleti göz önünde bulunduracak adayları desteklemek!
Peki mevcut iktidar devam ederse ne olur? İşte o zaman kibir, rehavet, cehalet ve dalalet dönemlerinden sonra gelen “hıyanet” dönemine geçmek durumunda kalırız. Canlandırması daha kolay olan bir örnekle Yunanistan’ın durumuna düşeriz. 2008 yılından beri ekonomik buhran içerisinde çırpınan Yunanistan’ın bu duruma kişi başı yaklaşık 30 bin dolar gelir ile girdiğini; Türkiye’de ise bu rakamın yalnızca yaklaşık 10 bin dolar olduğunu hatırlatalım. Başka bir ifadeyle bir buhranı kaldıracak gelir ve servet vatandaşımızda yok. Bununla beraber vatandaşın geleceğine yön verebileceği bir seçim var!