Özgürlük pratikleri
Özgürlüğü ya da özgürleşmeyi, burjuva toplumdaki ikiliği aşarak, ethos sahibi olarak, belli pratikler üzerinden düşünmeliyiz. Özgürlüğü, duygularımızı, düşüncelerimizi, davranış tarzımızı, ilişkilerimizi, mekânlarımızı iktidarın öznelleştirme müdahalelerinden ne kadar kurtardığımızla ölçebiliriz.
Cemil Aksu
Elbette hakkıdır özgürlük, onu her gün yeniden kazanmak zorunda olanların.
La Manchalı Don Kişot
Genel özgürleşme fikri ile özgürlük arasında ayrım yapan Foucault, her özgürleşmenin özgürlük pratiklerinin yerleşmesine izin vermediğini, bilakis yeni iktidar ilişkileri kurma tehlikesi olduğuna işaret eder. Sözcüğün tam anlamıyla özgürleşme eylemine örnek olarak verdiği sömürge halkının kendisini sömürgecisinden kurtarmasının bile, sonradan “bu toplumun ve bu bireylerin kendi varoluşlarının ya da siyasi toplumlarının algılanabilir ve kabul edilebilir biçimlerini belirlemeleri için gerekli olacak özgürlük pratiklerinin yerleşmesine yetme(yeceğini)”(1) söyler.
20'nci yüzyılın temel sorununun “iktidarın aşırılığı sorunu”(2) olduğuna inanan Foucault, “[b]ugünkü hedef belki ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir” der.(3) Çünkü ben’imizi oluşturan şeyler, belli iktidar uygulamalarının eseridir. Dolayısıyla mesai harcamamız gereken de, iktidar bizi nasıl bireyselleştirir, hangi yol ve yöntemlerle öznellikler üretir gibi konulardır. Böylece Foucault, iktidarın yerini de değiştirir; iktidarın yerinin sadece devlet aygıtı olmadığını, “devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok daha küçük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmaları”nın olduğuna dikkat çeker. Dolayısıyla bu mikro alanlarda değişiklikler yapılmadıktan sonra toplumda da pek bir değişiklik olmayacaktır. Tıpkı 20'nci yüzyılın en büyük devriminin “iktidar aşırılığı”nın örneği haline gelmesinde olduğu gibi.
İktidarın yerinin değişmesi, özgürlük telakkimizi de değiştirmeyi gerektirir. Modern siyasetin temel konusu “iktidar sorunu” idi ve bu devlette somutlanmaktaydı. Devlet ile iktidar kavramları birbirinin yerine ikame edilerek kullanılırdı –hâlâ da kullanmaya devam ediyoruz ya! Bu mantalite çerçevesinde “iktidar sorunu”, devletin parçalanması ya da fethedilmesi olarak tanımlanır. Bu iktidar telakkisinin gerçekliği ile karşılaşan ilk devrimci lider de Lenin’dir aslında. Lenin, 1922’deki parti kongresinde, “devlet biziz” der ama yine de komünistlerin “yöneten” değil “yönetilen” olduğu acı gerçeğine işaret eder; yüksek kültürlü bir ulusun kültürel olarak zayıf olan bir ulus tarafından mağlup edildiğinde dahi fatih ulusu massedeceği tarihsel örneğini vererek.(4) Denebilir ki, 100'üncü yılını kutladığımız Ekim Devrimi'nin bakiye bıraktığı sorunlardan biri de budur.
Eğer, devrim ile devletin parçalanması ya da fethedilmesi özgürleşmemizi sağlayamıyorsa ya da garantilemiyorsa başka mücadele stratejilerini tartışmaya açmayı gerekli kılar. Elbette sahip olduğu güçler (şiddet ve yasa tekeli, eğitim vb.) açısından devlet, kapitalizmin bütün yabancılaştırıcı süreçlerinde yer alan makro bir iktidar gücüdür. Ama iktidar ilişkileri sadece devlette temellenmez, kökleşmez; cinsel yaşamdan delilere karşı davranış tarzlarımıza kadar tüm ilişkilerimizde zuhur eder. Toplum farklı iktidarlardan oluşan bir takımadadır.(5) Bu takımadalardaki iktidar ilişkileri ya da çatışmalar, sınıf tahakkümü ve devlet iktidarı tarafından teşvik edilir ama bunların hayata sirayet etmesini sağlar. Bu yüzden Foucault, devlet ve onun sahip olduğu güçler yerine mikro düzeydeki iktidarın işleyiş mekanizmalarını anlamaya çalışır.
Bu yaklaşım, ekonomik eşitsizliklere, sömürü koşullarına, yoksulluğa, ekolojik krize, siyasal yasaklara, savaşa, vb. rağmen insanların neden hâlâ isyan etmediğini ya da tersinden bütün bunlara rağmen öznelleştirildiğimizi (boyun eğdirildiğimizi) anlamak açısından oldukça elverişli görünmektedir. Çünkü genellikle burjuva toplumdaki siyasal alan-sosyal alan, özel alan-kamusal bölünmesine uyarak “iş başka siyaset başka” anlayışındayız. Siyasal alana (devlete) yönelik komünist eleştiriler yöneltirken “sosyal alan”da “Zaman Tasarruf Şirketi’nin bir üyesi olarak, olabildiğince bir “homo ekonomikus”, bir “girişimci” olarak yaşamaya devam edebilmekteyiz.(6)
Günümüz kapitalizminde ya da neoliberalizmde “sistemsel çelişkilere biyografik çözümler geliştirmeye” yönelik bir teşvik ve tahkir rejimi altındayız. Devlet kaç çocuk sahibi olmamız gerektiğine dair kampanya düzenleyebilir ama bu çocukların yetiştirilmesi ebeveynlerin sorumluluğundadır. “Hastalanmaları halinde bunun sebebi sağlık rejimine uymakta kararlı ve yeterince gayretli olmamalarıdır. İşsiz kalmaları halinde bunun sebebi, bir iş görüşmesinden başarıyla çıkma becerilerini öğrenememeleri ya da bir iş bulmak için yeterince gayret göstermemeleri ya da tek kelimeyle işten kaçmalarıdır. Kariyer beklentilerinden emin olmamaları ve geleceklerini düşünerek acı çekmeleri halinde, bunun sebebi, dost kazanma ve kendini ifade etme ve başkalarını etkileme sanatlarını öğrenmeyi başaramamış olmalarıdır”.(7) Kısacası konut, eğitim, sağlık, temiz bir çevre vb. gibi bütün toplumsal sorunlarla baş etmek, günümüz koşullarında bireyin üstlenmesi gereken bir sorumluluktur. Sistemsel sorunlara bireysel çözümler arayan, bunun sürekli performans mekaniğine tabi olan, kendisini ve etrafındaki her şeyi (doğayı, insanları, ailesini bile) bir işletme mantığı çerçevesinde ele alan herkes “liberal”dir.
Buradan bakıldığında, sistem karşıtı bireylerin temel çelişkisinin, “sistemsel çelişkilere biyografik çözümler geliştirmek” için “sosyal alan”da “girişimci” olarak hareket ederken “siyasal alan”da “toplumsal kurtuluş” mücadelesi vermek olduğu ileri sürülebilir.
Foucault, bize, hangi pratikleri hangi söylemler, bilgiye dayanarak neden yaptığımızı sorgulamamız gerektiğini söyler. Çünkü iktidar belli pratikler üzerindeki pratiklerdir, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipi olmasıdır.(8) Başka bir ifade ile iktidar, bizi belli eylemlere, pratiklere yönlendiren bir eylemler kümesi olarak tanımlanabilir.(9) İktidar pratikler üzerinden işliyorsa özgürlük de bir vaat değil belli pratikler üzerinden göveren bir mevzu haline gelir: “özgürlük pratikleri”. Özgürlük neyi düşündüğümüz, savunduğumuzla, neyi talep ettiğimizle ilgili bir şey değildir, bilfiil ne yapmakta olduğumuzla ilgilidir. “Ethos, olma ve davranma biçimi demekti. Ethos, öznenin olma kipi ve başkalarının çıplak gözle görebileceği bir yapma biçimiydi. (…)Yunanlılara göre özgürlüğün somut ifadesi budur. (…)İyi bir ethos’a sahip olan (…) özgürlüğü belirli bir tarzda hayata geçiren biridir.”(10)
Dolayısıyla, özgürlüğü ya da özgürleşmeyi, burjuva toplumdaki ikiliği aşarak, ethos sahibi olarak, belli pratikler üzerinden düşünmeliyiz. Özgürlüğü, duygularımızı, düşüncelerimizi, davranış tarzımızı, ilişkilerimizi, mekânlarımızı iktidarın öznelleştirme müdahalelerinden ne kadar kurtardığımızla ölçebiliriz. “İnsanın kendisini, kendi yaşamının güzelliği için uğraş veren bir işçi olarak kurmasını amaçlayan bir kendilik pratiğinin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi”ni sağlaması gerekir.(11) İktidar pratiklerine karşı özgürlük pratikleri ile özgürlükçü takımadaları –bu adaların da içinden iktidarlaşmasına da karşı sürekli teyakkuzda kalarak- yaratarak yeni bir yaşama doğru ilerleyebiliriz.
(1) Foucault, M. “Özne ve İktidar-Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yaınları, s.221
(2) Foucault, M. “İktidar ve Bilgi”, İktidarın Gözü, Ayrıntı Yayınları. s.169
(3) Foucault, M. “Özne ve İktidar”, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları. s.68
(4) Lenin, Onbirinci RKP (B) Kongresi, Lenin 2017, Zizek, Ayrıntı Yayınları, s.143
(5) Foucault 2000b:145
(6) Cemil Aksu, Neoliberal Toplumda Öznellik.
(7) Zygmunt Bauman, Bireyselleşmiş Toplum. Ayrıntı Yayınları. s.63
(8) Foucault, M. Özne ve İktidar”, Özne ve İktidar. Ayrıntı Yayınları, s.77
(9) Age. s.75
(10) Michel Foucault, “Bir Özgürlük Pratiği Olarak Kendilik Kaygısı Etiği”, Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları, s. 228.
(11) Michel Foucault. “Hakikat Kaygısı”, Özne ve İktidar: Seçme Yazılar 2. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. s.88