Demirtaş yargılaması: Feme cinayetleri çağındayız!

Türkiye yargısı, artık yasal sınırlarına çekilmek zorundadır. Bugüne kadar hiçbir dönemde yargının hukukun garantisi olmadığına ilişkin tarihsel miras bugünün hukuksuzluklarını temize çekecek ve normalleştirecek bir gerekçe olarak görülemez. Türkiye’nin artık gerçek bir “parlamento hukuku”na ve gerçek bir “ceza hukuku”na ihtiyacı vardır.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Selahattin Demirtaş’ın dokunulmazlığının kaldırılmasından tutukluluğuna ve oradan da Cumhurbaşkanlığına adaylığı nedeniyle tahliye taleplerine kadar uzanan tartışmaların suç ve ceza hukukuna ilişkin bir bağlamdan çıkıp seçme ve seçilme ve parlamento sorununa geri döneceğini tahmin etmek hiç güç değildi. Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi üye hakiminin muhalefet şerhi en nihayet sorunu ait olduğu yere; Türkiye'deki “siyaset hukuku”na ilişkin anayasal temellerine iade etmiş oldu.

61 Anayasası'ndaki “hakkın özü” sınırlamasının 82 Anayasası'ndaki karşılığı olan “demokratik toplum düzeninin gerekleri” esas olarak anayasal sınırlamalara dair tartışma çerçevesini ortaya koyar. Muhalefet şerhi, bir ceza hukuku tartışması olarak sunulmak istenen meseleyi tam da olması gerektiği gibi “seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” bağlamına taşıyarak şu ana kadarki tüm ceza yargılaması sürecinin artık doğru biçimde tartışılmasının önünü açmış bulunmaktadır. Bu haliyle muhalefet şerhinden birden çok hukuki sonuç çıkarmak gerekecektir. Birincisi Demirtaş’ın dokunulmazlığının kaldırılıp tutuklanması ve aynı rutin ve klişe gerekçelerle tahliye taleplerinin 1 buçuk yıldan fazladır reddedilmesinin parlamento hukukuna aykırı olduğu teslim edilmiştir. İkincisi ise ceza hukukunun siyasi güç amacıyla kullanıldığı bir tür “feme cinayetleri” politikasının sonuçlarını yaşadığımız gerçeğidir.

Önce Demirtaş yargılamasının neden ceza hukuku ile değil “parlamento hukuku” ile alakalı olduğunu görelim. Sonra da feme cinayetleri meselesine gelelim…

PARLAMENTO HUKUKU

Türkiye’de bir “siyaset hukuku” geleneğinin olmadığını, başka deyişle parlamentonun politik, hukuki, etik inşası ve güç ilişkileri meselesinin doğrudan polis ve yargı operasyonlarının konusu olduğunu tarihten ve güncel tecrübelerimizden pek iyi biliyoruz. Sadece ceza hukukunun değil her türdeki “özel hukuk” araçlarının da siyasi tasfiyenin aracı yapıldığı gerçeği bir Türkiye yargı tarihi bilgisidir; partilerin feshedilmesi, parti kapatma ve giderek meclisin tasfiyesi genellikle ceza hukukuna dayanan gerekçelerle açıklanagelmiştir. Demokrat Parti’nin siyasi partileri “cemiyetler hukuku”nu harekete geçirerek Asliye Hukuk Mahkemelerince kapatmaya kalkması kolay hatırlanan tarihi olaylardan birisidir. Fakat daha yakın zamanlarda MHP kongresinin Yargıtay Başsavcılığı ve Anayasa Mahkemesi denetiminden çıkartılıp Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından kolaylıkla müdahale edilebilir bir konuya dönüştürülmesi de Türkiye’deki siyaset hukukunun ciddi bir yol almadığının işaretidir. Daha trajik olanlarını DEP milletvekillerinin vaveyla ile gözaltına alınması ve yargılanarak cezalandırılmaları sürecinden biliyoruz. DEP milletvekilleri parlamentoda milletvekilliği yaptıkları için yargılanmışlar ve 10 yıl hapis yatmışlardı. Türkiye’nin parlamento hukukunun ceza hukukunun tehdidi altında olduğunu gösteren en önemli örneklerden birisini yirmi yıl önce tecrübe edip Türkiye yargısının utanç listesine eklemişken bu kez de Demirtaş ve diğer bazı milletvekillerinin vekillik sıfatlarının düşürülmesi kararı alınarak ceza yargılamasının devreye sokulması ne kadar zayıf ve dayanıksız bir yargısal hafıza ile yol alındığını da gösteriyor. Tabii “ders alma”nın Türkiye yargısının bir özelliği olmadığını da…

Oysa iki şey açık ve netti: Birincisi eğer milletvekilince işlenmiş bir suç var ise yargılanma usulü anayasada açık ve net biçimde ortaya konulmuştu. Yargılamanın dönem sonuna ertelenmesi suç ve cezayı ortadan kaldırmıyordu. Hele faal milletvekillerinin tutukluluk tehdidi altında bırakılması kabul edilir bulunmuyordu. Ve ikinci olarak yasama dokunulmazlığı mutlaktı ve dahası Parlamentodaki temsil oranları ve güç ilişkileri ceza hukukunun konusu olamayacağı sadece Türkiye anayasa hukuku bakımından değil evrensel olarak da kabul gören bir ilkeyi oluşturuyordu. Buna karşılık tam da Demirtaş’ın yargı sürecinde gözlediğimiz üzere, böyle bir durumda apar topar ceza hukukunun işletilmesi yoluna gidilmesi sorunun gerçekte “parlamento hukuku” ile alakalı olduğu gerçeğini kapatamıyordu. Ağır ceza mahkemesi üye hakiminin muhalefet şerhi işte bu tartışmayı kendi gerçek yerine taşımış oldu ki Türkiye’nin en önemli sorunu gerçek bir parlamento hukuku inşa edememiş olması ve ceza hukukunun buna araç kılınmasıdır.

'FEME CİNAYETLERİ ÇAĞI'

Demirtaş yargılamaları ve tutukluluğun devamına ilişkin karar ve tartışmalarının ikinci tarihsel bağlamı “feme cinayetleri” meselesine ilişkindir ki ceza hukukunun siyasi muhalifleri etkisiz kılmak için kullanılması ile alakalıdır. Malumdur ki “feme cinayeti” (fememorte) Alman ortaçağında kilise güçlerinin muhalifleri ortadan kaldırmakta kullandığı intikamcı yargılama türüne verilen bir addır ve halen Almanya’da siyasi muhaliflere yönelik ceza yargılaması tehditleri “feme cinayeti” olarak adlandırılmaya devam edilmektedir. Ülkemize gelince; Türkiye yargısı, tarihsel geçmişi bakımından, kendisini yurttaşlık temelinde kurmadığı gibi siyasi muhalifleri kriminalleştirmek yönündeki arsız iştahı da çok tanıdıktır. Buna karşılık 15 Temmuz sonrası bu geleneğin yapısal bir hale geldiği ve yargının kendi “yasasını yapan ve uygulayan” özgül bir merciye dönüşmeye başladığını görmek zor değil. Bizzat muhalefet şerhi Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesinin kararlarının “siyasal” temelini ve “yargısal” yetkisini tartışmaya açmış, siyasetin ceza hukuku ile ilişkisinin meşru temellerine işaret ederek bu yeni eğilime karşı Türkiye yargısında hala kurumsal ve yasal sınırlarda ısrar eden bir hakim potansiyelinin var olduğu müjdesini vermiş bulunmaktadır.

Sonuç olarak artık şunu ilan edebilecek durumdayız; Türkiye yargısı, artık yasal sınırlarına çekilmek zorundadır. Bugüne kadar hiçbir dönemde yargının hukukun garantisi olmadığına ilişkin tarihsel miras bugünün hukuksuzluklarını temize çekecek ve normalleştirecek bir gerekçe olarak görülemez. Türkiye’nin artık gerçek bir “parlamento hukuku”na ve gerçek bir “ceza hukuku”na ihtiyacı vardır. Aynı gelenekte ısrar etmek yargının bütün tarihsel kötülüklerinin ve günahlarının bugünün yargıç ve savcılarının üzerinde kalmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır.

O halde artık yargının Türkiye siyasetindeki güç, çatışma ve direnişe dair süreçlerdeki yerini doğru ve adalete uygun biçimde seçmesi şarttır.


*Hakim, Demokrat Yargı Eşbaşkanı