İtiraz, direniş, başkaldırı ve vatana ihanetin incelikleri
Her yurttaş, otoritenin bitmek tükenmek bilmeyen iktidar hırsına –ki bu patolojiktir– ve “öteki”ne duyduğu derin, biçimsiz ve varlığını zûlmüne borçlu “hınç” duygusuna karşı; “zihnen” itiraz etmekle, “bedenen” direnmekle, “yüreklice” başkaldırmakla ve lüzûmunda ise “vatan haini” ilân edilmeyi göze almakla tarihsel olarak yükümlüdür.
Hamza Celâleddin/[email protected]
Exegi monumentum aere perennius!
Felsefe itiraz ile başlar (tümceyi böylesi basit ve kısa kuruyorum ki bu tümce de itiraza açık olmaklığı ile semantik ve formel bir bütünlük yakalayabilsin; ne de olsa basit ve kısa olan daima itiraza açıkken, karmaşık ve “uzun” olan her zaman itiraza kapalıdır). Söz gelimi Spinoza felsefesi Skolastisizm’e, John Locke felsefesi doğuştancılığa, Nietzsche felsefesi Aydınlanma’ya ve klâsik Hıristiyan ahlakına yâhût da Sartre felsefesi özcülüğe ve klâsik yazgıcılığa (pek tabii bu örnekler çoğaltılabilir lâkin “akademik gevezelik”ten Albert Camus’ya sığınırım) bir itirazdır. Böylelikle açıktır ki; itiraz etmeyen bir felsefe, yükünü almamış bir geminin açık sularda yalpalaması misali, açık tarihte oradan oraya yalpalayacaktır. İtiraz ile başlayan felsefe −her ne kadar felsefeye doğru atılan ilk adımın “kuşku” olduğu yönünde tarihsel bir kanaat varsa da (bkz: Diderot, Descartes: Her ne kadar kuşkuyu bir araç olarak görmek gafletinde bulunmuşsa da), kuşkuyu da bir itiraz formu olarak görmek oldukça âdildir− güçlü ruhlarda kendisini direnişe (Nietzsche’de ve Spinoza’da olduğu üzere), zayıf ruhlarda ise kendisini biat etmeye (örnek verip yazının odağını kaydırmayayım; biliyorsunuz, kendisi bakirdi) bırakır. Güçlü ruhların harcı olan direniş, kaçınılmaz ve yüzleşilmesi gereken bir felsefî evredir. Otoriteryen söyleme karşı geliştirilmiş her itiraz, otoritenin hücumuna uğrayacak ve filozof kendisini ve yaşamının önemli bir kısmını direnişe adamak durumunda kalacaktır. Bu noktadan sonra ise direniş pasifizminden başkaldırı eylemselliğine geçmek için, güçlü bir ruha, güçlü bir beden eşlik etmelidir. Nietzsche’nin “Tanrı Öldü!” hakikatini haykırışı –ki hakikat ilk kez 1882’de (Şen Bilim’de) dillendirilmesi ile mühimdir, bu seneler Nietzsche’nin ilk bağımsız yıllarını ve dinç bedeninin savurgan devinimlerini işaret eder– direniş hâlindeki Nietzsche’nin başkaldırı hâline geçiş söylemidir. Bu başkaldırı hareketi Nietzsche sonrası için de uyandırıcı bir esindir; hatta denilebilir ki, 20'nci yüzyıl felsefesi aslında bir başkaldırı felsefesidir. Nihayet felsefî süreç, filozof karşısında naçar kalan otoritenin, onu bir “vatan haini”, bir “terörist” ya da bir “şeytan” olarak ilân etmesi ile son bulur (tabii bahsi geçen o zamanlar kitle iletişim araçlarının yaygın olmaması –ya da hiç olmaması–, “polisi arayıp ihbar eden” ya da “gazete köşelerinde otorite karşıtlarını hedef gösteren” muhbir ve tetikçiler için de bir dezavantajdır –“17'nci ve 18'inci Yüzyıl Tetikçilerini Savunacağız Platformu”nun ileti ricasıdır–; lâkin elbet, faşizmde çareler tükenmez). Bu yaşam döngüsü neticesinde, birçok filozof, son nefeslerini bu sıfatların gölgesinde vermişler; kimisi sürgünde, kimisi hapishanede, kimisi ise kurtarılmış bölgelerinde, (her şeye rağmen) huzurlu yüreklerini tarihe, tarihsele teslim etmişlerdir.
Tanrı senden O'na armağan edeceğin huzurlu bir yürek dışında başka bir şey istemiyor. (Eckhart von Hochheim)
Gel gelelim, filozofun bu yaşam döngüsü, bütün yeryüzü yurttaşları için de bir yol gösterici (Kantçı terminoloji her yerdedir) sayılmalıdır. Her yurttaş, otoritenin bitmek tükenmek bilmeyen iktidar hırsına –ki bu patolojiktir– ve “öteki”ne duyduğu derin, biçimsiz ve varlığını zûlmüne borçlu “hınç” duygusuna karşı; “zihnen” itiraz etmekle, “bedenen” direnmekle, “yüreklice” başkaldırmakla ve lüzûmunda ise “vatan haini” ilân edilmeyi göze almakla tarihsel olarak yükümlüdür. Hülâsa, hakikî yurttaşlık ancak “dövüşte-bilinç” ve “direniş ahlakı” ile mümkündür. Lâkin özenle altını çizmem gerekir ki, bütün bu döngünün incelikle (bu defa politik gönderme yok) ve zarâfetle örülmüş olması da oldukça elzemdir. Her şeyin incelikten yoksun olanı kötüyse de (bilfarz; şiirin, müziğin, çiçek sulamanın, kedi sevmenin, düş kurmanın, Kant’a küfretmenin ya da Bataille okumanın) “tarihsel olan”ın incelikten yoksun olanı dehşetengizdir. Öyleyse bu incelik; temelini, itirazda Spinoza’dan, direnişte Bruno’dan, başkaldırıda Nietzsche’den ve vatana ihanette Victor Hugo’dan, Dostoyevski’den ya da en basiti Boethius’tan, Sokrates’ten almalıdır. Tarihin yurttaşı olan her kişi, bu incelikten pay almakla, kendi çağının otoritesine / baskın söylemine “H A Y I R” yâhût “T A M A M” diyebilecek yeteneğe, mahârete ve cesarete (ne de; audere est facere) nihayet erişebilir.
Per aspera ad astra…
İşte tüm bu bahislerin hakikatle ilişkisiyle de, artık her yeryüzü yurttaşı “onur” ve “hürriyet” gibi, otorite tarafından türlü deformasyonlara, tâcizlere, şiddete ve haksızlıklara uğrayarak yozlaştırılmış, içi boşaltılmış ve zarâfetten yoksunlaştırılmış sözcüklerin hakkını teslim etme cüretini kendisinde bulunabilir. Zirâ bu sözcükler, bütün bir yeryüzü tarihinin üzerinde yükseldiği sağlam bir zemin ve bu zeminin üzerinde yükselen tarihin varlıkta kalma/kendisini hakikî kılma sebebidir. Bir yeryüzü yurttaşının en temel tarihsel ödevi ise; artık kendisinden açıktır ki, bu sözcüklerin otorite tarafından talan edilmesine/yozlaştırılmasına engel olmak yoluyla, onların kendi ruhlarını kendi biçimlerine teslim etmektir. Ezcümle, iyi bir yurttaş, bütün bir yaşamını, kaybedilmemiş bir onur ve er ya da geç kazanılacak bir hürriyet adına (ki hürriyet “orada olmak” demektir); itiraza, direnişe ve başkaldırıya adamış olmalıdır (Empedokles’in yurttaşlarının saygısını kazandığı zaman ölmeye karar vermesini anımsayınız, ne güzel bir örnektir, Etna belki hâlen sıcaktır). Bunun neticesinde “vatan haini” ilân edilse bile…
Daha onurlu ve daha hür günlere.
Kedilerle de merhabalaşınız.
Bütün vatan hainlerine, yeryüzü yurttaşlarına ve (afedersiniz) Saussurecülere selâm olsun.
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun…