Quo vadis Türkiye - 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına
Devletin en tepesinin bu düşmanla mücadelesi yeni başlamamıştı ama 15 Temmuz sonrası bu savaş farklı bir mahiyet kazandı: Çünkü bu yeni iç düşman devlet kurumlarına sadece sızmamıştı; öyle düşünülüyordu ki o kurumları ele geçirmişlerdi. Dolayısıyla 25 Aralık 2014 – 14 Temmuz 2016 arası cemaat yapılanmasına karşı başvurulan kurumlarda kadro temizliği kifayetsizdi, bunun yerine ‘devrimci’ iktidar artık bir kökleme siyasetini devreye koyacaktı. Bütün bürokratik, siyasi ve hukuki süreçler basitleştirilmeli, sadeleştirilmeliydi.
Yektan Türkyılmaz* - [email protected]
bir bubi tuzağı sessizliği hüküm sürüyortürlü olasılıklarla yüklü
olağanüstü iri
bir o kadar da tehditkar
(bilmem yanılıyor muyum)
beni dehşete düşürmek istiyorlar
Attila İlhan, Korkunun Krallığı
ESKİ TÜRKİYE, YENİ TÜRKİYE, YEPYENİ TÜRKİYE
Dizinin ilk yazısında genel bir kavramsal ve metodolojik çerçeve çizdim. Sonraki üç yazıda ise Türkiye’deki mevcut durumu tartışmak için ‘devrimci’ perspektifli kişi kültü iktidarı, paranoyak sosyo-politik iklim ve iktidarın üzerinde yükseldiği devlet mekanizmasıyla savaşının buluştuğu örnekler olarak 1930’lar Sovyetler Birliği ve 1960’lar Çin Halk Cumhuriyeti deneyimlerini inceledim. Bu bağlamda şimdi 15 Temmuz ve sonrasına geri dönüyorum.
İlk bakışta tam kadro bir girişim olmasa bile, bir darbe girişiminin ezilmesi Türkiye’de askeri vesayetin ve hatta cunta hayallerinin tabutuna çakılmış son çivi olarak görülebilir. Ancak ülkede askeri vesayetin zaten kökü kazınmamış mıydı? Bununla beraber artık cuntacılığın eski Türkiye tarihine ait bir hastalık olduğu düşünülmüyor muydu? İroniktir ki, 15 Temmuz, başarılabilirliği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, bir kesim için askeri darbenin halen düşünülebilir olduğunu gösterdi. Öyle anlaşılıyor ki, girişimin en büyük hezimet sebebi, ordu, polis ve istihbarat örgütleri içerisindeki partizan kamplaşmalar ve çatlaklardı. Cunta koalisyonunun tek değilse bile esas gücünü oluşturan cemaatçiler, onları bu kurumlar içerisinde kendilerine baş rakip ve düşman gören kesimlerin duvarına çarptılar. Özellikle ordu içerisindeki tasfiyelerin sürekli krizlerle cebelleşen bir ülkede, paradoksal biçimde, benzer bir girişimi düşünülebilir bulanların ellerine daha tek-tip, daha az fraksiyonlara bölünmüş ve dolayısıyla daha ‘kullanışlı’ bir kurum sunup-sunmadığını zaman gösterecek.
Darbe girişiminin muammaları bir yana, muzafferler ‘devrimci’ iktidarlarının şanlı ve kanlı kılıcını salladılar meydanlarda günlerce. ‘Millet iradesinin’ zaferi belki kutlamaya değerdi; ama geleceğin ürkütücü belirsizlikleri ve endişelerinden herkes payını alacaktı. 15 Temmuz sonrası Türkiye 1967 yılı Çin veya 1937 yılı Sovyetler Birliği benzeri bir siyasal-psikolojik iklime girmişti artık. En tepeden en alta sistemin tek ve tartışmasız egemeni korkuydu; yeni olağanüstü rejime en uygun tabir ise Korkunun Krallığı!
YATAĞIMDAKİ DÜŞMAN
Endişe ve belirsizlik nüfuz etmedik hiçbir hücre bırakmayacaktır. Çünkü, ‘düşmanlar’ artık her yerde olabilirlerdi; cumhurbaşkanlığı ofisinde, kabinede, en üst düzey istihbarat koltuklarında, polis ve ordu kurumu içerisinde, mahkeme salonlarında, okul koridorlarında, üniversite amfilerinde, gazete sütunlarında, mahalle ihtiyar heyetinde veya parti büronuzda. En garibi bu düşman, ötekileştirilemeyen bir düşmandı; çünkü hem devletin mekanizmasının ve işbaşındakilerin sosyal tabanının her hücresine dokunmuş, orada harmanlanmış, filizlenmiş bir düşman; hem de takıyyeci ve mahfuz olduğu düşünülen bir düşman –belki de en kaygı körükleyici olanı da buydu. Türkiye artık, sadece 3K (Kürt, Kızılbaş, Komünist), gibi ‘alışılageldik’ ve sınırları nispeten çizilebilir ‘iç-düşmanların’ değil, herkesin potansiyel lanetli ilan edilebileceği bir ülkeydi.
Devletin en tepesinin bu düşmanla mücadelesi yeni başlamamıştı ama 15 Temmuz sonrası bu savaş farklı bir mahiyet kazandı: Çünkü bu yeni iç düşman devlet kurumlarına sadece sızmamıştı; öyle düşünülüyordu ki o kurumları ele geçirmişlerdi. Dolayısıyla 25 Aralık 2014 – 14 Temmuz 2016 arası cemaat yapılanmasına karşı başvurulan kurumlarda kadro temizliği kifayetsizdi, bunun yerine ‘devrimci’ iktidar artık bir kökleme siyasetini devreye koyacaktı. Bütün bürokratik, siyasi ve hukuki süreçler basitleştirilmeli, sadeleştirilmeliydi. Böylece çiçeği burnunda ‘devrimci’ iktidarın bütün arzuları süratle ve şiddetle topluma sirayet edecek, onun her kesiminde ‘devrimci’ dönüşümü kuran ve ebedileştirilen derin izler bırakacaktı. Bu tür bir siyasetin ilk hedefi ve kaçınılmaz bir şartı kurumsal mekanizmaları rafa kaldırmaktı. Yani başka bir dille ifade edersek modern bürokrasinin yapı taşı varsayılan en azından biçimsel ‘rasyonel’ usul ve süreci, ve de kadro seçimindeki asgari liyakati etkisiz kılmak. Kısacası, sorun bir tek kurumsallığı mümkün kılan ‘rasyonalite’ ve usulün ortadan kaldırılması değil, bununla beraber konumlarına uygun donanımda olmak gerekliliğinin de olağanüstülüğe ve aciliyete kurban edilmesi. Dolayısıyla zaten ağır-aksak takip edilen liyakat artık yerini tamamen sadakate bırakmış görünüyor.
KUDRETSİZLEŞİP KUVVETLENMEK, YALNIZLAŞIP POPÜLERLEŞMEK
Evet, kişi-kültü lider siyasi hayatının en güçlü dönemine girmişti belki, ama güçlülüğünün en başta gelen maliyeti yalnızlığı idi. Eğer Hannah Arendt’ten esinlenerek etkileşimli ve üretici sosyal bir süreç olarak kudret (power) ve tek yönlü ikameci ve tahripkar bir doğal eylem olarak kuvvet (force) ayrımı yaparsak, bir zamanlar muhafazakar sünnicilerden, (sol) liberallere ve Kürt gelenekselcilerine uzanan genişlikte bir sosyal ve politik ittifak üzerine kurulu otoritesi ile kudretinin doruklarına ulaşan rejim, en kuvvetli olduğu anda ise sadece şef ve ona çok pragmatik gerekçelerle biat ayini yapanlar kümesine dönüşmüştü. İktidarın başındaki karizmatik kült artık devlet mekanizmasını ve yakın zamana kadar desteklerinin tadını çıkardığı kesimleri sadece güvenilmez değil, dahası onları düşman görür hale gelmişti.
Dolayısıyla o da Joseph Stalin’in, Mao Tse Dong’un yolunu tuttu. Yani ‘sadık’ devlet örgütünün, partisinin ve popüler desteğinin en alt kesimlerini, devlet içi ‘kıdemli’, ‘rütbeli’ düşmanlarına yöneltmeyi seçti. Bir başka deyişle, kanserli hücrelerin metastazına maruz kalmış üst bürokratik mekanizmaları ve kimi entelektüel elitleri kalabalıklara ve memurlara hedef gösterdi. Bunu, ilk günlerde, bir tek iktidar çevreleri değil, birçok analist de dışlanan kesimlerin 110 yıl sonra nihayet siyasette söz sahibi olmalarının delili ve hatta bir demokrasi zaferi olarak değerlendirdi. Bu ancak bir Pirus zaferi ve iktidarın engellenemez kudretsizleşmesinin önündeki en son bentlerin de yıkılmasının delili olabilirdi.
Neden mi? Yukarıda da belirttiğim gibi devlet mekanizmalarına güvensizlik, endişenin esas kaynağı idi. Fakat bu endişelerin hedefi kesim o denli sabitlenemez ve muğlakça tanımlanmıştı ki, artık paranoyaya gark olmuş, krizden kaosa koşan bir tek adamlık sistemi, her yeni zorluk, başarısızlık ve yenilgi anında bu düşmanın yuvalandığı, her dişlisine değdiği günah keçisi mekanizmaya yöneliyor ve yönelmeye devam edecek gibi. İktidar bunu o denli panik içerisinde ve keyfice yapıyor ki, artık tasfiye edilenlerin yerine gelenlerin sadece günler içerisinde ikinci, üçüncü bir dalgayla tasfiyesi görüntüleri satirik bir hal alıyor. Ve şüphesiz bu sarmal her yeni salınımında iktidar bloğunda yeni çatlaklar, fay hatları ortaya çıkarıyor. Ayrıca, belki kuvvet, onu kullanan ile hedefi arasında tek istikametli bir ilişki, yan etkisiz bir ilaç olarak düşünülmüş, kurgulanmıştır. Ancak mesafe alınamaz, ayırt edilemez bir hasıma yöneltilen kuvvet, özellikle de çıplak şiddet ve tehdidine indirgendiğinde, sonuç sadece hiç kimsenin muaf kalamayacağı korku iklimi olacaktır.
Kısacası korku mekanizmasının başında oturan hükümdar da şüphelerinin, kaygılarının kölesidir artık. Her geçen gün aklını ve ruhunu daha da harlayan endişe atakları, merkezden etrafa yayılan ardı-arkası gelmez deprem dalgaları olarak karşılık bulacaktır; iktidarın merkez üssüne yakınlaştıkça tahripkarlaşan sarsıntılar devlet siyasetinin Sünni-Hanefi geleneğindeki rizomatik kadim damarlarını toprak üstüne çıkaracaktır: Seyis, kaşağısını bir yana bırakıp eline kasap bıçağını geçirmiştir; siyaset sadakat ile ihanet, yaşam ile ölüm, varlık ile yokluk arasındaki muhayyel, dehşetli ve tuzaklı bir çizgiden ibarettir artık. Bir siyaset meydanı olarak devlet ise şer’i hükümlerin, usullerin askıya alındığı ibretlik bir mahkeme, hesaplaşma ve idam sahnesidir.
*Öğretim Üyesi
Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno
** Bu yazı ilk olarak kopuntu.org'da yayınlanmıştır.
Dizinin diğer bölümleri:
Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa
Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet
Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri
Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği