Quo vadis Türkiye – 6: 'Kaos'un dayanılmaz cazibesi

Kudretsizleşen rejim devlet mekanizmasına dair endişelerine tedrici bir çözüm olarak bu kurumları meşgul tutmaya çalışıyor. Onları sürekli teyakkuz, sevk ve harekat durumunda bulundurarak kurumların kendi içerisindeki gerilimlerinin, zaafiyetlerinin görünürlük kazanmasını önlemeye, bunları bastırmaya gayret ediyor

Google Haberlere Abone ol

Yektan Türkyılmaz* - [email protected]

Geceye doğru bağırıyorlar savaş adlarını.

Uykumda inliyorum duyduğumda uzaktan yayılan kahkahalarını

Bölüyorlar düşlerin kasvetini körleştiren bir alaz gibi,

Ve bağırlarına vuruyorlar tekrar tekrar örse vururcasına.

James Joyce, Chamber Music, ‘XXXVI’, (1907)

Türkçe’ye Çeviren İsmail Aksoy

BÜYÜK BAŞIN BÜYÜK DERDİ

Hiç şüphesiz en yaygın tasfiye ordu içerisinde yaşandı; bir tahmine göre Türk Silahlı Kuvvetleri (rütbeli) personelinin %32’si, generallerin ise %44’ü tasfiye edilmiş durumda. Rakam bir tek kökleme operasyonlarının boyutunu göstermiyor, aynı zamanda Stalin temizliğinde olduğu gibi konum yükseldikçe hedef olma ihtimalinin arttığına da işaret ediyor. Benzer tasfiyeler polis, istihbarat ve yargı içerisinde de yaşandı. Ayrıca eklemek gerekir ki tasfiyeler devam ediyor ve görünen o ki edecek de.

Bu kurumları özellikle sıralıyorum çünkü çok paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Devlet güvenlik ve ceza kurumlarının en takatsiz düştüğü bir zamanda iktidar ‘devrimci’ manevralarla Türkiye tarihinin en agresif, kapsamlı ve çok hedefli iç ve dış operasyonlarını düzenlemek için hem retorik, hem pratik hummalı bir mobilizasyona girişti.

Büyük miktarda askeri birlikler Suriye sınırına sevk edildi ve çok kapsamlı Fırat Kalkanı operasyonu başlatıldı. Öte yandan iddialı ve görünürlüğü ısrarla sergilenen bir askeri sevkiyat da Irak sınırına gerçekleştirildi; fakat hedefin Sincar mı, Kandil mi, Beşika mı yoksa Musul mu olduğu anlaşılamadı bile. Öte yandan 1920’lerden bu yana irredantizminin yol haritası olmuş misak-ı-milli bir kez daha tozlu raflardan çıkarılıp piyasaya sürüldü. Ama bu defa 1920’ler Musul, 1930’lar İskenderun Sancağı örneklerinden çok önemli bir farkla: Misak-ı-milli maymuncuğunun kullanımı, somut, bir tek yer, toprak parçası için –örneğin sadece gündemde olan Musul operasyonu için– değildi. İlginçtir, irredantizm, ilk kez genel bir siyaset ajandası, yeni bir diplomatik yol haritası olarak sunuluyordu. Bir anda misak-ı-millinin Yunanistan bakiyesi ve özellikle adalar gündeme düştü. Ordu içerisindeki temizlikler sonucu savaş pilotu sıkıntısı çeken Türk Hava Kuvvetleri iki ülke arasındaki gerilimli bölgelerde uçuşlarını beklenmedik bir şekilde arttırdı. Dahası genelkurmay başkanı benzeri az rastlanır bir hareketle kendisi, artık hafızalarda tozlanmış Kardak kayalıklarına, kısa ama oldukça riskli, bir ‘çıkarma’ yaptı. Öte yandan cumhurbaşkanı Nagorno-Karabağ sorununa ilişkin Türkiye’nin taraf olduğunu, yani orada da bir cephe açabileceklerini hatırlattı.

İç güvenlikle ilgili birimler de tasfiyelerle cılızlaşmışken, sınırlar dahilinde de benzer bir tablo vardı; hiç olmadığı kadar çok kesime karşı, hiç olmadığı kadar çok iddialı bir söylem ve eylem programı dillendirilir oldu: ‘Terör’ ve ‘teröristler’ köklenecekti. Yalnız bu artık öncelerden aşina olduğumuz, öznesi nispeten belli, nispeten tanımlanabilir ‘terör’ değildi. Ortak ‘gizli’ özneli bir merkezden orkestra edilen, muhayyel ağlarla birbirine ilişkili, bir tek hedef etrafında bir araya gelmiş bir bloktu. Yetkililer artık açıklamalarında çoğu zaman en başta listeye yeni giren ‘sistem-içi-terör-örgütü’ olmak üzere, FETÖ-PKK-PYD-DEAŞ-DHKP/C biçiminde hep beraber (hatta bazen ASALA’yı da ekleyerek) anmaya özen gösterecekti. Çünkü terör terördü, ve hepsi de aynı ‘üst-aklın’ emrindeydiler.

UCUZ ZAFERLERİN PAHALI FATİHLİĞİ

Darbe girişimi bağlamındaki operasyonlar dışında, OHAL ilanı ile birlikte çok kapsamlı bir legal Kürt Hareketi operasyonu başlatıldı ve devam ediyor. PKK’ye karşı ise daha sıkça Sri Lanka modelinden –siyasal bir çözüm çabası yerine algılandığı biçimiyle sorunun aktörünü, yani PKK’nin askeri varlığını tamamen tasfiye etmeye girişmek– bahsedilmeye başlandı. Çiçeği burnunda içişleri bakanı PKK ‘lafını bundan sonra kimse ağzına alabilecek cesareti ortaya koyamayacak’ boyutta bir programla Ocak ayında, yani teknik olarak belki de en zor bir dönemde, gerillaları kış sığınaklarında imha edeceklerini iddia etti. Ancak, üç hafta sonra ise PKK güçlerinin ‘Nisandan sonra … büyük bir yok oluşla karşı karşıya kalacaklar(ını)’ açıkladı. Daha yakın zamanda ise aynı bakan, askerin dağlarda ‘neredesiniz’ diye bağırarak ‘terörist’ aradığını ama ‘çekilmiş’ oldukları için bulamadıklarını ilan edecekti!

Özellikle büyük şehirlerdeki genel-asayiş uygulamaları belirgin bir biçimde arttırıldı, polisin görünürlüğü neredeyse hiçbir zaman olmadığı seviyelere geldi. Ancak bu üst-perdeden, iddialı siyasetin görünen sonuçlarına bakınca, retorik değerinin pratik getirilerinden daha etkili olduğunu düşündürüyor. Fırat Kalkanı harekatı, ilk zamanlardaki kolay zaferlerin ardından TSK’ya maliyeti her geçen gün logaritmik olarak artan bir maceraya dönüşüyor. Irak sınırındaki büyük çaplı manevralar ancak muammalı bir tatbikat olarak kaldı. Lozan’ı tartışmaya açmak ise uluslararası platformda gülünç duruma düşmek veya yanıt verilemez diplomatik uyarı ve protestolar dışında sadece ülke içerisinde zenofobik altın-çağcılığa kartografik hezeyanlar yaşattı. Bunlar olurken bir bölgesel aktör olarak Türkiye’nin etki ve itibarının taban yaptığı da aşikar. Ülke içerisinde ise silahlı Kürt hareketine karşı gerçekleştirilen topyekün hücumların PKK’nin operasyonel gücünü kırdığını iddia etmek çok zor. Ancak şu açık ki silahlı Kürt grupları şehirlerde tarihte az görülür bir kolaylıkla hedeflerine yönelebiliyorlar.

Bütün bu hummalı temizlik içerisinde belki de en ‘başarılı’ olanı legal Kürt hareketine karşı başlatılan kökleme girişimi. Bu aslında çok kolay zaferin rejimin üzerine uzun vadede yükleyeceği meşruiyet maliyetinin getirisinin kat be kat üstünde olacağını öngörmek zor değil. Bütün iddialı jargona rağmen Türkiye toplumunun dünya savaşından bu yana en güvensiz hissettiği bir dönemden geçiyor. Son olarak dünyayı şoka uğratan Rusya büyükelçisi Karlov’un bir polis tarafından öldürülmesi, bir tek huzur, güvenlik söylemini boşa çıkartmıyor, aynı zamanda uluslararası düzlemde ve ülke içinde Türkiye’nin güvenlik kurumlarındaki yapılanmalara dair şüpheleri arttırıyor.

BU NE YAMAN ÇELİŞKİ!

Peki güvenlik kurumlarının en kudretsiz ve en fazla rektifiye edilmeye ihtiyaç olduğunu düşüneceğiniz bir zamanda bu hırpalanmış kurumlar neden böylesi büyük iddialarla seferber ediliyorlar? Bu sorunun cevabı kesinlikle çok katmanlı olacaktır. Birincisi, tabii ki darbe girişimi bir karşı hamle getirecekti. Ayrıca keskinleştirilerek sürdürülen polarizasyonla beraber artan muhalefetin daha geniş kesimlerinin kriminalize edilmesi de ‘güvenlik’ talebini arttırıyor. İŞİD’in ‘öfkeli Sünni gençler’ statüsünden terör örgütlüğüne terfisi ve Türkiye’nin örgütle Suriye’de karşı karşıya gelmesinin yarattığı kaygıları da eklemek gerekecek. Bu arada 15 Temmuz sonrası iktidarın kendisini hem içeride hem dışarıda daha kırılgan görmesi ve bu yüzden gücünü tekrar ispat çabası da önemli bir gerekçe.

Belki de yukarıdakilerden daha önde gelen bir saik ise rejimin Kürt hareketlerinin hem ülke içerisinde hem de Suriye ve Irak’ta geldikleri durumu ve elde ettikleri statüyü kendisine varoluşsal tehdit algılamasıdır. Buna karşı alınan tutum ise ülke içerisinde yeni bir kolonyal sistem inşası için siyasal ve askeri imha; Suriye ve Irak’ta ise elde Kürt hareketlerinin teritoryel ve siyasal konumlarını sarsmak ve hatta mümkünse bozmak. Ancak yine de bu saydıklarım durumu tümden açıklamıyor.

ARBEIT MACHT LOYAL (İŞLEMEK SADIKLAŞTIRIR)

Çok önemli bir noktayı daha eklemek gerek, o da 15 Temmuz sonrası kronikleşmiş olan kendi kurumlarına, özellikle şiddet ve ceza mekanizmalarına duyulan güvensizlik. Kudretsizleşen rejim devlet mekanizmasına dair endişelerine tedrici bir çözüm olarak bu kurumları meşgul tutmaya çalışıyor. Onları sürekli teyakkuz, sevk ve harekat durumunda bulundurarak kurumların kendi içerisindeki gerilimlerinin, zaafiyetlerinin görünürlük kazanmasını önlemeye, bunları bastırmaya gayret ediyor. Ancak bunu eklediğimiz zaman niçin bu denli hırpalanmış güçlere bu denli yüklenildiğini açıklayabiliriz.

Hal böyleyken gidişatın durumu daha da vahimleştiren bir kısır döngüye dönüştüğü de ortada: Kendisinden endişe duyulan, korkulan devlet mekanizmaları, devletin en tepesinin temizlik operasyonlarıyla sökülüyor; liyakatsız kadrolaşmaya uğratılıyor; ve hırpalanmış bu mekanizmalardan daha önce gösterdiklerinin çok daha üstünde bir performans umuluyor; doğal olarak ortaya çıkan başarısızlıklar ve beceriksizlikler, daha fazla endişe ve bu kurumlara karşı daha da artan güvensizliğe dönüşüyor; buna karşı rejimin tavrı bir yandan bu kurumları daha da meşgul tutmak öte yandan daha fazla sökmek oluyor. Ve çemberde başa dönülüyor.

Bu tür bir devlet ağının en zorlanacağı durum doktriner ve stratejik bir hatta siyaset yürütmektir.

(Bu yazı Aralık 2016 ve Şubat 2017 arasında yazıldı. Güncellemeden yayınlıyorum.)

Görsel kaynak: ‘The Garden of Earthly Delights’, Hieronymus Bosch, ca. 1495-1505

*Öğretim Üyesi

Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno

** Bu yazı ilk olarak kopuntu.org'da yayınlanmıştır.

Dizinin diğer bölümleri:

Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa

Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet

Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri

Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği

Quo vadis Türkiye- 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına