Dolsa ne olur dolmasa ne olur?
Ekonomi politikasında yapılması gereken, rasyonel ve güvenilir karar alma mekanizmalarının inşasıdır. Bu, ancak kurumların ve kurumsallığın baş tacı edilmesi ile mümkündür. İstikrar ve öngörülebilirliğin temeli merkezi otoritenin güçlendirilmesi değil, bağımsız ve rasyonel kurumların mevcudiyetidir.
Onur Bülbül*
“Rakamlara yeterince işkence ederseniz, duymak istediklerinizi söylerler.” Nobel ödüllü ünlü İngiliz ekonomist Ronald Harry Coase’e atfedilen bu söz, özünde istatistiğin “bilimsel” olanı ile olmayanı arasındaki farka da vurgu yapan, eğlenceli olduğu kadar önemli bir tespittir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) özellikle 2016 yılı sonundan bu yana uygulamaya koyduğu yeni ulusal veri hesaplama yöntemi çerçevesinde yayımladığı istatistiklerin güvenilirliği artık herkesçe sorgulanan bir konu. Bununla ilgili söylenecekler çokça yazıldı çizildi.
Bununla birlikte, rakamlara ne kadar işkence ederseniz edin, değiştiremeyeceğiniz bazı gerçekler var. Bu gerçekleri saklayamayan ülkeler ise sorumluluk almak yerine genellikle dış güçlere, ülkeleri üzerinde oynanan oyunlara fatura kesiyorlar. Venezuela’da Maduro’nun söylemlerinden, ülkemizde TL’nin değer kaybı çerçevesinde yaşanan tartışmalara kadar dünyada bu durumun pek çok örneğine rastlamak mümkün.
TL’nin değer kaybının sebepleri halen tartışılmakta, ancak bu durumun gerek ulusal gerekse uluslararası seviyede yarattığı tahribat üzerinde düşünmekte ayrıca fayda var. Bunu yaparken de özellikle iktidarın her fırsatta övünerek bahsettiği belli başlı verilerde kur nedeniyle ortaya çıkan değişime odaklanmak, “dolsa ne olur dolmasa ne olur” sorusunu cevaplamakta yol gösterici olacaktır.
DÜNYANIN 17'NCİ BÜYÜK EKONOMİSİ DEĞİLİZ!
TÜİK’in 29 Mart 2018 tarihinde açıkladığı 2017 yılına ilişkin büyüme oranı ve bu oran doğrultusunda hesaplanan 2017 yılı Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’mıza (GSYH) ilişkin açıklama metni şu şekilde:
“Üretim yöntemine göre cari fiyatlarla GSYH, 2017 yılında bir önceki yıla göre yüzde 19 artarak 3 trilyon 104 milyar 907 milyon TL oldu.”
TÜİK’in 2017 yılı ortalama dolar kurunu 3.64 alarak yaptığı hesaplamaya göre dolar bazında GSYH’mız 851 milyar dolar seviyesindeydi. Bu rakam, Türkiye’nin dünya ekonomileri arasında uzun zamandır koruduğu 17. sıradaki konumunu tescil ediyordu.
TL’de 2017 yılı başından bu yana devam eden değer kaybı ve nihayet Merkez Bankası’nın 23 Mayıs 2018 tarihinde faiz artırım kararı ile kura müdahale etmesi sonucu söz konusu tarihte 4,90’ları bulan döviz kuru gerilemeye başlayarak 4,58 seviyesine kadar düşüş kaydetti.
2018 yılı ortalama kurunu şimdiden kestirmek zor olsa da, gerek ABD ekonomisine ilişkin ekonomik göstergelerdeki olumlu beklentiler ve öngörülen faiz artırımları nedeniyle doların diğer tüm para birimleri karşısındaki değerinin (dolar endeksi) yukarı yönlü eğilimi, gerekse Türkiye’deki belirsizlik ortamı, kurun yukarı yönlü hareketini daha olası kılıyor.
Bu varsayımlar çerçevesinde, döviz kurunun 2018 yılı ortalamasını, 23 Mayıs tarihli Merkez Bankası müdahalesinin hemen ardından gelinen nokta olan 4,58 alarak yapılan bir hesaplama ile, ülkemizin 2017 yılı GSYH’sı 173 milyar dolar kayıpla 678 milyar dolar olarak kaydedilmektedir. Bu rakam, 2017 yılının anlı şanlı yüzde 7.4’lük büyümesine rağmen GSYH’mızın dolar karşılığının yüzde 20 küçülmesi anlamına gelmektedir.
IMF tarafından Nisan 2018’de açıklanan küresel ekonomik görünüm raporunda yer verilen veriler ve büyüme tahminleri çerçevesinde 2017 yılı tahminine göre 849 milyar dolarlık GSYİH ile dünyanın 17'nci büyük ekonomisi konumunda bulunan Türkiye, yukarıdaki hesaplama ile 3 sıra düşerek, 678,5 milyar dolarlık GSYİH’ya sahip ve 8,5 milyon nüfuslu İsviçre’nin bir basamak arkasında; 637,7 milyar dolarlık Arjantin’in ise bir basamak önünde, 20'nci sıraya gerilemektedir. Bu sıralama, Türkiye’yi iktidar partisinin ekonominin dümenine geçtiği ve o günden bu yana ekonomide yaşanan gelişmelere atıf yaparken milat aldığı 2002 yılında bulunduğu yere geri getirmektedir. Tabii iktidar tarafından yapılan bu değerlendirmelerde 2001 krizinin 2002 yılının ekonomik göstergelerine etkilerini de ayrıca dikkate almak gerekir. Dahası, kurun bugünkü seviyesi ve TL’nin ilave değer kaybı riski nedeniyle G20 üyeliğimiz de sallantıdadır.
KİŞİ BAŞINA DÜŞEN MİLLİ GELİRİMİZ 10 BİN DOLARIN ÜZERİNDE DEĞİL!
Yine TÜİK tarafından açıklanan veriler çerçevesinde 2017 yılı için 10,597 dolar olarak hesaplanan kişi başına düşen milli gelirimiz, TL’de yaşanan değer kaybı neticesinde 23 Mayıs tarihli kur ile hesaplandığında 8,441 dolara inmiş bulunmaktadır. Bu rakam, hükümetin 2018-2020 dönemine ilişkin Orta Vadeli Program’ında (OVP) 2018 yılına ilişkin öngördüğü yüzde 5,5’lik büyüme oranının yakalanması durumunda bile 23 Mayıs tarihli kur ile ancak 9,067 dolar seviyesine çıkmaktadır. Yani TL’de yaşanan değer kaybı, hükümetin büyüme öngörüsünün gerçekleşmesi durumunda bile Türkiye’yi, Dünya Bankası tarafından baz alınan yüksek gelir sınıfının kişi başına düşen gelir eşiği olan 12,235 dolardan daha da uzaklaştırmaktadır.
ENFLASYON YÜZDE 14'E ÇIKMIŞTIR!
Yine OVP’den altıntılarsak:
“2017 yılı Ağustos ayı itibarı ile tüketici enflasyonu yüzde 10,7 oranına yükselmiş, döviz kuru gelişmelerinin yıllık tüketici enflasyonuna birikimli katkısı Ağustos ayı itibarıyla yaklaşık 3 puana ulaşmıştır.”
Söz konusu 3 puanlık birikimli katkının, doların 1 Ağustos 2016’da 2,99’dan 1 Ağustos 2017’de 3,52’ye çıktığı 1 yıllık dönemde kurda yaşanan yüzde 17,7’lik artıştan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Döviz kurundaki artışın, ithal fiyatları yolu ile enflasyonda da artışa neden olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalar döviz kurunda yüzde 20 oranında bir artış yaşandığında, bu artışın enflasyon üzerindeki birikimli etkisinin bir yıl içinde 3 ila 3,5 puan arasında olabileceğine işaret etmekte. Böylesine bir değişim, diğer tüm verilerin sabit kalması durumunda enflasyonu yüzde 14 seviyesine getirmektedir. Diğer taraftan, özellikle petrol fiyatlarında yaşanan yukarı yönlü ivmenin enflasyon üzerindeki yukarı yönlü baskıyı daha da artırdığı bilinmektedir.
DIŞ BORÇ GSYH'NİN YÜZDE 65'İNE ULAŞMIŞTIR!
Merkez Bankası tarafından açıklanan en güncel verilere göre 2018 yılı Mart sonu itibarı ile Türkiye’nin döviz cinsinden yükümlülükleri ile varlıkları arasındaki fark (net uluslararası yatırım pozisyonu) 443,7 milyar dolarlık açığa işaret etmektedir. Bu durumda, 23 Mart-23 Mayıs arası iki aylık dönemde döviz kurunda yaşanan yükselme, ülkemizin doğudan döviz borç stokunu 266 milyar TL artırmıştır. Yine 2018 yılı Mart ayı istatistiklerine göre özel sektörün kalan vadeye göre kısa vadeli dış borç stoku 181,8 milyar dolar seviyesindedir. Dolayısıyla, sadece son iki ay içerisinde kurda yaşanan değişim, reel sektörün 1 yıl içerisinde ödemesi gereken döviz borcu yükünü 109 milyar TL arttırmıştır.
Öte yandan, 443,7 milyar dolarlık dış borcun TÜİK hesaplamalarında kullanılan 2017 kuru ile Türkiye GSYH’sının yüzde 52,1’ine tekabül ederken, 23 Mayıs tarihli kur seviyesinden yapılan hesaplamada yüzde 65,4’üne tekabül ettiğini de ayrıca vurgulamak gerekir.
NE YAPMALI?
Hal böyleyken, hükümetin “dolsa ne olur dolmasa ne olur” şeklindeki yaklaşımı akılcılıktan uzaktır. Esasen, ülke ekonomisinin geleceğine ilişkin beklentileri olumsuz yönde etkileyen durum, bu yaklaşımdır. Buna ilave olarak, rasyonel politikalar ile idare edilmesi gereken ekonomide yaşanan sorunları dış mihraklara bağlamak sorumlu yönetim anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Nitekim, Merkez’in müdahalesinin ardından düşen dolar, 24 Mayıs 2018 tarihinde dış mihrakların değil, yerli yatırımcının 2,5 milyar dolarlık alımı ile tekrar yükselişe geçmiştir.
Ekonomi politikasında yapılması gereken, rasyonel ve güvenilir karar alma mekanizmalarının inşasıdır. Bu, ancak kurumların ve kurumsallığın baş tacı edilmesi ile mümkündür. İstikrar ve öngörülebilirliğin temeli merkezi otoritenin güçlendirilmesi değil, bağımsız ve rasyonel kurumların mevcudiyetidir. Türkiye ekonomisine güven, ancak ekonomiden sorumlu kurumların doğru politikaları uygulamak için siyasi iradeden icazet aldığı veya siyasi iradeye ulaşan yatırımcının probleminin bir telefon ile çözüldüğü, ulaşamayanınsa yaya kaldığı bir ülke olmaktan ziyade; yerli/yabancı tüm ekonomik aktörlerin oyunun kurallarından emin olduğu, ayrımcılık yapmayan, kişilerden bağımsız, şeffaf ve öngörülebilir hukuki düzenlemelerin uygulanması ile mümkündür.
*InnoNative Advisors Kurucu Başkanı