İslamcılık bir vaat taşıyor mu?
Kendini İslamcılık üzerinden İslam’a nispet eden insanların kaderini bağımlı kıldığı güç bloku, hem memleketin geleceğini karartıyor ve bir tedirginlik kaynağı olmaktan çıkamıyor hem de insanların din ile ilişkisini çıkar ağlarının ortasına gömüyor. Ancak bu çıkar örgütlenmesinin dağılmasından sonra yeniden bir yol yürümek, hep beraber sahiplenilebilecek bir isme kavuşmak mümkün olabilecek.
Sinan Kızılkaya
İslamcılık Türkiye’ye ne vaat edebilir? Muhalif aktörken biriktirdiği mirasın izinden giderek artık cevaplayabileceğimiz bir soru değil bu. Son on beş yılda geçirilen değişimin ardından Türkiye’de hakim güç blokunun eklerinden birinin ismi İslamcılık olmuşken ne vaat edebileceğini yeniden düşünmeliyiz.
Sorunun bu şekilde kurulması şüphesiz itiraza konu olacaktır ve İslamcılık isminin fiilen gördüğümüz şu ya da bu siyasal pratiğe yapıştırılamayacağı, onun daha farklı bir şey olarak, başka iddialara sahip, müslüman kişinin eminliği ve adaleti ikame etmesiyle ilgili olarak tasavvur edilmesi gerektiği söylenebilecektir. Bu itirazı karşımıza almadan (almadan çünkü bu artık fıkhedişi sonuçsuz bırakmaya yönelen bir itirazdır), vahiyle muhatap insanın dünya üzerindeki eyleminin kıstasını Kitabın tahkim ettiğini de unutmadan, ama burada imlenen müslümanlığın artık karşımızda İslamcılık ismiyle kendini gösteren siyasi pratikle ilişkisiz olduğunu teslim ederek sormamız gerekiyor. İslamcılık Türkiye’de yaşayan insanlığa ne vaat ediyor?
Şüphesiz Müslümanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyen bir Kitap ve gelenek orta yerde duruyor. Herkesin bu Kitap ve gelenekten kendine çıkardığı pay az biraz farklı olsa da Kitabın ve geleneğin kaviliği eninde sonunda istinat noktası ve meşruiyet hizasını belirleyen bir güce sahip. Ama bu güç daha çok söylemlerimiz arasındaki farklara sirayet ederken bizi hayırda birleştiren bir imkana kavuşturulamamış görünüyor. Bu nedenle tartışmayı buradan da çıkarmalıyız. Çünkü herkesin az biraz diğerinden farklılığı dünyevi uğraş, çıkar ve bağlarına gömülü. Ve kimse bunu açıkça itiraf etmese de Kitap artık bizi bağlayan bir mahiyette değil. Bunun aksi söz konusu, bizler Kitabı çoğunlukla kendimizle mukayyet kılmaya çalışıyoruz.
Meseleyi somut bir düzleme getirmek gerekiyor. İslamcılar ne vaat etti ve vaat ettiklerini yapacakları bir güce kavuşunca ne yaptılar?
Eski zamanlarda adalet ve ahlak vaat ediyorlardı. Adalet ve ahlak kavramları ile ne kastettikleri, neyi istedikleri elbette bir tartışma konusu idi. Ama bu tartışma zaten her zaman kamusal alanda bir müzakere konusudur. Nihayetinde bugün itibariyle bu vaat de yok, vaadin neliğini açığa çıkaracak müzakere de.
Eskiden beri feci bir adaletsizliğin hakim olduğu Türkiye’de son on beş yılın değişimlerine rağmen yine feci bir adaletsizlik hakim. Tekil olaylardan bahsetmeyi anlamsızlaştıracak kadar yaygın bir adaletsizlik üreten temel bir yapı söz konusu. Ve bu yapının sürekliliği artık onu kuralsızlıkla tahkim eden siyasal güce bağlı. Bu güç ise kendi sürekliliği için durmadan kendine yeni ortaklar buluyor ve bu ortakları bulurken hiçbir sabiteye dayanma ihtiyacı da hissetmiyor. Bu gücün hakim ortağı Akparti gibi görünüyor ama ortada parti olarak işleyen bir parti kalmadığı gibi yeni güç blokunun devletin arta kalan hangi parçaları ile birbirine bitiştiğini de henüz öngöremiyoruz. Fakat işlenen bütün günahları şevkle üstlenen ve bu üstlenmeyi bir güç gösterisine dönüştüren kibir Akparti’nin üzerinden sıyrılacak gibi de değil.
Şunu da söylemek gerekiyor. İslamcılık ne vaat ediyor diye soruyoruz ama İslamcılık bu değişimin temel bir amili değil. Türkiye’de büyük bir değişim meydana geldi. Soğuk savaşın bitişinden sonra Kemalist blok iktidarını hem uluslararası bağlam hem ulusal düzeydeki tıkanmışlık nedeniyle olduğu haliyle sürdüremez hale gelmişken zenginlikten daha fazla pay isteyen ve daha fazla serbestiyet isteyen toplumsal kesimler yeni siyasi aktörleri olarak Akparti’yi iktidara getirdiler.
İslamcılar ise zamanla bu iktidara eklemlendiler. Değişimin yönünü gördüler, uluslararası bağlamın ve ulusal düzeydeki değişimin yeni iktidar blokunu kolayca gözden çıkaramayacağına kanaat getirdiler ve eklemlendiler. İktidarın zaman zaman seferber ettiği bir hareketlilik imkanı olmaktan başka da bir özellikleri var mıydı? Bu tartışılır. Ama karşılığında bağımsız hareket edebilme imkanlarını, değişime yön verebilme kapasitelerini, söz üretebilme güçlerini kaybettiler. Peki bile isteye şekillenen bu kaybın karşılığında ne aldılar? Dağıtılan ganimetten kitleselliklerine nispeten büyük bir pay, statü yaralarını bir türlü onaramayan ünvanlar ve normal bir toplumsallıkta zaten hakları olan bazı serbestiyetler. Mesela başörtüsü ile çalışabilme, dindarlığını üzerinde taşıyabilme, dini eğitimi aşikar verebilme gibi. Tabi ki bu serbestiyetlerin nasıl yaşandığı önemli, ama bunu da henüz yeterince medenileşmemiş bir toplum olmamıza atfederek sorun konusu etmeyebiliriz.
Hikayeyi çok uzatmaya gerek yok. İslamcılar aldıkları karşılığında iddiasını, vaadini terk etti. Yapısal adaletsizliği kendi lehine tahkim etme yolunu seçen güce bağımlılaşarak belki de hiçbir zaman samimi olmadığına dair algının hakim kılınmasını sağladı. Sıradan bir taşralı toplumsal hareketlilik olarak iktidarı ve zenginliği arzulayan, buna kavuşunca da kendi söylemini araçsallaştıran öznelerle yürüdüğünü gösterdi. Ganimet dağıtımının ayyuka çıktığı 15 Temmuz sonrasıyla sınırlı bir durum da değil bu. Öyle ki 80’lerin tartışma kodları içinde yeşeren, ama ikrar edilememiş darulharpçi yönelimin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz bunun. Hatta Gülen cemaatinin himmet üzerinden kurduğu sermaye temerküzü de Refah belediyeciliğinde yeşeren ihale paycılığı meselesi de toplumdan özenle gizli tutulmuş aynı ekonomi-politiğin iki ayrı yüzü olarak görülebilir. Baştan beri böyle miydi, bilemeyiz ama artık İslamcıların kendi siyasi pratiği sayesinde hakim algı bu.
İslamcıların bugün artık ganimet ekonomisinin kuralsızlığına bel bağladığını, bu kuralsızlığı lehine işletmek için güce yapışmaktan vazgeçmeyi göze alamadığını herkes rahatlıkla görmektedir. İslamcılar da bunu görmektedir, onların siyasal pratiğini izleyen diğerleri de. Gücü kaybetmekten korkmak, bugüne kadar devam edegelen adaletsizliğin bir kez daha aleyhlerine işlemesinden korkmaları demek. Bu korku ise, insanın insanın kurdu olduğu bir toplumsallığın meşru görülmesini sağlıyor. Bu yüzden en entelektüellerinde Schmityen bir olağanüstü hal meşrulaştırmasını görebiliyoruz. Oysa, Adem peygamberden beri hangi peygamber böyle bir olağanüstü hali meşru gördü ki diye sorsanız verecekleri tek bir cevap yok. Fakat buna rağmen kendilerine atfettikleri Müslüman isminin savunucusu olduklarını iddia edebiliyorlar.
Öyle ki bu memleketin en can yakıcı sorunu olan Kürt meselesinde iktidar gitgide sert bir faşizmin ağzına kapılanırken İslamcıların tek yapıp ettiği bu adaletsizliği meşrulaştıracak, sıradan Kürtlere hınçla yönelen hükmetme tarzının gerekli olduğunu ima edecek bir söyleme destek vermek oldu. Elbette İslamcılar arasında nüanslar var. Görmemeyi tercih edeni, gördüğünü tevil edeni, şiddetin karşılıklılık içermesi nedeniyle meşru olduğunu söyleyeni, bastırmanın ardından değişiklik bekleyeni falan filan. Fakat bu farklılıkların neredeyse hiçbiri muhayyel bir ümmetin parçası olarak işaret ettiği Kürt kardeşinin acısına ortak değil. Aksine o acının Kürdün hakkı olarak kaçınılmaz olduğunu bir şekilde söylüyor ve ganimet payını almasında risk ortaya çıkaracak hiçbir ifadeye niyet etmiyor.
Bu meşrulaştırıcı söylem sadece Kürt aleyhine işletilmiyor. Aynı zamanda kentlerde kendilerine ev kıldıkları mülkleri yağmalanan dönüşüm mağdurları (derler ki, onlar kentin değerli arazilerini gasp etmiştir), ancak asgari ücretli çalışabilen veya güvencesiz çalışmaya mecbur bırakılan işçiler (sanırlar ki, tamahkar olmasalar aldıkları kendilerine fazla bile), iyice çeperlere itilmiş ve tedirginleştirilmiş Aleviler (sorsanız, Çorum’dan çıkıp Gazi’de sıkışan aleviyi elit diye anlatırlar) için de aynı şeyleri söylüyorlar. Hakları anca onlara verilendir, fazlasını istemeleri küstahlıktır. Oysa kendilerinin hakkı dünya sultanlığıdır. Buna karşın karşısında statü yaraları taşıdıkları beyaz-türkler/elitler/oligarşi var ki, son on beş yıllık değişimden sonra kim oldukları konusunda toplumsal bir kümeyi artık rahatlıkla işaret edemiyoruz. Ama muhayyel bir öteki olarak her kötülüğün kaynağı ve adaletsizliğin kadim nedeni bilinen bu elitler zaten haklarını bugüne kadar fazlasıyla almışlardır.
Çok basitleştirilmiş görülebilir ama İslamcı söylemin son yıllardaki işleyişi az buçuk böyle. Bu söylem ganimet ekonomisinin ve hukuksuz güç kullanımının kölesi olmuş durumda. Bu şartlarda İslamcılık ismine Kitap ve geleneğin işaret ettiği bir içeriği yeniden verebilmek mümkün mü? Kendini hala İslamcı olarak tanımlamaya çalışan ve kötülüğün egemenliğine girmemiş az sayıda insanın bu memlekette hala yaşadığını görüyoruz ve bu sorunun cevabını onlara bırakmaktan başka bir şey elimizden gelmiyor. Ama verilecek cevap her ne ise, İslamcılık adını üstlenerek bu kadar kötülüğün yapıldığı bir memlekette bu cevabın muhataplarını (kimin muhatap alınabileceği de ayrı bir mesele) ikna etmesi mümkün mü, bilemiyoruz. Fakat artık şurası kesin, İslamcılık mirası kendi yüklenicilerine hem bir imtiyaz bıraktı hem de mükellefiyetler. İmtiyazları reddetme iradesini üstlenmeden ve sadece mükellefiyetlere razı olmadan artık adalete ve ahlaka ilişkin bir söz söylemek mümkün değil.
Bizi yeniden güç dağılımını belirleyecek 24 Haziran seçimlerine götüren ortam biraz böyle. Kendi müslümanlığını güç bloklarına bağlı görmeyen, koşullar ne olursa olsun dünyada bir sınava tabi olduğunu düşünen az sayıda Müslüman'ı bir tarafa bırakırsak, iktidar değişiminden ürken ve sözünü, amelini iktidarın rengine bağlayan İslamcılık iflas etmiştir. Adalet ve ahlak için söyleyecek bir sözü kalmamıştır. El-emin değildir, başkaları için korku ve tedirginlik kaynağıdır. Rabbi karşısında Müslüman ismini taşımak isteyen herkes için buradan çıkış farzdır. Bunu hissediyoruz, fakat bunu dinin lügatiyle konuşmaktan bile ürküyoruz. Çünkü dinin lügati ile söylenebilecek temiz bir söz kalmadığının da farkındayız.
Bu karanlıkla baş edebilmek, yeniden adalet içeren bir söylemi kurabilmek için çok yol yürünmesi gerekiyor. Bu yolu illa İslam’a nispet eden bir isimle tanımlamak da gerekmiyor ama peygamberler geleneğinin her insan ve her nesil için yeniden bir şeyler ifade edebildiğini hatırlamak yeterli olabilir. Sonrasında ne olacağına yolu yürüyenler zamanla karar verecektir.
Fakat öncesinde bu karanlığın dağılması gerekiyor. Ve maalesef artık bu karanlığı dağıtabilecek bir aktör değiliz (cümlenin bu şekilde gelişi bile ilginç. Biz olan özne kim? Kendimiz olan şeyi tanımlamadaki bu kararsızlık, bir taraftan İslamcılık ismine yüklenmiş son yıllardaki siyasi pratiğin ikrah ettiren içeriği ile ilgili diğer taraftan Müslüman ismini üstlenmekten vazgeçmenin imkansızlığıyla). Bir aktör olamadığımızı, bu toplumda bir karşılığımız olmadığını ikrara mecburuz.
Ama önce bu karanlığın, bu güç blokunun dağılması gerekiyor. Çünkü kendini İslamcılık üzerinden İslam’a nispet eden insanların kaderini bağımlı kıldığı güç bloku, hem memleketin geleceğini karartıyor ve bir tedirginlik kaynağı olmaktan çıkamıyor hem de insanların din ile ilişkisini çıkar ağlarının ortasına gömüyor. Ancak bu çıkar örgütlenmesinin dağılmasından sonra yeniden bir yol yürümek, hep beraber sahiplenilebilecek bir isme kavuşmak mümkün olabilecek. Son on beş yılda gerçekleşen değişim, bu topluma sunduğu büyük ümitlerden sonra karanlık bir girdaba saplandı. Toplumumuz bu karanlığın dağılmasını ve güç bloklarının yeniden düzenlenmesini istiyorsa bizim için de umuda imkan var. Aksi takdirde ganimet ekonomisi ve hukuksuz güç karşısında sırtımızdaki günah çok daha artacak.
*Bu yazı ilk olarak Emek ve Adalet'te yayınlanmıştır.