Alman Sol Partisi: Etatistler ve Enternasyonalistler

Alman Sol Partisi (Die Linke), geçen hafta sonu (8-10 Haziran 2018) Leipzig’de olağan kongresini yaptı. Bu kongre, partinin gelecek stratejisinin belirlenmesi ve parti içi dengeler arasındaki güç gösterisi açısından oldukça önemliydi.

Google Haberlere Abone ol

Tamer İlbuğa* [email protected]

Sol Parti 2007’de PDS (Partei des demokratischen Sozialismus – Demokratik Sosyalizm Partisi) ile WASG’nin (Arbeit und Soziale Gerechtigkeit: Die Wahlalternative – Emek ve Toplumsal Adalet Partisi: Seçim Alternatifi) birleşmesiyle kuruldu.

Bugünkü Sol Partiyi değerlendirebilmek için önce PDS ve WASG partilerinin birleşmeden önceki tarihine bakmak gerekiyor. PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) aslında Doğu Almanya’nın devlet partisi SED (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands-Almanya Sosyalist Birlik Partisi)’in isim değiştirmesi ile oluştu. Yani, 1990 yılından itibaren SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) bu isim değiştirmeyle siyasi hayatına PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) olarak devam etti. Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi ve dolayısıyla siyasi, ekonomik vb. koşulların tamamen altüst olması sonucu, PDS Stalinist devlet partisi ideolojisini bırakarak, demokratik sosyalizm ilkesini benimsedi ve yeni birleşmiş Almanya’da yerini aldı. Böylece partinin hedefi “proletarya diktatörlüğü” yerine demokratik parlamenter bir sistemde siyaset yapmak oldu.

ALMANYA’DA SOLUN DERLENİŞİ

Bununla birlikte, iki Almanya’nın birleşmesinden 2007 yılına kadar olan süreçte PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi), daha çok eski Doğu Almanya’da yer alan eyaletlerde başarılı sonuçlar elde ederken, aynı başarıyı Batı Almanya’da yer alan eyaletlerde gösteremedi. Bu nedenle tüm Almanya’yı kapsayan bir parti olmak için başka partnerlere ihtiyaç duydu.

Almanya’da 16 yıl muhafazakâr hükümet iktidarda kaldıktan sonra 1998 yılında SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve Yeşiller’den oluşan bir koalisyon hükümeti iktidara geldi ve bu yeni hükümet diğer bütün sol güçler için bir umut oldu. Ancak sol iktidar 2003 yılında “Ajanda 2010” adlı siyasi programıyla sosyal politika alanında neoliberal bir dönüş gerçekleştirince, bu durum SPD içinde büyük tartışmaların yaşanmasına neden oldu. O yıllarda parti içinde ilerici konumda olan partililerin bir kısmı (bugün büyük oranda SPD parti yönetiminde ve dolayısıyla hükümette yer almaya devam eden) partide kalarak, partiyi dönüştürmeyi tercih etti. Ancak onlar partiyi dönüştürmeyi başaramazken, parti onların muhalif potansiyelini eriterek sisteme dahil etti. Diğer muhalif güçler ise yeni arayışlara giriştiler ve SPD’den istifa ettiler.

Sonuç olarak, 2005 yılında Batı Almanya’da SPD’nin solunda olan eski parti üyeleri, solcu sendikacılar ve sivil toplum üyeleri gibi başka oluşumlar bir araya gelerek WASG’yi (Emek ve Toplumsal Adalet Partisi: Seçim Alternatifi) kurdular. Ancak WASG’nin bütün Almanya’da tek başına organize olabilmesi pek mümkün görünmemekteydi, bu nedenle başka partilerle işbirliğine girme yoluna gittiler.

Böylece Batı ve Doğu Almanya solunu bir araya getiren WASG ve PDS Sol Parti olarak Almanya partisi olmayı başardı. Bugün için Sol Parti’nin yaklaşık 62 bin üyesi bulunuyor ve son parlamento seçimlerinde oyların yüzde 9.2’sini alarak 69 milletvekili ile parlamentoda temsil ediliyor.

KIPPING-WAGENKNECHT AYRIŞMASI

Partinin tarihi üzerinden yaptığımız bu hatırlatma sonrası, geçen hafta sonu partinin yapmış olduğu kongreye geri dönebiliriz. Kongrede parti içinde yürütülen tartışmalar iki güçlü kadın tarafından domine edilmektedir: Bunlardan biri Katja Kipping. Kipping 34 yaşındayken ilk kez 2012’de partinin eş genel başkanı olarak seçilmişti, bu hafta sonu yapılan kongrede de oyların yüzde 65’ini alarak tekrar eş genel başkanlığa seçildi. Ancak bu kez aldığı oy oranı eş genel başkanlık için oldukça düşük. Eğer Sol Parti’yi kendi içindeki değişik gruplardan soyutlayarak kabaca iki akıma ayırırsak, Katja Kipping’in parti içinde enternasyonalist kanadı temsil ettiğini vurgulamakta yarar var.

Diğer güçlü kadın ise 2015’ten beri partinin parlamento grubu eş başkanı Sahra Wagenknecht’tir. Ekonomi doktorası olan Sahra Wagenknecht sol çevreler dışında da ekonomi konularında saygınlığı olan biri. Sahra Wagenknecht parti içinde “etatist” (ekonominin devlet eliyle yürütülmesini savunan, devletçi) kanadı temsil ediyor. Wagenknecht’in eşi, eski SPD Başkanı ve Maliye Bakanlığı görevlerini üstlenmiş olan Oskar Lafontaine bu akımın önde gelen en önemli temsilcilerinden biri. Oskar Lafontaine artık partide aktif rol üslenmemekte ve sadece Saarland Eyalet Parlamentosu’nda Sol Parti grup başkanlığı görevini yürütmektedir. Bununla birlikte, parti içi dengelerde arka planda hâlâ çok etkili olmaktadır. Oskar Lafontaine, Batı Almanya solunun 2005 yılında Gregor Gysi’nin Doğu Almanya solu ile birleştirilmesinde ve bugün için Sol Parti’nin görece güçlü olmasında önemli rol üslenmiştir. Bir anlamda, Lafontaine olmasaydı Sol Parti de bu şekilde olmazdı.

Lafontaine gibi partinin bir diğer güçlü aktörü ise Gregor Gysi. Gysi uzun yıllardır partinin görünür yüzü olmayı sürdürüyor. Bugün için o da Avrupa Sol Parti başkanlığını yürütmektedir.

Aslında her iki sol partinin birleşmesi ile birlikte, parti içinde tartışmalar her zaman yaşandı. Bu tartışmaların temelinde ise Batı-Doğu, reformist-devrimci gibi ayrışma noktaları belirleyici olageldi. Ancak yaklaşık son iki yıldır bu karşıt tartışmalar iki ana eksen etrafında (“enternasyonalist” ve “etatist”) toplanmaya başladı. Her iki grubu bu denli ayrıştıran tartışma ise mülteci ve göç konuları üzerinden yürütülmekte ve partinin stratejisi bu tartışmalar üzerinden belirlenmeye çalışılmaktadır.

BELİRLEYİCİ ETKEN, SINIR VE GÖÇMEN TARTIŞMALARI

Somut olarak her iki yaklaşım arasındaki temel sorun, Almanya “sınırlarının herkes için” açık olup olamayacağı konusunda belirginleşmektedir. Enternasyonalist yaklaşım; parti programıyla da uyumlu ve tarihsel işçi hareketinin de çok önemli bir parçası olan uluslararası dayanışma geleneğini sürdürmenin gerekliliğini vurgulamakta ve sınırlarda insanları ekonomik faydalarına göre değerlendirmenin bir şekilde ayrımcılık olacağına dikkat çekmeye çalışmaktadır. Yani, somut olarak uluslararası hukuk tarafından var olan mülteci haklarının yanında, ilkesel anlamda Almanya’ya sınırsız bir emek göçünün (sınırlar herkes için açık) mümkün olması gerektiği savunulmaktadır.

Burada önemli olan, bu radikal söylemin ilkesel boyutuyla düşünülmesidir. Yoksa bu akımın temsilcileri de bunun realitede mümkün olmayacağını çok iyi bilmektedirler. Başka bir endişeleri de bu ilkelerden ve vizyondan uzaklaşıldıkça reel politikada da sağa doğru kaymaların geleceği yönündedir. Sonuç olarak, onlar için uluslararası dayanışma geleneği ile ulus-devlet düzeyinin aşılması ve daha fazla uluslararası düzeylerde, özellikle de AB düzeyinde politikaların yapılması gerekliliği ön plana çıkmaktadır.

Etatist yönelimde olanlar ise tam bir cumhuriyetçi pozisyonla siyasetin merkezine ulus-devleti koymaktadırlar. “Etatist” ile kastedilen, etkin siyasetin günümüz kapitalist sisteminde öncelikle ulus-devlet kapsamında yapılabileceğidir. Yani burada ifade edilen etatist kavramının etnisite, ya da milliyetçilik gibi ‘ulusalcı” boyutu tanım dışındadır ve Sol Parti’de bu pozisyonların geçerliliği yoktur. Etatist akımın tezi, uluslararası anlaşmalarla kabul edilen mülteci haklarının dışında Almanya’ya sınırsız bir emek göçünün mümkün olamayacağı ve olmaması yönündedir. Belki ilk önce tek başına mantıklı gelen bu pozisyon, çok fazla siyasi problemi de beraberinde getirmektedir. Çünkü son zamanlarda Almanya’da mülteci karşıtı politikalarından dolayı da aşırı sağın seçimlerde başarılı olması, Sol Parti’yi de dayanışma sınırlarını düşünmeye zorladı.

SOL SEÇMEN SAĞA KAYIYOR

Klasik Sol Parti seçmeni eğer aşırı sağ partilere oy veriyorsa bunun nedeninin araştırılmasını ve buna göre de strateji üretilmesini savunan etatist kanat, çözümü küreselleşmenin negatif etkilerini azaltmak için ulus-devlet perspektifinin ön plana çıkarılmasında görmektedir. Küreselleşmenin negatif etkilerinin kapitalist koşullarda geniş anlamda sermayenin serbest hareket etmesinden kaynaklandığı varsayılmaktadır. Bunun yanında, emeğin de serbest hareket etmesini istemenin neo-liberal bir pozisyon almak anlamına geldiği savunulmaktadır. Çünkü kapitalizmde emeğin serbest hareket etmesi demek iş piyasasında rekabeti artırmak, emekçileri karşı karşıya getirmek ve böylece de ırkçılığa yol açmak demektir.

Sonuç olarak, burada ifade edilen argümanların daha ayrıntılı ele alınması gerekmektedir; ancak burada fazla yer olmadığı için, bu yazıda sadece bu hafta yapılan kongrede varılan uzlaşıya değinilmekle yetinilecektir.

İki akım arasındaki uzlaşı, parti programında eskiden geçerli olan “herkes için açık sınırlar” ibaresinin “açık sınırlar” şeklinde değiştirilmesiyle sağlanmış oldu. Ayrıca partinin göç ile ilgili pozisyonu üç madde üzerinden daha da netleştirildi: Birinci olarak, zorunlu göçün nedenlerinin göç veren ülkelerde kaldırılması. Örneğin Almanya’nın bu ülkelere silah ihracatında bulunmasının engellenmesi. İkinci olarak, Almanya’da yaşayan insanlar için bir “sosyal politika atılımın” gerçekleştirilmesine yapılan vurgu. Böylece yaşam koşullarının iyileştirilmesiyle rekabetin azaltılması amaçlanmaktadır. Üçüncü olarak da zorunlu göç etmek durumunda olan mülteciler için geçiş yollarının güvenli ve yasal (sınırlar açık) olması sağlanmalıdır.

Ancak burada önerilen değişiklikler parti içinde yer alan her iki karşıt yönelim tarafından farklı yorumlandı, bu da kongredeki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Örneğin etatist akım, açık sınırların sadece mülteciler için geçerli olduğunu ve emek göçünü kapsamadığını ifade ederken, enternasyonalist yönelimi savunanlar açık sınırların herkes için geçerli olduğunu savundular. Bu uzlaşı parti içi geniş tartışmalar olmadan yapıldığı için kongrede büyük tartışma yaşandı ve sonunda iki akımın temsilcileri yeni bir yol haritası önererek parti yönetiminin ve parlamento grubunun katılacağı bir toplantı yapılmasını ve ardından da bu konuyla ilgili büyük bir konferans düzenlenmesi sözünü verdiler. Böylece az da olsa kongre iki akımın tamamen birbirlerinden kopmasını önlemiş oldu.

YENİ BİR OLUŞUM VE YOL HARİTASI BEKLENİYOR

Son olarak Sol Parti çevresinde yapılan bir başka tartışmaya kısaca değinmek gerekir. Oskar Lafontaine ve Sahra Wagenknecht, artık sol partilerin (SPD, Sol Parti ve Yeşiller) kendi başlarına yeterince güçlü olmadıklarını ve parlamentoda çoğunluğu elde edemeyeceklerini varsayarak, solda yeni bir oluşumun gerekli olduğunu öne sürmektedirler. Birkaç aydır tartışılan ve Eylül ayında kurulması beklenen “Birleşik Sol Hareketi”nin solun tekrar etkin bir rol üstlenmesini sağlayacağını varsaymaktadırlar. Bu hareketi, henüz ayrıntıları net olmamakla beraber, bir partiden ziyade, geniş sol çevrelerin dahil olabileceği bir çeşit ittifak olarak değerlendirmek mümkün.

Ancak Sol Parti yönetimi ve Gregor Gysi gibi etkili isimler de böyle bir oluşuma karşı çıkmaktadırlar. Sol partilerin bölünmeden böyle bir hareket içinde yer almalarının mümkün olup olamayacağını bekleyip görmek gerekecek. Yine de ideolojik olarak “Birleşik Sol Hareketi”nin daha etatist bir çizgi izleyeceği tahmin edilebilir. Örneğin Avrupa Birliği ile ilgili birkaç yıl önce geniş yankı yaratan “Habermas-Streeck Tartışması’nda” etkili Alman sosyologlarından Wolfgang Streeck, Avrupa Birliği’nin yapısal bir çıkmaza girdiğini belirtmiş, bu nedenle yetkilerin AB düzeyinden tekrar ulus-devlete aktarılması gerektiğini, hatta Euro para biriminden de çıkılması gerektiğini savunmuştu. Tartışmanın diğer aktörü Jürgen Habermas ise AB’nin yapısal sorunlarının olduğunu, ancak bu sorunların AB’nin demokratikleştirilmesiyle aşılabileceğini ve geleceğin ulus-devlet düzeyinde olmayacağını ifade etmişti. Bu bağlamda Sosyolog Wolfgang Streeck’in “Birleşik Sol Hareketi”ne katılmayı düşünmesi şaşırtıcı değil.

Sonuç olarak, Sol Parti üzerinden yaptığımız tartışma nerdeyse bütün Avrupa ülkelerinde benzer ya da farklı boyutlarda yapılmaktadır. Avrupa’da genel olarak sol yelpazedeki partilerin bir şekilde dönüşmekte olduğu ve yeniden yapılandığını görmekteyiz. Benzer şekilde Türkiye’de çok farklı koşullarda ve boyutlarda da olsa bu tartışmaların özellikle HDP bağlamında yapıldığını, bu sürecin önemli olmakla beraber zor ve yıpratıcı bir süreç olduğunu biliyoruz.

*Tamer İlbuğa,1970 Avanos doğumlu. 2001’de Hamburg Hochschule für Wirtschaft und Politik’ten mezun oldu. 2001’den 2007’ye kadar Hamburg’da STK’larda göç üzerine çalıştı. 2008-2017 arasında Akdeniz Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde ilk önce proje koordinatörlüğü yaptı ve son beş yılda da AB ve Almanya ile ilgili dersler verdi.