İnanç yetmez ilke ya da babamdan öğrendiklerim
Babanla etiğin, politikanın ne alâkası var diyecek olursanız; kişisel olan politiktir; çünkü insan hem kendisi hem diğerleridir. Diğerleri ile birlikte yaşamamızı kolaylaştıran politika ve hukuk da -her şey gibi ve her şeyden önce- etik gerektirir.
Meriç Seyhan Karaca*
Bu, bir Babalar Günü yazısıdır. Bu, aynı zamanda, hukuka dair algımızın bulanıklaştığı bir ortamda, hukukçu bir babanın hukukçu kızının elinden çıkmış, bazı kavramları bulandırarak durumu berraklaştırma denemesidir.
Siyasetin etik olduğu, herkesin buna lâyık olduğu bir evren varsayalım. Biraz tersten gidelim, sonda söylemem gerekeni baştan söyleyeyim. Siyasetin etikle de ilgisinin olduğu bir dünyada, siyaset yapmak için inançlara tutunmak yetmez. Etik bir siyaset için ilkelere tutunmalıyız. Ben babamdan böyle öğrendim.
Öğrenmekle ilgili “bildiği öğrendiğine yetmez” diye bir deyim, bir de insanın büyük ölçüde öğrendiklerinden ibaret olduğunu bilirim. Ben henüz ilkokuldayken, bilmediğim bir kelime ile karşılaşıp anlamını sorduğumda sözlüğe bakmamı söylemişti babam. Hoşuma gitmemişti ama benim için doğru bir şey yaptığını o zaman bile hissetmiştim. Eskiden öğretmendi, öğrenmenin erdemini ben babamdan öğrendim.
Babam dikbaşlıdır. Anadolu’da aklına yatmayan şeyi yapmayan insana dikbaşlı derler. İnanmadığı veya aklına yatmayan şeyi yaptıramazsınız babama. Aklına yatan şeye ise inanmayı sürdürür. Esasında, kendine de diğerlerine de inanır, hem de inandığını sorgular. İnanmak, bana göre insanlığın gereğidir. İnançlara doğar, onlarla yaşarız. Yıllar önce bir gün dedem kardeşime, “Kimin kulusun?” diye sormuştu - şimdi düşününce ne tuhaf soru. Kardeşim “Arjantin’in kuluyum.” cevabını verdiğinde babamın yüzünde oluşan tedirginliği ve dedemin şaşkınlığını, ya hatırlıyorum ya da o kadar çok anlatıldı ki, bugünden baktığımda görüyorum. O sene Meksika’da dünya kupası oynanıyordu ve babam bize kul olmayı öğretmemişti. Ama kendime ve diğerlerine inanmayı, inançlarımı sorgulamayı ve aklıma yatan şeye inanmayı sürdürmeyi ben babamdan öğrendim.
İnanç bana göre zaten sorgulanan imandır. İman sorgulanmalı mıdır diye soracak olursanız, bence her şey sorgulanmalıdır.
Sorgulamak pek çok şekilde olabilir muhakkak. Çok yönlü okumak ve müzakere etmek, meselâ, sorgulamanın kalite ve kapasitesini artırır. Sorgulama diyorsam siz akıl yürütme anlayın. Bunları da temelde babamdan öğrendim.
Peki akıl nedir, ya da ne değildir? Mesela korku, akıl değildir; bilâkis aklı gölgeler. Duygu, kimine göre akla zıt, bana göre ise aklın içindeki sezginin küçük kardeşidir. Başka bir deyişle sezgi, duygulu akıldır; akıl hem sezgi hem mantıktır. Akıl, mantıktan büyüktür ama ona muhtaçtır. Mantık, akıl için yürüteçtir. Mantığıma uymayan şeyi yapmamayı da babamdan öğrendim.
Akıl yürütmeye gelince o, hem retorik hem diyalektik, biraz da ironiktir. Çünkü akıl yürütme, yani sorgulama, cesaret de gerektirir. Merak etmek ilk adımsa, ikinci adımı sorulardan korkmamaktır. Bana kalırsa akıl yürütmenin içinde kendini sorgulama, kendine şerh düşme, kimi zaman kendi karşına düşme de vardır. Bu yönüyle de sorgulama cesaret gerektirir. Hayatta bir şey aklına, yani sezgine ve mantığına uymuyorsa bunu söyleyeceksin veya durumu değiştireceksin, bunlara cesaret göstereceksin. İfade etmenin ve cesaret etmenin erdemini ben babamdan öğrendim.
Dikbaşlılık kimi zaman sertlik, kimi zaman netlik, kimi zaman da inatçılıkla karışır. Zaten babam da kimi zaman sert, kimi zaman net, kimi zaman da inatçıdır. Babamın inadını en kolay kıracak şey ikna olmaktır, ama onu ikna etmek genelde kolay değildir.
İkna bence, hem söz hem akıldır, hem nutuk hem mantıktır. Daha doğrusu hem güzel söz söyleme hem de akıl yürütmedir. Yani aslında doğru, makul ve güzel söz söylemektir. İkna, her şeyden çok karşındakini dikkate almayı gerektirir. İkna, esasında karşındakini gözeterek akıl yürütmedir.
Dikbaşlılık iyidir. Eğer kişi dikbaşlıysa, adalet duygusu da gelişmiştir gibi gelir bana hep. Adalet hem bir duygu hem de bir erdemdir. Ben babamdan böyle öğrendim.
Adalet duygusundan kastım, kimine göre insanlık onuru, kimi için insanın doğası, bana göre ise insanlığın gereğidir. Gerektir çünkü, herkesin iradesi ve bir miktar sağduyusu vardır. Sağduyu da pek çok şey gibi gelişebilir bir özelliktir. Haksızlık gören bir insan, buna içsel de olsa bir tepki vermeden duramaz. İçten verilen tepkinin dışarı yansıması, adaletsizliğin ne kadar rahatsız edici olduğuna da, kişinin gördüğü zarara da bağlıdır. Adalet duygusu bence her insanda vardır. İnsan, adalet duygusu olandır.
Adalet, aynı zamanda erdemdir. Bence adil olmak, ulaşılabilir değil ama yaklaşılabilir bir hedeftir. Başka deyişle, nihaî olarak adil olmak insan için imkânsızsa da adil davranmak mümkündür. Bu, ulaşamayacağımız için boş vermemiz gereken, yahut yaşarken umursamadan geçebileceğimiz bir duygu değildir. Adil olmaya gayret etmek, adil olmayana ses etmek bir yaşama biçimidir; ve bu hem doğru hem faydalıdır. Kişisel ilişkilerimizde de kitlesel siyasette de tesis etmeye çabalamamız gereken ilk ilke budur. Aristoteles’e katılıyorum; diğer erdemler hep ondan doğar ve ona dahildir.
Adalete dahil erdemlerden birkaç örnek vermek isterim. Meselâ, eşitlik ve denge adalete dahildir. Elbette adalet bunlardan ibaret değildir. O bir yandan, eşitlik sağlamaya indirgenemezse de, eşitsizliği gidermektir. Zarar vermemek meselâ, adalete dahildir. Hiç zarar vermeme imkânı bulunmadığı için her şeye zarar vererek mi yaşıyoruz? Genelde hayır. İstismar etmemek ya da, bence adalete dahil bir erdemdir. İstismar etmeme gereği, insanlığın da gereğidir. Çünkü istismar ederse, bunu sürdürürse, hangi noktada ve nasıl reaksiyon göreceğini bilemez insan. Esasında insan, varlığını sürdürmek için doğayı da insanı da istismar etmemelidir.
Sevmek bile çoğu zaman adalete dahildir. Sevmek iyidir, yani hem doğru hem faydalıdır. Adil olursa insan ya da adalet görürse yahut adalet aramaya gerek görmezse, sevmesi de sevilmesi de daha kolay olur. Sevgi romantik ideal değildir; gerçektir. Başka bir deyişle, sevgi de, yalnızca duygu değil aynı zamanda erdemdir. Kişiyi değiştirir; adil severse insan -artık bu ne kadar mümkünse- hem kendini hem diğerini iyileştirir. Sevmenin ve değişmenin erdemini ben babamdan öğrendim.
Erdem deyip duruyorum, bana göre erdem hem iyi hem doğru olandır. Yani hem insanın hem insanlığın yararınadır. Daima erdemli olmak mümkün değilse de çoğunlukla erdemli davranmak mümkündür. Erdem gündelik hayat etiğidir; erdemli olmaya çalışmak, insanlığın gereğidir. Gerektir, çünkü erdemler ihtiyaçtan doğmuş ve bir ihtiyaca hizmet ediyordur. Hem de sonuçları bizim açımızdan olumludur. Eşitlik ve denge gözetmek, zarar vermemek, istismar etmemek, sevmek, affetmek ve diğer erdemleri hayata geçirmek insanlığın ve doğanın yararınadır. Erdem akla uygun olandır.
Neyin erdem olacağı/sayılacağı ise inançlardan ziyade tecrübe ve gözleme, akla ve mutabakata bağlıdır. İnançların erdem olması, neyin doğru olduğu konusundaki mutabakat zamana ve mekâna yayıldıkça mümkün olur. Erdemin akıl, tecrübe ve mutabakat ile yoğrulması ise ilkeyi doğurur.
Esasında kavram, inanç ve erdemlerin hepsi bir insanlık ihtiyacından doğmuştur ve bir ihtiyaca karşılık geliyordur. Biraz daha ileri gideyim; hepsi de iyi sonuçlar doğuracakları öngörülerek sahiplenilir. İhtiyacın adil veya meşru olup olmadığının değerlendirilmesi ise akıl yürütme ve mutabakatla mümkün olur. Akıl yürütmeden kastım, az önce demiştim ya, sorgulama ve biraz da iknadır.
İlke, benim için sorgulanmış, sınanmış ve üstünde uzlaşılmış erdemdir. İlke hem duygu hem akıl, hem hoşgörü hem uzlaşma içerir ve bunları gerektirir. İlke bir toplum için vazgeçilmez eksendir. Bir topluluğunun değil ama bir toplumun parçasıysak, bu insanın özü itibarıyla iyi ya da kötü olup olmadığını değil, bizi bir araya getiren en az bir ilke üzerinde uzlaştığımızı gösterir. İlke hem insanın hem doğanın, hem erkin hem ona maruz kalanın, ya da hem erkeğin hem kadının meselâ, yararınadır.
İlkeler ayrıca etiktir, ya da en azından etik olmaya gayret etmeyi gerektirir. Etik ise en azından adil olmaya gayret etmeyi gerektirir. Sonra “cesur ol” der, “sorgula,” “başkalarının hikâyelerine kulak ver.” “Bunların ışığında gerekiyorsa değiş, gücün yetiyorsa değiştir” der etik. Bunları buyurmaz ama, bence buyurmayı sevmez. O söyler, dinleyip dinlememek insanın elindedir. Ben de etiğin söylediklerine kulak verdiğimde, dediklerini yapmanın hayatımı güzelleştireceğini duyarım. Dolayısıyla bence etik faydalıdır.
İnanç ve erdemler büyüyünce, yani yaşandıkça ve derinleştikçe, yani hem yaşanarak hem sorgulanarak ilke olur. Kavramlar, erdem ve ilkelerimizi derinleştirmemize, onların ilke olmasına yarar. Tecrübemiz her üçünün de insanlığın gereği olduğunu söyler.
Başa dönecek olursak etik bir siyasetin inançla değil, ilke ile mümkün olacağını ileri sürmüştüm hatırlarsınız. İlkeden kastım özetle, soyut ideallere değil tecrübemize dayanan ve de aklımıza uyandır. Yani ilke, aynı zamanda bizim için iyi olan, güzel sonuçlar doğurandır. İnanç, bir ilkenin temelinde de çatısında da olabilir. Yahut bir ilkede hiç inanç bulunmayabilir. Aslında ilkedeki inanç ya tecrübeye veya akıl yürütmeye tabî tutulmuştur, her ikisine tabî olan ise artık inanç olmaktan çıkmıştır.
Aslına bakarsanız ilke, toplumsal erdem veya akıllı inançtır. Tam tersi de geçerlidir. İnançla siyaset yapılır ama politika için ilke de gerekir. Demek istediğim, politik özneler olduğumuzu biliyor ve bir at bakıcısına tabî olmayı reddediyorsak, bireysel ve toplumsal hayatlarımızda talep etmemiz gereken, tesis etmeye gayret etmemiz gereken şey ilkedir, ilkeli olmaktır. Çünkü ilke, doğru olana yönelik ve faydalıdır. Yanlışa yönlendiren ilke mi olur?
Doğru, daima mantıklı değil, kimi zaman da ironiktir. İroni, diyalektiktir; yani çatışma, çelişme ve uzlaşma içerir. Bu haliyle politik doğruculuğun üstesinden gelir. Politik doğrucu değil ama önce-kendine doğrucu olma gereğini de babamdan öğrendim.
Babanla etiğin, politikanın ne alâkası var diyecek olursanız; kişisel olan politiktir; çünkü insan hem kendisi hem diğerleridir. Diğerleri ile birlikte yaşamamızı kolaylaştıran politika ve hukuk da -her şey gibi ve her şeyden önce- etik gerektirir. Çünkü etik, demiştik ya, insan için hem doğru hem faydalıdır.
Sözlerim biraz akademik biraz polemik, biraz retorik biraz diyalektik, biraz didaktik biraz da otobiyografiktir. Elbette hem metafor hem gerçektir.
Söz, hem ses hem akıldır. Eco’nun da dediği gibi konuşma özgürlüğü retorikten kurtulmaktır. Hem aklımız hem sözümüz varsa ve konuşamıyorsak en azından ses çıkarmamız gerekir. Kötülüğün parlatıldığı zaman ve ortamlarda ilk yapılması gereken erdemleri hatırlamak, birbirimize hatırlatmaktır. Eğer birey olmakla kaçınılmaz olarak politik özne de oluyorsak hem gündelik hem siyasî hayatımıza erdem katmalı, diğerlerinden de bunu beklemeliyiz.
Bu son dediklerimi -sanırım- kendim akıl ettim. Mantığıma ve sezgilerime güvenirim. Diğerlerini hep babamdan öğrendim.
*Araş. Gör., Uludağ Üniversitesi Hukuk Fakültesi