AKP'nin ceberrut devlet vaadi
Kitaptan, okumaktan, eleştirel düşünceden korkan bir iktidar neden “okuma evleri” kurmak ister? Birkaç yıldır yaşananlar, uygulanan politikalar ve özellikle de 15 Temmuz’dan bu yana yapılanları düşündüğümüzde, millet kıraathanelerinin yeni bir ulus devlet inşa sürecinin ideolojik hegemonya kurma aracı olarak karşımıza çıktığını da düşünmek sanırım yanlış olmaz.
Ayşen Uysal
AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın 6 ve 24 Mayıs tarihlerinde açıkladığı seçim bildirgeleri ile kampanyasındaki seçim vaatleri Türkiye toplumlarına ceberut devlet vaat etmeye devam ediyor. Bildirgelerdeki “hakların parti-devlete devri” vaadinden, kampanya sırasında açıkladığı millet kıraathanelerine bir dizi örnek, AKP’nin ve cumhurbaşkanı adayının seçimi kazanması halinde baskı, şiddet ve savaş politikalarıyla yola devam edeceklerini gösteriyor.
Gelin diğerlerini bir yana bırakıp millet kıraathaneleri örneği üzerinde birlikte düşünelim. Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre kıraathane ya salt kahvehane ya da müşterilerinin okuması için gazete ve dergi bulunduran kahvehane anlamına geliyor. TDK’ye göre kıraathanelere kitap bile girmiyor, dolayısıyla kıraathaneleri “okuma evleri” olarak tahayyül etmek biraz zorlama olabilir. Oysa iktidara yakın medya, bu yorumu benimsedi ve fikre oradan doğru alkış tuttu. Sanıyorum onlar kelimenin Arapça kökenini esas aldı. Zira buna göre kıraathane “kelam edilen, okuma yapılan yer” anlamına geliyor. Kıraathaneleri okuma odaları olarak kabul edersek, bir siyaset bilimci olarak söyleyecek daha çok sözümüz olur.
“16 yılın sonunda iktidarın seçim vaadi kıraathane midir?” denilerek sosyal medyada sıkça dalga konusu yapılan kıraathaneler meselesinde, okuma materyali bulundursun ya da bulundurmasın, bence gözden kaçan önemli bir nokta var: Kıraathaneler, tıpkı hükümetin muhtarlar politikası gibi, toplumu mikro düzeyde denetlemenin, günlük hayatı kontrol etmenin araçları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıraathanelere dair projenin detaylarını henüz bilmesek de, toplumsal denetim ve tek tip insan yetiştirme hedefini güdeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. En başta Erdoğan’ın kitaba bakışını ve sansür politikalarını düşündüğümüzde bu mekanlara hangi kitapların girebileceği belli. “Bombadan daha tehlikeli kitaplar” olarak algıladıklarının (okuyup analiz ettikleri demek çok güç) kıraathanelerin yakınından geçemeyeceği aşikar. “Tahrip gücü yüksek saatli bir bombadır patlar” misali tanımlanan kitaplar, ki bunlar sürekli yeniden tanımlanan düşmana göre tasnif edilir, bu millet mekanlarından arındırılacaktır. Aklıma 15 Temmuz ertesinde PTT ya da kargo şirketleri aracılığıyla gönderdiğimiz kitapların, görevlilerin ellerinde bulunan listeden kontrol edilerek yasaklı olup olmadığının denetlenmesi geliyor. Bu örnekte PTT çalışanlarının toplumsal denetimin aktörleri haline getirilmesinde olduğu gibi, millet kıraathanelerini işletenlerin de benzer bir misyonu üstleneceğini düşünebiliriz. Sansür ve toplumsal denetim böylece bir kez daha mahallelere inmiş olacak. Mahallenin AKP örgütlenmesinin önemli ve aslında temel birimi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, sadece siyasal örgütlenmenin değil, toplumsal baskı ve denetimin temel birimi olarak da tasavvur edildiği açıklıkla görülür. Bu açıdan bakıldığında tahmin edileceği üzere, “terörle mücadelenin” önemli bir ayağı da buradan geçecektir. Böylece, tarafımca kaleme alınmış Sokakta Siyaset (İletişim Yayınları, 2017) gibi kitapların, “siyaset sokakta olmaz” denilerek baştan sansürleneceğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. 90’lar Türkiye’sine Bakmak (Dipnot Yayınları, 2016) kitabım ya da Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi (Dipnot Yayınları, 2018) sanırım herhangi bir kıraathaneye yaklaşamaz bile. Barış Akademisyenleri'nin iki buçuk yıldır maruz kaldıkları devlet şiddetine rağmen “inadına yazdıkları” da elbette kıraathanelere uğrayamayacaktır. Medyadaki denetim ve tekelleşme ile neyi izleyeceği, hangi olay ve durum karşısında nasıl düşüneceği iktidar tarafından dizayn edilen Türkiyelilerin, neyi okuyacağını da çok iyi bir prompter okuyucusu olan “reiz”den daha iyi bilecek kimse olduğu düşünülmüyordur sanırım!
Kitaptan, okumaktan, eleştirel düşünceden korkan bir iktidar neden “okuma evleri” kurmak ister? Birkaç yıldır yaşananlar, uygulanan politikalar ve özellikle de 15 Temmuz’dan bu yana yapılanları düşündüğümüzde, millet kıraathanelerinin yeni bir ulus devlet inşa sürecinin ideolojik hegemonya kurma aracı olarak karşımıza çıktığını da düşünmek sanırım yanlış olmaz. Benedict Anderson’a referansla, millet kıraathanelerini “hayali cemaatlerin” oluşturulma ve “kutsal ikonlarını” içselleştirme süreçlerinin bir parçası olarak da değerlendirmek mümkün.
Neden J. Habermas’ın müzakereci demokrasi kuramını geliştirmek için model olarak ele aldığı 18'inci yüzyılın okuma odalarını düşünmedim de, kıraathaneleri gözetlenen ve denetlenen toplumun bir mekanizması ve partinin ideolojik aygıtı olarak değerlendirdim? Bu çok haklı bir soru olabilirdi; şayet baskılanmamış, özgür konuşmanın mümkün olabildiği bir AKP Türkiye’sine dair izler bulabilseydik. AKP politikaları bakımından maalesef böyle bir Türkiye’den oldukça uzağız.
Yaptığım değerlendirmeler size çok zorlama ve abartılı mı geldi? Umarım hepimizin iyiliği için siz haklı çıkarsınız.