Quo vadis Türkiye - 9: Bir beka aracı olarak Rus ruleti

Rejim, Demirtaş'ın yaşama sınırsız bağlılığında, lekenemeyen popülaritesinde kendi ölümünü, kendi geleceksizliğini, kendi başarısızlığını görüyor. Belki de işin iktidar eliti açısından en acı veren tarafı, rejimin Kürdistan’da yeni kolonyal sistemini oturtamaması bir yana, Demirtaş şahsında sembolleşen Kürt siyasetinin kendi projesini artık en azından ülkenin metropollerinde her kesim arasında artarak taraftar bulur hale getirebilmiş olmasıdır.

Google Haberlere Abone ol

Yektan Türkyılmaz* - [email protected]

Bu hayatta ölüm yeni bir şey değil,

Ama yaşamak da hiç yeni sayılmaz

Sergei Yesenin

27 Aralık 1925, İntiharından bir gün önce

DEMİRTAŞ VE İKTİDARIN ÖLÜM KARTI

11 Haziran’da seçim kampanyasının Kocaeli mitinginde oldukça coşkulu destekçilerine konuşan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘eleştiri’ oklarının hedefinde HDP’nin ‘tutuklu’ cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş vardı. İçinde peş peşe ölüm geçen cümlelerinin ardından iyice hararetlenen izleyicilerin ‘idam, idam’ tezahüratlarına Erdoğan seçim yarışındaki rakibine idam cezasının verilmesini sağlayacak düzenlemenin Meclis tarafından hazırlanması durumunda kendisinin bunu onaylayacağını ilan ederek cevap verdi. Böylelikle muhtemelen dünya seçimler tarihinde ilk kez bir aday aynı koltuk için yarışan diğer bir adayın infazını, öldürülmesini benimsediğini ve hatta arzuladığını, bu yöndeki adımlara destek vereceğini çekincesizce hem taraftarlarına hem kamuoyuna deklare etmiş oldu. Peki, halihazırda Türkiye legal, parlamenter siyasetinde önemli ve popüler bir siyasi liderin, bir milletvekilinin ‘ölüm fermanı’ nasıl oluyor da en üst ağızdan bu kadar rahatça, bu kadar ‘övünçle’ ifade edilebiliyor?

Efsunlu 15 Temmuz kalkışmasından bu yana Türkiye’de yaşanan ‘kopuşu’ incelediğim yazı dizisinin bu sayısında ‘yeni Türkiye’de’ ölüm siyasetini (nekropolitik) tartışacağım. Özellikle vurgu yapacağım nokta ise son beş yılda iktidar elitinin uygulama ve söylemlerinin bugüne kadar siyaset-sosyolojisinden/felsefesinden aşina olduğumuz nekropolitik literatürüne ne tür orijinal ‘katkılar’ yaptığı olacaktır. Bu çerçevede yukarıdaki soruya da cevaplar arayacağım.

KUDRETSİZLİK VE ÖLÜMLE DANS

Türkiye’de mevcut siyasal elitin yakın dönem halet-i ruhiye değişimini hızlıca haritalandırırsak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Gezi protestoları ile denge kaybına uğraması; 17-25 Aralık ile devlet içi çatırdamanın uç vermesi; 7 Haziran seçimleri ile yaşanan panik ve cinnet siyasetine geçiş ve 15 Temmuz sonrasında ise devlet içi savaş ile artık topyekûn kurumsal çöküşe, iflasa evrilmesi. Bu türbülanslı süreç içerisinde her geçen gün daha belirgin akut adrenalin yorgunluğu semptomları sergileyen elitin söyleminde ölüm metaforu en merkezi yere oturmuş durumda. Öyle ki, ekonomiden dış siyasete, seçimlere, Kürt meselesine her sorun ve meydan okuma iktidarın tepesindeki şef ve etrafındakiler tarafından bir hayat mücadelesi, bir varlık savaşı olarak sunuluyor.

Belki bir metafor olarak ölüm ve de bir sembolik rekabet objesi olarak ölü bedenlerin ‘yaşama’ ait alanlarda işlev kazanması yeni bir şey değil; ancak karşımızdaki tablo artık hem aydınlanma filozoflarının yaşamı yüceltmek ve hem de modernleşme deneyimlerinin yaşam ve ölümü sembolik ve fiziki alanlar olarak ayırma çabalarının aksi bir görüntüdür. Bu tabloda yaşam ile ölüm arasındaki zıtlık belirsizleşmiştir. Yaşam artık ölümle manalı ‘olağanüstü’ bir istisnadır. Ölüm ise sıradan, umulan ve hatta kutlu bir mevki. Doğrudan ifade edersem mevcut rejim kurucu bir rejim olmak niteliklerinden oldukça uzaktır; kalıcı, ebedi bir yeni nizam yaratma vizyonuyla değil, her an kendi ölümünü düşünerek hareket eden bir sosyal dayanışma ağına dönüşmüştür; siyasi hamleleri, daha doğrusu tepkileri, stratejik değil refleks silsilesinden oluşmaktadır. Bundan bir yıl önce tartıştığım gibi (bkz. Quo Vadis Türkiye 5) eğer Hannah Arendt’ten ödünç alıp kuvvet (force), kudret (power) ayrımı yaparsak, mevcut rejim kuvvetli ancak, Cumhuriyet ve hatta geç Osmanlı tarihi dahil olmak üzere en kudretsiz yönetimdir.

Sistem her geçen gün daha hantallaşan bir ‘kafa’ altında gelişigüzel kümelenmiştir; devlet fetişizmi, zenofobi ve kişi-kültüne biat dışında ideolojik, programatik ortaklığı bulunmayan bu küme, öngörülemeyen yönlere sert hamleler yapan bu ağır ‘kafayı’ taşımakta giderek daha zorlanmaktadır. Her geçen gün çelimsizleşen bu vücut, yani rejimin liyakatsiz veya özgüvensiz kadroları, atıllaşmış bürokratik yapısı ve kolektif-narsisizm sarhoşluğundaki siyasal ittifakları, stratejik bir siyasal çizgi tutturmak bir yana, her bir yeni günü endişe, tevekkül ve hatta bir önceki günü atlatmış olmanın şükrüyle karşılıyor. Ardı arkası gelmeyen her yeni zorluk, her yeni aşama, her yeni girişim bir varlık-yokluk cihadı olarak algılanıyor, öyle sunuluyor. Bu söylemi ciddiye almak gerekir; taktiksel bir retorik olduğu düşünülmemelidir. Evet, siyasal elit bir yandan ‘kuvvete dayalı’ bir korku iklimi yaratmıştır; ancak öte yandan bu ‘kudretsiz’ rejim kendini ardı arkası gelmez bir yaşam mücadelesinde görmektedir. İşte bu, kudretsizliğin en doğrudan alametidir.

Kudretsizleşen rejim, sorunları yönetme, idare etme vasıflarından yoksundur. Ayrıca hatırlamalıyız ki, 15 Temmuz sonrasında kendini, işbaşına seçim-sandık marifetiyle gelmiş değil, iktidarı kan, can pahası hak etmiş gören bir yönetici elit var; bir başka deyişle kendini ‘devrimci’ gören, siyasal sistemi, uzamı ve bedenleri yeniden dizayn etmeye hak sahibi olduğunu varsayan bir elit. Kudretsizlik ve ‘devrimci’ hareket tarzının bir araya gelmesinin en doğrudan sonucu sorunları idare etmek yerine onları ‘köklemek’ eğiliminin ortaya çıkmasıdır. Köklemekten kastım, karşılaşılan problemleri --Kürt sorunundan, ekonomik krize, diplomatik gerilimlere vb.-- onların aktörlerini veya sonuçlarını radikal ve hatta ‘çılgın’ müdahalelerle tümden ortadan kaldırmaya yeltenmek ve/veya bu olamayınca bu problemleri yok saymaktır. PKK’yi adını kimsenin hatırlamayacağı mutlaklıkta ‘ortadan kaldırmak’ (veya ‘ortadan kaldırdığını’ savlamak), döviz kurlarındaki artışı ‘kabul etmemek’ veya uluslararası düzlemde alınmış kararları ‘yok hükmünde’ saymak ‘devrimci’ ama kudretsiz iktidarın kendine karşı meydan okumaları köklemek beyhude çabalarının emareleridir.

BEKA REJİMİNİN ÖLÜM SİYASETİ

Kısacası, eğer Türkiye’de mevcut siyasal sistemin ‘olağanüstülükle’ meşrulaştırmaya çalıştığı görüntüsü ‘korkunun krallığı’ ise, olağan, her günkü manzarası bir ‘beka rejimidir’. Ne var ki, elitin kendini ‘devrimci’ görmesi, onları bildiğimiz devrimci rejimlerin olanaklarına kavuşturmuyor. Ne Türkiye Cumhuriyeti’nde, Kültür Devrimi, Çin Halk Cumhuriyeti veya 1930’lar Sovyetler Birliği gibi rejime meydan okuyanların kendi seslerinden bile ürktüğü türden, devrimle travmatize olmuş, kolayca felç edilebilir cılızlıkta muhalefet geleneği var ne de iktidar eliti veya onun kişi-kültü tepesi Stalin, Mao ve bu örneklerdeki Komünist Parti kadrolarına benzer bir devrimci tecrübeyi ve doktriner adanmışlığı haizdirler. 20'nci yüzyılda çokça rastladığımız devrimci rejimler, büyük imha kampanyalarına, katliamlara imza atarken bile bunu istikbaldeki ebedi mutluluk veya gelecek güzel yarınlar ütopyası, inancıyla gerçekleştirmişlerdir. Bir başka değişle ironik bir biçimde birçok devrimci rejimin negatif biopolitik eylemlerinin referansı yaşamdır.

Türkiye’de durum bunun tersidir. Bugün Türkiye’nin sınırlarının hem içinde hem de dışında, bu tür eylemler beka mücadelesi olarak ilan edilmektedir. Beka söyleminin yeni bir yaşam kurmak iddiasının aksine; öngördüğü en büyük zafer o an ölmemektir, yani referansı yaşam değil ölümdür.

Bir vakitler iktidar ağızlarında Şeyh Edebali’ye atıfla sıkça dillendirilen ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ artık neredeyse duyulmaz olmuştur. Bu ifade aslında Foucault’nun Cinselliğin Tarihi’nde işaret ettiği modernleşen egemenliğin (pozitif) biopolitika düsturunun özeti gibidir. Edebali’nin vecizesi hükümsüz kalmıştır, çünkü kudretsizleşen ‘devrimci’ iktidarın yeni ilgisi ölümdür. Ki bu ilgi, felsefeci Achille Mbembe’nin altını çizdiği egemenliğin negatif-biopolitik, yani bilindik ölüm-siyaseti (nekropolitik) fonksiyonuyla, ‘ötekisini’ kimin öldürülebileceğiyle tanımlayan eylem ve söylemlerle sınırlı değildir. Dahası mevcut iktidarın ölüm övgüsü faşist İspanyol asker José Millán Astray’a atfedilen ve muhalif entelektüeller için sarf ettiği söylenen ‘Yaşasın Ölüm’e’ (¡Viva la Muerte!) de indirgenemez. Çünkü, iktidarın ölüm ilgisinin merkezinde ilginç bir biçimde kendi ölümü durmaktadır. Ancak bu ilgi, Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal’e atfen aktarılan ‘size ölmeyi emrediyorum’ türü askerlerin militarist coşkusunu körüklemeyi amaçlayan bir retorik bile değildir.

Siyasi ufkunu beka hezeyanının sardığı iktidar eliti kan dondurucu bir biçimde ve mübalağasız ‘kendi’ ölülerine, yani ‘şehitlere’ yaslanmış durumdadır; eğer 7 Haziran sonrası yeniden başlayan çatışmaların bilançosuna bakarsak, savaş stratejisi belirlerken devlet güçlerinin kayıplarının minimize edilmesinin bir öncelik görülmediği anlaşılır. Ayrıca bu ölülerin sayıca artmasından duyulan gurur akıllara durgunluk veren bir övünçle ilan edilmekte. Kendi ölümüne olan ilginin ulaştığı en akıl almaz nokta 5-6 yaşlarındaki bir çocuğun önüne ‘kefenini cebinde taşıması’ ve ‘şehit olma’ idealinin konulmasıdır. Dünya tarihinde, özellikle devrimci rejimlerin çocuklara olan özel ilgisi az rastlanır değildir: Geçmişten radikal bir kopuşla yeni nizam inşa etmeye çalışan devrimci elitlerin eski rejimin nüfuzundan ari gördüğü çocukları öğretmen, savaşçı, savcı, sorgucu, infazcı ve ihbarcı olarak kullanması maalesef çok şaşırtıcı olmayan görüntülerdir. Ancak çocukların önüne bir utku olarak ölümü koymak oldukça ‘özgün’ ve üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiren bir sembolik hamle: Her şeyin ötesinde, takatsiz rejimin beka için yaşama ait en kuvvetli sembolleri ‘savurganca’ masaya koyma cinnetinin ve tehdidinin emaresi hamlelerden biridir.

Bu ürpertici örneğin işaret ettiği mevcut rejime ait daha genel bir nekropolitik özgünlük ise kendi ölümünün gücünü ve sunduğu imkanları keşfetmesi ve beka siyasetinin merkezine bunu yerleştirmesidir. Konuyu tartışmaya geçmeden şu anekdotu paylaşmak istiyorum.

Hiç unutamayacağım bir sahneydi: 1990’lı yılların başında Kartal Meydanı’nda üstünde sadece kana bulanmış beyaz fanila, elinde büyükçe bir ekmek bıçağı sallayan otuzlu yaşlarda bir erkek. Etrafında kocaman insan halkası; kimisi şaşkınlık ve merak, kimisi dehşetle izliyor. Temaşacı halkadan birazcık içeride o zamanın donuk koyu yeşil üniforması ile bir polis hareketsiz duruyor. Hezeyan halindeki adam ağlamak ile öfke arasında bir cinnet tonunda bağırıyor. Bıçağını bazen kendisine yaklaşmasını istemediği polise ve kalabalığa savuruyor, bazen de kendine çeviriyor. Yani bir yandan etrafında toplaşanları yaralamak, öldürmek ile tehdit ediyor, bir yandan ise tehdidini kendi vücudu, hayatı üzerinden yapıyor.

İşte bugün Türkiye’de yönetici elitin durumu tam da bu tasvirdeki gibidir. Elindeki ‘bıçağıyla’ belki kimsenin kuvvetinden, ürkütücülüğünden şüphe edemeyeceği konumdadır. Ama bu elitin muhaliflerinden, diplomatik muhataplarından bile daha iyi farkında olduğu bir şey varsa, o da gittikçe derinleşen kendi kudretsizliği, takatsizliğidir. Elinde her geçen gün oyuna süreceği daha az sermayesi kalmıştır; yeni manevra imkanları, yeni siyasi kombinasyonlar kurma gücü ve potansiyelleri tükenmektedir. Bu noktada ‘kudretsizin’ silahı denilebilecek iki yeni beka enstrümanı keşfetmiştir: Kendi ölümü ve felaket tehdidi.

Rejimin kendi ölümünü masaya koymasının birçok düzlemi ve görüntüsü vardır. Evet, bu bir kudretsizin silahıdır belki ama etkisiz bir araç olduğu düşünülmemelidir. En azından diplomatik arenada oldukça işe yaradığı aşikardır. Kobani süreciyle başlayıp, Rus uçağının düşürülmesiyle devam tırmanan ve ‘Fırat Kalkanı’ ve ‘Zeytin Dalı’ işgal hareketleriyle doruğa çıkan rizikolu manevralarla rejim açıkça kendi fiziki bekasıyla kumar oynamaktadır. Emperyal diplomatik çevrelerin bu peş peşe ‘ölümüne’ hamlelere, Türkiye rejiminin iflasının kendilerini içine sokacağı felaketi de hesaba katmadan tepki vermedikleri açıktır. Kısacası mevcut rejim, varlığını masaya koymasının diplomatik ‘ödüllendirilmesini’ hem bu örnekte hem de mülteciler pazarlığında görmüştür. Ve bu durum, eliti, sürdürdüğü yüksek riskli ‘ölümüne’ dış-siyaset eğilimini daha da heveslendirmektedir.

Rejim iç siyasette de kendi ölümü silahını masaya sürmektedir. Her yeni bir seçim, referandum varlık ile yokluk arası bir tercih olarak sunulmaktadır; iktidar çevrelerinden vaaz edilen yorumlara bakılırsa, sandıktan çıkacak kararların siyasal sistemin hangi yöne gideceğinin değil, ülkenin, toplumun, ekonominin hayatta kalıp kalmayacağının tercihidir. Ve hatta artık ölüm tehlikesi altında olan sadece ‘ulusal’ sınırlar içerisindeki millet bile değildir, öyle ki ‘ümmetin’ bile yok olmasıdır. Bu durumun örnekleri ekonomik darboğazdan, Kürt sorununa birçok konuda çoğaltılabilir. Ancak tartışmayı daha uzatmamak için bu bağlamda bir başka noktaya geçmek istiyorum. Mutlak bir kudretsizlik emaresi ve etkili bir beka silahı olarak ölüm ve felaket tehdidin birleştirilmesi. Türkiye kamuoyu son beş yılda dünyada benzerine az rastlanacak biçimde felaket, iç savaş, kırım tehditlerini duyuyor.

Bunu detaylı bir şekilde daha sonraki yazılarımda tartışacağım. Sadece şu kadarını söylemek isterim ki, dünyada hiçbir büyük felaket, pogrom, soykırım öncesi ‘hepinizi öldüreceğiz,’ ‘kanınızda banyo yapacağız,’ ‘hainlerin hepsini asacağız’ türü açıktan imha tehditleri bu denli kolayca ve yaygınca savrulmamış, bu denli kolay dolaşıma sokulmamıştır. Bunun her şeyden önce, bir kudretsizin muhalifleri paralize etmek, sindirmek için kullanıldığı silahı olduğu açıktır. Muhalif cephenin bu tehditlere tepkilerine bakılırsa, rejim taraftarlarının kısmen amaçlarında başarılı oldukları da düşünülebilir. Burada çıkardığım sonuç, Türkiye’deki gerilimlerin bir kan banyosuna evrilmeyeceği değildir. Türkiye tarihinde kanlı felaketler tekrar tekrar yaşanmıştır ve bugün de potansiyel olarak mümkündür. Ancak altını çizmek istediğim nokta, Türkiye’de cılızlaşan, savrulma emareleri gösteren ‘zayıf’ ve hatta iflas sınırında bir devlet ağı var; zayıf devletler, Nazi Almanyası gibi, Stalinist Sovyetler gibi ‘güçlü’ devletlere kıyasla daha az tehlikeli değildir; ancak, daha farklı biçimlerde felaket ihtimalleri arz ederler. Ve felaketçi rejimler imhacı olduğu kadar intiharcıdır da. Toparlarsam, buradaki tartışma açısından öne çıkarmak istediğim nokta, muhalifleri paralize etmeyi amaçlayan söylemlerin en doğrudan işaret ettiği husus, rejimin bir siyasal aktörün en son riske edeceği iki silaha, üzerinde siyaset yürüttüğü düzlemi ve de kendi varlığını ortadan kaldırma tehdidine, ölüme sarılmasıdır. Ve bütün bu gürültülü hezeyan, arzulanan otoriterlik ile bir türlü stabilize edilemeyen despotik egemenlik; yıkılan ‘eski Türkiye’ ile ‘yenisi’ kurulamayan ‘Türkiye’ kaosunun, yıkıntısının arasındaki gerilimin ifadesidir.

KÜRT SORUNUNU KÖKLEMEK VE İDAM

Rejim genel olarak programatik, sistematik bir siyasi çizgi izle(ye)memektedir, ancak bunun bir istisnası Kürt sorunu bağlamında hem ülke içerisinde hem de bölgede yürüttüğü politikalardır. Son üç yıldır, yönetici elit Kürdistan’da yeni bir kolonyal sistem kurma çabası ve girişimdedir. Bu noktada, önemli bir köşe taşı neredeyse ‘Kürtlerin (siyasal) birliğinin’ ilanı olan Kobani protestoları ve 7 Haziran seçimleridir. Daha önce başka yerlerde tartıştığım bu ‘kırılmanın’ bir sonucu, 19'uncu yüzyılın ortalarından beri merkezin sürdürdüğü ‘iyi Kürt – kötü Kürt’ siyasetinin iflas etmiş olmasıdır; iktidar sahiplerinin bunu sürdürülemez görmeleridir. Bu noktada rejim belki kabaca İngiliz tipi dolaylı, yani ‘iyi Kürt’ ile iktidarı paylaşarak devam ettirdiği kolonyal sistemi, artık (bir biçimde) Kürtlük üzerinden meşruiyet iddiasındaki ‘yerli’ ittifaklar aramadan, yani doğrudan bir kolonyal sisteme dönüştürmeye girişmiştir. Bu yeni kolonyal siyaset kayyum atamalarından, işbaşındaki parti içerisinde ‘Kürt’ isimlere karşı tavra, TOKİ uygulamalarına ve bölgede KDP dahil olmak üzere her türden Kürt oluşumuna karşı izlenen tutuma, kısacası yönetici elitin Kürdistan politikasına damgasını vurmuştur.

Ne var ki, aslında bu yeni kolonyal politika da iddialı, ‘devrimci’ bir yapısal dönüşüm arzusuna rağmen, rejimin kudretsizliğinin ve kökleme siyasetinin derin izlerini taşımaktadır. İktidar eliti baş edemediği her sorun gibi etkili bir yeni kolonyal nizam inşa edememesinin hıncını sorunu topyekûn ‘kabul etmemekle,’ ‘yok hükmünde’ saymakla ve sorunun aktörlerini ‘ortadan kaldırmak’ tehdidiyle ortaya koyuyor. Ne var ki, bu beyhude ‘kökleme’ çabası artık sürdürülebilir olmayan, kadük kalan eski-kolonyal hal ile o halin yıkıntıları arasındaki gerilime işaret ediyor; bütün sistematik çabalarına rağmen rejim, yeni kolonyal sistemin birincil şartını, yani ne Kürt sorununun baş aktörlerini ne de Kürtler arasındaki en azından eşit-statü taleplerini ortadan kaldıramamıştır. Eğer ölüm siyasetine (nekropolitika) dönersek, Kürtlük üzerinden hak talep eden her beden belki yakın tarihte hiç olmadığı kadar ‘öldürülebilirler’ kategorisindedirler. Asi Kürt bedenlerine caiz görülen ‘aşırı şiddet’ (çıplak teşhir, parçalamak, yerlerde sürüklemek, gömülmesine izin vermemek, sınırda bekletmek) bir tek öldürülebilir olmanın, hak talep eden Kürt vücutlarına duyulan tahammülsüzlüğün değil, aynı zamanda rejimin aktörlerinin kendi başarısızlıklarına, liyakatsizliklerine ve özgüvensizliklerine duydukları öfkenin de dışavurumuna dönüşüyor.

Bütün bu tablo içerisinde rejime yeni kolonyal projesinin ölü doğduğunu en ıstırap vererek hatırlatan bir isim, bir sembol Selahattin Demirtaş’tır. Rejim, onun yaşama sınırsız bağlılığında, lekenemeyen popülaritesinde kendi ölümünü, kendi geleceksizliğini, kendi başarısızlığını görüyor. Belki de işin iktidar eliti açısından en acı veren tarafı, rejimin Kürdistan’da yeni kolonyal sistemini oturtamaması bir yana, Demirtaş şahsında sembolleşen Kürt siyasetinin kendi projesini artık en azından ülkenin metropollerinde her kesim arasında artarak taraftar bulur hale getirebilmiş olmasıdır. Belli ki rejim bu amansız ıstırabını dindirememenin çaresizliğini Demirtaş’ı yok saymak, onun biyolojik varlığını ortadan kaldırma tehdidiyle ifade ediyor.

Peki, rejimin kudretsizliği, kurumsal çözülmesi kısa bir zamanda sonlanacağı, tümden çökeceği manasına mı geliyor? Bunu bir sonraki yazıda tartışacağım.

Dizinin diğer bölümleri: 

Quo vadis Türkiye – 1: 'Yazılmış öyküleri unutmalı': Bir devlet kendisine savaş açarsa

Quo vadis Türkiye – 2: Şefin hesaplı hezeyanı ve ouroboroslaşan devlet

Quo vadis Türkiye – 3: ‘Devrimci’ hezeyanın hüsranı: ‘Hiçbir yere uzanan ayak izleri

Quo vadis Türkiye – 4: Coşkun kötücüllük: Büroların, sokakların ayinsel gayretkeşliği

Quo vadis Türkiye- 5: Demokrasi müsameresinden korkunun krallığına

Quo vadis Türkiye – 6: 'Kaos'un dayanılmaz cazibesi

Quo Vadis Türkiye – 7: Kalabalıkların dinamiği, kalabalıkların statiği

Quo Vadis Türkiye - 8: Ölümün ızdıraplı gölgesi altında

*Öğretim Üyesi

Kaliforniya Devlet Üniversitesi, Fresno