Saadet AKP’lilere fani olduklarını hatırlatıyor

Saadet’in varlığı, her AKP'liye sıradan bir insan gibi kendi çıkarı için oy verdiğini hatırlatıyor. Bu yüzden, Karamollaoğlu küfür kıyamet hakaretlere muhatap oluyor. Saadet, insanlara gördüklerine zor tahammül edebilecekleri bir ayna tutuyor. Maddi çıkarlar için davadan vazgeçtiklerini adeta gözlerine sokuyor.

Google Haberlere Abone ol

Burak Bilgehan Özpek *

-1-

24 Haziran’da yapılacak genel seçimler öncesi Saadet Partisi’nin ilgi çekici yükselişine tanık oluyoruz. Bundan birkaç ay önce, Temel Karamollaoğlu liderliğindeki partinin bu denli ses getireceğini ve gündemi belirleyeceğini kimse tahmin edemezdi. Muhtemelen, özerkliğini koruyan ancak etkisi sınırlı bir parti olarak yaşamına devam etmesi umuluyordu. Konjonktürel olarak, AKP’nin İslami bir kimliği vurgulama ihtiyacı hasıl olduğunda, Saadet Partisi dolaptan çıkartılabilir ve birkaç milletvekili sözü verilerek kolaylıkla sisteme sokulabilirdi. Bu bakımdan, hiç kimseye zararı olmayan, uysal ve kişiliksiz bir parti olarak bir köşede kalmasının AKP açısından hiçbir sakıncası yoktu. Hatta, Milli Görüş’ü temsil eden bir partinin sembolik de olsa var olması, Milli Görüş çizgisinden gelen AKP’lilerin özellikle Fetullahçılar ile aralarına mesafe koymalarını kolaylaştırıyordu.

Mamafih, Saadet Partisi kendisine atfedilen rolü tamamıyla reddetti. Figüran ile karakter oyuncusu arasında önemli bir fark vardır. AKP’nin yaptığı ittifak teklifini reddetmesiyle ve Millet İttifakı'nın kurucu partilerinden birisi olmasıyla bu fark bariz bir şekilde ortaya çıktı. Özellikle, AKP’nin lütfuna mazhar olmak ve birkaç milletvekilliği karşılığında Cumhur İttifakı’na girmek için sıraya geçen siyasi oluşumların tersine, kendisine yapılan cömert teklifi elinin tersiyle itmesi Saadet Partisi’nin talip olduğu yeni rol için biçilmiş kaftan olduğunu gösterdi.

Ne var ki, Saadet’in karakter peşinde koşması, AKP’lilerin öfkelenmesine sebep oldu. Daha önceki seçimlerde de müstakil olarak yarışan Saadet Partisi benzer tepkilerin muhatabı olmamıştı. Elma dilimli grafiklerin, “diğer” kısmında yer alan bir parti olarak önemsenmiyor ve tehdit olarak görülmüyordu. Siyasi hayatımıza renk katan bir aksesuar olarak algılanıyordu. Peki ne değişti? AKP’liler Saadet Partisi’nden niçin nefret derecesine varan bir rahatsızlık içindeler?

-2-

Milli Görüş devletin kaynak ve kadrolarını ele geçirme projesinden daha fazla bir şeydir. “Müslümanların” iktidara gelmesi ve iktidar aygıtlarını yönetmesi amacını sığ bulur. Bu yüzden, bireyin-ulusun ve uluslararası sistemin sürekli olarak etkileşim içerisinde olduğu bir noktadan hareket eder. Bireyin ahlakı, ulusun kalkınması ve dış siyasetin şahsiyetli olması birbirinde ayrılmaz bir bütünün parçalarıdır. Bunlardan herhangi birinde görülen zafiyet, diğer alanları da kaçınılmaz olarak etkileyecektir. Dolayısıyla, Milli Görüş müstehcen ve kaba bir “devleti ele geçirmeliyiz” stratejisi yerine devletin nasıl yönetileceğine ilişkin bütüncül bir teori önerir.

Erbakan tarafından formüle edilen bu görüşlerin, küreselleşen dünyada yeri olmadığı ve arkaik kaldığı yönündeki görüşler pek de haksız sayılmaz. Zaten, AKP’nin iktidar hikayesini başlatan bu ayrışmadan başka bir şey değildi. Neo-liberal kurumsalcılık, anayasal demokrasi, Batı ittifakının uluslararası örgütleriyle işbirliği gibi kavramları savunabilmesi sayesinde AKP kendisini Milli Görüş’ten ayrıştırmayı başarmıştı. Bu sayede, Erbakan’ın altını çizdiği kalkınma, refah, ahlaki yönetim ve şahsiyetli dış politika gibi amaçlara ulaşmak için tek bir yöntemin olmadığını, alternatif yaklaşımların da var olduğunu iddia etmiş oldu. Amaca ulaşmak için kullanılan yöntemlerin farklılığı AKP ile Milli Görüş arasındaki mesafeyi tanımlayan şey oldu.

Zaman içerisinde, AKP kendisini Milli Görüş’ten ayrıştıran enstrümanları terk etti. Neo-liberal iktisat politikası yerini ahbap-çavuş kapitalizmine, anayasal demokrasi yerini lider kültüne dayanan coğunlukçu bir otoriterliğe, batı ittifakı ile ilişki kurarken takınılan uyumlu ve kurumsal tavır yerini populist söylemlerle gölgelenen kişisel çıkar ilişkilerine bıraktı. Burada AKP’nin beklediği, kendisini Milli Görüş’ten ayrıştıran araçları terk etmesi ile beraber, onunla Milli Görüş arasındaki mesafenin kendiliğinden kapanacağını varsaymasıydı. Bu büyük bir yanılgıydı. Zira, liberal demokrasi AKP’yi Milli Görüş’ten ne denli ayrıştırıyorduysa, keyfi-otoriterlik de aynı ölçüde AKP ile Milli Görüş’ü ayrıştıran bir durum yarattı.

Bu uyuşmama halinin AKP açısından can sıkıcı bir tarafı var. 2000li yılların başında kendi yoluna giden Refah Partisi’nin yenilikçi kanadı, kendi pozisyonunu insan hakları, evrensel değerler, piyasa ekonomisinin verimliliği, Batı ittifakının Türk demokrasisi üzerinde yapacağı olumlu etki gibi kavramlarla meşrulaştırmayı beceriyordu. Diğer bir ifadeyle, kendi eylemini ahlak ile meşrulaştırmayı başarıyordu. Üstelik, askeri vesayet ile hesaplaşma ve sivilleşme söylemi AKP’nin ahlaki pozisyonunu pekiştiriyordu. Ancak, keyfilik ve otoriterleşme hikayesinin başlaması ve akabinde şaşırtıcı olmayan bir şekilde ekonomik sorunların artması ile beraber, Milli Görüş’ün ahlaktan yapılmış tokmağı yeniden AKP’nin tepesinde belirdi.

-3-

AKP seçmeni 16 senedir bir cenneti yaşıyor. Hem maddi kazanç sağlıyor hem de ahlakın bekçiliğini yapıyor. Üstelik bu ahlak 2002’de demokrasi, 2010’da sivilleşme, 2013’te barış, 2015’te milliyetçilik gibi kavramlara bürünerek şekil değiştiriyor. Fakat iki şey değişmiyor. Birincisi, AKP’nin ahlaki bir noktada konumlanıp muhaliflerini yargılama tekeline sahip olması. İkincisi, adı ne olursa olsun AKP ile aynı ahlakı savunan insanların maddi olarak kazançlı çıkmaları. Çok az insana nasip olur hem ahlaklı olup hem de faydasını maksimize etmek. AKP seçmeni bu açıdan çok şanslı. Ancak yine de, tutarlılık krizi diye bir şey vardır. Demokrasiden otoriterliğe, çözüm sürecinden milliyetçiliğe sürüklenmek ve her tutumu aynı tutkuyla savunmak kolay bir mesele değildir.

AKP ve etrafındaki kadro için bu tutarlılık krizini aşmanın pratik bir yolu her zaman Tayyip Erdoğan’a atfedilen yücelik ve biriciklik oldu. Bu zannedildiği gibi bir psikoz veya sendrom değil, bilinçli bir tercihti. Zira, savunulan ahlaki değer her ne olursa olsun, onu savunanın Tayyip Erdoğan oluşu ulaşılacak kutsal amaç için pragmatik bir hamleye, zekice kurgulanmış bir stratejiye dönüşüyordu. Bu kutsal amaç, “dava” olarak adlandırılan ve ne olduğu konusunda somut bir tanım yapılamayan kavramdan başka bir şey değil. İslamiyet ile alakalı olduğunu sanıyoruz. Osmanlı’nın ihtişamlı zamanlarına duyulan hayranlığı görebiliyoruz. Bir yeniden diriliş ülküsü barındırdığını sezebiliyoruz. Uluslararası baronlar ile mücadele eden kahraman memurların oluşturduğu bir devlet aklına inandıklarını, yarı masal yarı gerçek bir düşünce dünyaları olduğunu anlayabiliyoruz. Yine de tanımlayamıyoruz, bu “davanın” neyi murad ettiğini. Ancak, bütün ahlaklardan daha üstün bir ahlaka tekabül ettiğini, demokrasiden, sivilleşmeden, etnik sorunların barışçıl çözümünden ve milliyetçilikten çok daha kutsal olduğunun farkındayız.

Dolayısıyla, Erdoğan, tanımlayamadığımız davanın lideri olarak, hayatın dayattığı gerçeklere göre şekil alan bir söylem üretebilir, tutarsız politikalar izleyebilir. Bunlar hep, davanın selameti içindir. Davanın başarıyla sonuçlanması için iktidarda kalmak ve o kutsal gün gelene kadar akıllı olmak gerekir. AKPlilere düşen kayıtsız şartsız lideri desteklemek, onun hikmetinden sual olunmayan zeka ve iradesini tasdik etmektir. Ortada tutarsızlık krizi yoktur. Tam aksine, ahlaki olarak tartışılamayacak kutsal bir hedefe ilerlerken önderin arkasında durmak, onun savaş stratejilerini sorgulamadan benimsemek başlı başına bir tutarlılık destanıdır.

Bu hikâyede utanacak kimse yok. Bu kurguda bir şüpheye, bir kötü adama, beklenmedik bir gelişmeye, bir iç hesaplaşmaya, vicdan azabına yer yok. Adeta inanmış birer robot gibi hareket eden bir kitle var ve davaları için seferber olmuş görünüyorlar. Gözden kaçan nokta ise bunu yaparken, faydalarını maksimize ediyorlar. Bürokrasinin merdivenlerini hızla tırmanıyorlar. Kimisi Doblosunu kimisi Mercedes’ini yeniliyor. Osmanlı saray odalarını andıran koltuk takımlarıyla evlerini tefriş ediyorlar. Umre’ye gidip o manevi atmosferin hazzına varıyor, gördüklerini eşe dosta anlatıp takva yarışında öne geçmenin hazzını yaşıyorlar. Akrabalara yardımcı oluyor, tanıdıkları sağlam çocukları kamuda bir işe yerleştiriyorlar. Akrabayı gözetmenin huzuru ile aile büyüklüğü payesini kimseye kaptırmıyorlar. İhalelere giriyor, ATV dizilerinde gördükleri başarılı, mutsuz ve siyah cip kullanan iş adamı profiline ne kadar benzediklerini düşünerek eşsiz bir tatmin yaşıyorlar. Camianın güçlü abilerinden birinin kızı ile evleniyor, ikbal kapısını aralıyorlar. Hayatlarının geneline yaymayı başardıkları bir memnuniyet bütün davranışlarına hakim oluyor. Bir özgüven oturuyor kelimelerine. Kendileri de şaşırıyor bu duruma. Davanın önemli neferleri onlar, bunu hak ediyorlar. Kredi işlerini çözüyor, dükkanı yeniliyor, babadan kalma evi müteahhit istiyor apartman yapmak için, imar iznini hallediyor, damadın tayinini iyi bir yere yaptırıyor, torun dünyanın en tatlı şeyi, yakına gelmeleri iyi oluyor. Bütün bunlar olurken, dava neyi gerektiriyorsa, Erdoğan nasıl bir desteğe ihtiyaç duyuyorsa yapmaktan imtina etmiyorlar.

-4-

Her şey bu kadar uyum içinde ilerlerken, Saadet Partisi’nin sahneye çıkışı AKP'lilerin bütün tadını kaçırdı. Zira, AKP'nin dava dediği ahlaki asanın sahibi olduğunu iddia ediyordu. Söylediği yeni bir şey yoktu aslında. Ahlaktan bahsetti ve ahlaklı olmanın davanın bizzat kendisi olduğunu söyledi. Ulusal kalkınma bahsini açtı ve dış borçla büyüyen, üretime dayanmayan, israf ekonomisini eleştirdi. Şahsiyetli dış politika çağrısı yaptı ve bunun bir eylem değil duruş olduğunda ısrar etti. Kısacası Karamollaoğlu, davanın ne anlama geldiğinin somut bir tanımını yaptı. Bu ilgi çekici bir teşebbüstü. Zira, özellikle 15 Temmuz sonrası, ürkütülen ve itiraz ettiği için FETÖ'cü yaftası yemekten korkan, ses çıkartamaz hale getirilen muhafazakar seçmen için cazip bir seçenek haline gelebilirdi. 16 yıllık iktidar hikayesine kendisine alternatif olabilecek bir sağ partinin yükselişini önlemek üzerine kuran AKP için ciddi bir tehdit olabilirdi.

Bütün bunlar bir tarafa, Saadet’in çıkışı AKP'lilerin cennetini bozdu. Onlara, kutsal dava ahlakını savunmanın verdiği iç huzur ile ikbal sahibi olmanın, para kazanmanın, menfaat elde etmenin aynı anda var olamayacağını hatırlattı. Diğer bir ifadeyle, AKP'lilere fani olduklarını söyledi. AKP'yi destekleme gerekçelerinin tıpkı diğer faniler gibi kendi çıkarlarına hizmet etmek olduğunu yüzlerine vurdu. Davanın sahibi yüzde 1’lik oyuyla dava adamlarını çağırdı. Ellerindeki imtiyazlardan vazgeçmelerini ve muhalefet cephesine katılmalarını istedi. Yani bu sahte cenneti yıkmaya çalıştı. Saadet’in varlığı, her AKP'liye sıradan bir insan gibi kendi çıkarı için oy verdiğini hatırlatıyor. Bu yüzden, Karamollaoğlu küfür kıyamet hakaretlere muhatap oluyor. Saadet, insanlara gördüklerine zor tahammül edebilecekleri bir ayna tutuyor. Maddi çıkarlar için davadan vazgeçtiklerini adeta gözlerine sokuyor. AKP'lilerin son 16 yıldır yaşadıkları bolluk ve berekete gözünü diken diğer siyasi partilerden farklı olarak, Saadet, AKP'lilerin bütün bu dünya nimetlerinden faydalanırken kendilerini avuttukları davanın ve bu davanın ahlaki konforunun sahibi olduğunu iddia ediyor.

Bu basit bir şey değil. Ali Şeriati ve Nurettin Topçu okumuş insanlarız. İslamcılığın, varoluşu fiziksel ihtiyaçların tatmininden ibaret gören görüşleri nasıl aşağıladıklarını biliyoruz. Saadet, AKP'li seçmeni tam olarak bu noktaya sıkıştırıyor ve onları bir varoluş krizine sürüklüyor. Bu yazıyı özetlemek için sanırım Albert Camus’dan yardım almak zorundayım. Zira, Saadet’in AKP'lilere yaşattığını ve AKP'lilerin bunun karşılığında Saadet’e duyduğu öfkeyi daha iyi anlayacak kelimelerim yok.

“Nice suçlar işlenmiştir, yalnızca bunları işleyenler kusurlu olmaya dayanamadıkları için! Vaktiyle bir sanayici tanımıştım, mükemmel, herkesçe sevilen bir karısı vardı, ama adam yine de aldatıyordu karısını. Bu adam, haksız olduğu için, bir erdem beratı alamadığı ya da bu berata layık olamadığı için, sözcüğün tam anlamıyla kuduruyordu. Karısı mükemmel davrandıkça, o büsbütün kuduruyordu. Sonunda haksızlığı kendisi için dayanılmaz bir hal aldı. O zaman ne yaptı dersiniz? Onu aldatmaktan vaz mı geçti? Hayır. Öldürdü onu.’’

*Doç. Dr. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü