Bizim büyük hesaplanabilirliğimiz
Üzerinde düşünülmeyen, bilgisayar yardımıyla “evde kazanılan” oyunlara, bir başkaldırıdır Fischer satrancı. Kökleşmiş, köhnemiş konumları değiştirmek, ezberciliğe, kolaya kaçan zihinleri tazelemek, donmuş sistemleri yıkmak, yeni bir oyun icat etmek, yeni bir dili olan, kurallarının değişebildiği bir açıklık. Evet bizim hedefimiz de bu olmalı. Sanırım hepimiz Korsch’u bekliyoruz...
Koray Kırmızısakal*
“Çünkü aklın kendisi her şeyi kuşatan iktisat aygıtının yardımcısına dönüşmüştür.” (Adorno & Horkheimer)
2018’in 9 Şubat’ında çok sıradan bir olay oldu. Dünya satranç şampiyonu Magnus Carlsen ile onun ezeli rakibi Hikaru Nakamura, Fischer Satrancı olarak bilinen, başlangıç konumu olarak 960 farklı ilk konumun elde edebileceği bir satranç formatında karşı karşıya geldiler. Fischer satrancı ya da diğer ismiyle Chess960, piyonlar haricinde diğer taşların rastgele dizilmesiyle oluşan bir formattır, böylece her seferinde aynı ilk
konumda başlayan klasik satrancın açılış teorileriyle, ezberciliğe dayanan ve yaratıcılığı öldüren yanını en aza indirme çabasını güder. Elbette klasik satranç anlayışlarının çoğu Fischer satrancında da geçerlidir. Bu anlayış, Benjamin’in 1934 yazında Danimarka’da Brecht ile vakit geçirdiği sıralarda yazdıklarını akla getiriyor:
“12 Temmuz. Dün satranç oynadıktan sonra Brecht şöyle dedi: "Korsch geldiğinde onunla gerçekten yeni bir oyun geliştirmeliyiz. Pozisyonların hep aynı kalmayacağı, her taşın işlevinin aynı karede bir süre kaldıktan sonra değişeceği, zayıflayacağı ya da güçleneceği bir oyun. Bu şekilde oyun ilerlemiyor, çok uzun süre aynı şekilde kalıyor.”
Peki neydi bu sıradan karşılaşmayı sıra dışı yapan? Benjamin ile Brecht’in değil, Carlsen ile Nakamura’nın. Bu oyunculara kalp atış sensörü olan birer bileklik takılmıştı, böylece kalp ritmlerini kesintisiz bir şekilde takip edebiliyor, hangi pozisyonlarda ne seviyelere çıkabildiklerini, saatleriyle birlikte görebiliyordunuz. Fakat nasıl bir çelişkiydi bu, hesaplanabilirliğe, ezberciliğe darbe vurmak isteyen Fischer satrancı, organizasyonun kararı ile bu oyuncuların kalp atışlarına dek sızmıştı. Bu dünyanın haline benzemiyor mu? Hesaplanabilirlik, sayısallaştırma, öngörülebilirlik.
Bugün pek çoklarımız, günlük hayatında spor aletleriyle yakılan kalorileri konuşmaktan zevk alıyor, kat ettiği kilometreleri gösteriyor, iş yaşamında ya da eğitim hayatında aldığı puanları gururla taşıyor, sıralama ölçütlerine uymaya çalışıyor, sosyal medyada takipçi sayılarını arttırmaya, sağlık sektöründe sayıların coşkusuna daha doğrusu paraya indirgenmiş müşterileri olarak insanların fazlalığına seviniyor, siyasal
alanda, kimsenin hatırlamadığı tarihleri, hayal edilemeyen harcamaları ve anketleri evet anketleri konuşup durmakta. Orwellyen dilin sayısallaştırma şiddeti, kendimizi niceliksel hale getirmeden yaşayamayacağımıza iyiden iyiye inandırmış gibi bizi. Ölçülebilir olmanın zevkleri, öngörülebilir olmanın, standart olmanın gururu, başarı adına feda edilen karakterleri, içsel aygıta yerleştirilen bizi dilimleyen saatleriyle. Tek büyük bir saat, her şeyi düzenliyor, her şeyi hesaplıyor: İnsanları Hesaplama Enstitüsü. Kan basıncımız, kat edilen kilometre sayımız, şeffaflığın şiddeti, sosyal medyanın özneleri çağıran politikası, kalp atışlarının sayısı, itiraf etmenin köleliği.
Hesaplanabilir bir dünyanın oyunu olarak satrancın bu tekrar yükselişi tesadüf olmasa gerek. Elbette satrancı belli açılardan savunmak da gerekir. Stefan Zweig’ın en güzel tanımıyla “tüm zamanlara ve tüm halklara ait tek oyun”u bir direniş imkanı olarak, karşıtların birliği olarak, kendisini tek dönüştürebilecek olan yegane taşların piyonlar olduğunu unutmayarak. Unutmak mı? Satranç bir bellek oyunudur oysa, her el yeniden dağıtılıp sıfırlanan, hafızası silinen, sürekli yeniden başlama imkanı veren oyunların aksine satranç yapılan hataların kaydını tutan acımasız bir turnusol kağıdıdır.
Bugün bir kumarbazın umuduyla, hep yeniden başlayarak, ardımızda bırakarak, yalnızca ana odaklanarak, sayıların büyüsüyle kayıt edilen bir çizelge, hesaplanabilir olmaya açıklık, yaşam koçlarına bağlılık, kişisel gelişimcilere kendini dilimletmeye gönüllü, başarı ve performansa odaklı, tüm hataları kendinden, tüm verileri sayılardan ideasız bir hayat kurusu bizimkisi.
Üzerinde düşünülmeyen, bilgisayar yardımıyla “evde kazanılan” oyunlara, bir başkaldırıdır Fischer satrancı. Kökleşmiş, köhnemiş konumları değiştirmek, ezberciliğe, kolaya kaçan zihinleri tazelemek, donmuş sistemleri yıkmak, yeni bir oyun icat etmek, yeni bir dili olan, kurallarının değişebildiği bir açıklık. Evet bizim hedefimiz de bu olmalı. Sanırım hepimiz Korsch’u bekliyoruz. Oyunun kurallarını değiştirecek,
gerekirse masadan kalkacak, yeni bir düzlem icat edecek. Bir Brecht özdeyişini hatırlatıyor Benjamin: “Güzel olan eski şeylerden değil, kötü olan yeni şeylerden yola çıkın.”
*Doktora öğrencisi, Kocaeli Üniversitesi İletişim Bilimleri