Solda 'ayrışma' çağrısı

İttifak meselesi apayrı bir konudur. Kendi sesiniz, sözünüz korunduğu ve ilkelerinize sahip çıkan bir programınız olduğu sürece ittifaklar gerçekleştirmek sadece mümkün değil aynı zamanda siyasi olarak zorunludur. Ama yarın yokmuşçasına verilecek sözlerle olacak iş değildir bu. Bir stratejiniz olur, her tarihsel kavşakta kararlarınızı ona göre verirsiniz. Bunlar da kişisel değil, (sınıfsal ve kamu yararına) kolektif kararlardır.

Google Haberlere Abone ol

Perihan Öncü*

Somuta dair siyasi tartışmalar içerisinden ele alındığında her kritik tarihsel kavşakta solda neden birlik olmadığı sorusunu solcular kendi kendilerine yöneltirler. Hatta çoğunlukla kendi grupları dışındakilerle neden anlaşamadıklarını da belirten öğeleri alttan alta sohbete yedirerek bu kötü durumdan sıkça dem vururlar. Yeri gelir, sol içerisindeki bazı gruplar “gelin birlik olalım, gün kara gündür” diyerek eşe dosta haber salarlar. Bu çağrı çoğunlukla dar grup sosyolojisi nedeniyle bazı örgütçülerin çok işine gelmeyebilir. Ancak eğer durum çok vahimse (örgütün çözülmesi, kadroların ayrışması, hareket alanının daralması, vb.), çok sıkışıldıysa bir seçenek olarak değerlendirilebilir ve kendi örgütlerinden vazgeçerek ideolojik ve siyasi açıdan bir başka hareketin içinde erimeyi ve çözülmeyi kabul edebilirler. Kendi örgütlerinde yaşadıkları sorunları çözemeyenlerin, çözüm olarak “çözülmeyi” seçmesi sıkça rastlanılan bir durumdur.

Marksizm, Marksizm olalıberi defalarca bu çağrı –açık ya da kapalı şekilde– işçi sınıfı siyaseti içerisinden olmayan kesimler tarafından da yapılmıştır. Bu çağrıyı gerçekleştirenlerin popülist bir siyasi çizgisi ve bu yolla belirli bir kitlesi de varsa, yıllarca “devrimcilik” yapmaktan sıkılmış, sol içerisinde köşe kapmaca oynamayı “strateji” olarak görmüş kişiler “kitleyi bulduk” diyerek çağrıya cevap verme eğilimine girmişlerdir. Böylece reformizmin, oportünizmin tarihi ile Marksizmin tarihinin eşdeğer olduğuna inandıkları bir geçmişi ve geleceği bizlere armağan etmek istemişlerdir.

Kısa bir not: Bu satırlar kendi sözünü kaybetme, sınıf siyasetini terk etme, kendini popülist hareketin içinde eritme durumlarına yönelik yazılmıştır. Bahsi geçen “tarihsel kavşak”larda kurulacak ittifaklar ile ilgisi bulunmamaktadır. İttifaklar somut siyasette her zaman değerlendirilmesi gereken seçeneklerdir. Ancak aşağıda açıkça ismi belirtilen kişi ve parti/hareketler meseleyi ittifak(mış gibi) gösteremeyecek kadar başka bir söz ve eylemin parçası haline gelmişlerdir.

***

Öyleyse, içinden geçtiğimiz bu tarihsel kavşakta da benzer çağrıları görmekteyken işbu yazı neden “ayrışmayı” öğütleyen bir başlığa sahiptir? Bu çağrının biri teorik, diğeri ise pratik olan ve birbirinden ayrılmayacak iki temeli bulunmaktadır. Arzu ederseniz onları ortaya koymaya çalışalım.

***

İlki, yani teorik gerekçe devrimcilerin, aydınların ya da daha doğru ifadeyle partinin rolüyle ilişkilidir. Bildiğimiz voluntarizm ve kendiliğindenlik sorunu kısacası... Bu konuda biz, voluntarizmin ilkesiz ve programsız çağrı yapanlar başta olmak üzere solun bir kesimi tarafından gayet yanlış anlaşıldığını düşünmekteyiz. Voluntarizm, önünüzdeki seçenekler arasında kitleselleşme imkanına sahip olan seçeneğe oynamak, devrimle alakası olmayacak kitleleri devrime kanalize etmek anlamına gelmemektedir. Yani siz çok çabalarsanız insanları devrim yapmaya ikna edeceksiniz diye bir kaide yoktur. Voluntarizm ilk olarak somut durumun somut ve doğru yerde duran bir analizini gerektirir. Bu nedenle kadro işidir. Bilimsel araçlarınız olmadan bu mümkün değildir. Bununla birlikte somut durumun krizli yapısını ve toplumsal çelişkileri ne ölçüde su yüzüne çıkaracağının tahlilini gerektirir. Başka bir ifadeyle somut koşulların varlığını reddeden bir devrimcilik kendini dev aynasında görmek, kendi önemini abartmaktır. (İşlevi kalmamış bir mecliste komünist şarkılar söyleyerek, ketıllı ve kekli şakalar, komiklikler yaparak, kitleleri devrime taşıyacağını ummak gibi.)

Nesnel koşulların içindeki çelişkilere işaret etmek, onlara müdahalede bulunmak elbette gereklidir. Marksist yöntem ve düşünce gereğince, tarihte işçi sınıfının kendiliğinden hareket alanı vardır ve bunu tanımak gereklidir. Her şeyi başından sonuna belirleme kudretine sahip olmadığınız gibi esas önemli mücadele de sizin var olmanız (kendi özgül alanınızı yeniden üretmeniz) ve doğru yerde duruyor olmanızdır. Doğru yerde duran kişiler olarak çok sayıda bulunmanızın size doğrudan bir faydası bulunmayacağı gibi az sayıda olmanız işinizi zorlaştırsa da etkinizi doğrudan belirlemez. (Sahi, Sovyet Devrimi’nde devrimi yapanların hepsi “komünist” miydi?)

Yalnızca bu şekilde devrim sürecinde işçi sınıfının ihtiyaç duyduğu hegemonik söyleminiz tutarlı hale gelebilecektir. Zira devrim dediğimiz süreç de “benim” diyebileceğiniz (iyeliğe alınabilecek) bir süreç değildir. Bizzat devrimin kendisi hegemonik mücadeleye açıktır ve her an karşı-devrim ile sonuçlanabilir. Diğer bir ifadeyle, devrimi sürükleyenlerin işçiler olması da devrime doğrudan proleter nitelik kazandırmaz. Çünkü devrim, sabit bir an değildir ve devrim sürecince yürütülecek sınıf mücadelesi devrimin sınıfsal karakterini şekillendirir. Strateji olmaksızın hegemonik pozisyon kazanmak olanaksızlaşacaktır. Çok çabaladığınızı düşündüğünüz devrimin avuçlarınızdan kayışı için gözyaşı dökmek istemiyorsanız, kitlenin suyuna gitmek ve size söyletilenleri söylemek yerine kendi alanınızı inşa edip olası bir harekette insanları o alana çağırmanız gerekir.

Kilit nokta şudur: Kendiliğindenlik ile popülizmi karıştırmamak elzemdir. Parti öncüdür, hareketle yönlenir ve harekete yön verir ancak hareketin arzu ettiği her şeyi arzu ettiği şekilde ele almaya kalkmaz. Bu nedenle doğru yerde durmanın öneminin karşısına hareketi koyarken hareketin popülist niteliğinin farkında olmak gerekir.

Örneğin işsiz ve yoksul kitlelerin iş talebine, “sermayeye daha çok alan açayım da istihdam artsın” gibi bir çözümle cevap verilemez. Ya da kendisine bilimsel sosyalist diyen birisi seçim vaadi olarak “işsizliği bitireceğiz” demez, çünkü kapitalizmde tam istihdamın mümkün olmadığını bilir; emeğin iktidarı olmadan, emeğin belirleyiciliği olmadan sermaye ile bu işin çözülemeyeceğini bilir. Önemli olan bu taleplerin dayandığı somut koşulları analiz etmek, sonra da buna uygun bir siyasi program ve bir alternatif üretmektir. Süreçte siz doğru yerde duran ve somutu iyi analiz edebilmiş bir söylem ve alternatif üretirseniz (ki söz konusu üretim bir harekettir, eylemdir) tam da çelişkilerin patlak vereceği somut koşullar nedeniyle ortaya çıkan kendiliğinden hareketin önderliğini almak için avantajlı bir siyasi konumda bulunacaksınızdır. Hegemonya mücadelesinde zaten inşa ettiğiniz bir alternatifin varlığı önemli olacaktır.

***

İkinci gerekçe, yani pratik olan ise içinde bulunduğumuz “kavşak” ile ilintilidir.

Türkiye, AKP iktidarı esnasında kendiliğinden gelişen ancak sonrasında gerçek bir öncü alternatifin halihazırda bulunmuyor olmasıyla da alakalı olarak sönümlenen büyük hareketlenmelere sahne olmuştur. TEKEL Direnişi ve Haziran Direnişi bu hareketlenmelerdendir. Ancak sürekli devam eden hareketlenmeler de göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte, söz konusu hareketlenmelerin büyük ölçüde sönümlenmesi (ya da Gezi dinamiğinin HDP’nin radikal demokrasi projesiyle içerilmeye ve soğurulmaya çalışılması ve birtakım sosyalistlerin de radikal demokrasiye “sosyalizm” diyerek buna çanak tutması) gerçekliğe tekabül eden bir sosyalist söylemin hegemonik pozisyona gelmemesinden kaynaklanmaktadır.

Kısacası, alternatif üretebilmek ve söz konusu patlamaları doğru bir yere yönlendirebilmek gerekmektedir. Buna örnek, “Emeğin On Çözümü” adlı Haziran çalışmasında bulunabilir. Bu çabanın genişletilmesi, iktidar emeğin olduğunda uygulanacak politikaların (özellikle ekonomi alanında) sektör sektör, kalem kalem belirlenmesi gerekmektedir. Gerekirse, sanki yarın iktidar olacakmışız gibi emekçiler olarak bu çabayı süreklileştirmemiz, alternatifi kanlı canlı hale getirmemiz gerekir. Gerçek voluntarizm gerçekçi bir alternatif için verilecek yorulmaz bir emekle, emeğin programıyla mümkündür. Sıkıştığımız zaman burjuva siyasetine sığınmakla değil…

Bahsettiğimiz çaba için de kendimiz dışındaki herkesi oy potansiyeli ya da kafa sayısı olarak görmeyi bırakmak ve insanların bizimle kolektif biçimde çalışmasına imkan yaratacak alanlar yaratmamız gerekir. Somut sorunların ortaya konularak sınıf siyasetinin dili içerisinden onları tekrar formüle etmek gerekir; daha önemlisi, bilmediğimiz her konuda ahkam kesmek yerine dinlemeyi öğrenmemiz gerekir. Herhangi bir Marksist’in Marksist olmak dolayımıyla yerde ve gökte gerçekleşen her şeyi bilmesi mümkün değildir. Teorik mücadele içerisinde olması, bilimsel yöntem ve bu dolayımla pratikte bilmediği şeyleri dahi sınıf diline aktarabilme yani ilkeler oluşturabilme kapasitesine sahip olması beklenebilir.

Peki öyleyse, hep beraber Marksizmin bilimsel araçlarını kullandık, gerçekliği olabildiğince doğru analiz ettik, müdahale edeceğimiz noktaları belirledik ama ortada kitle yok, bir türlü ortaya çıkamıyor. Devrimi bir avuç insan mı gerçekleştireceğiz? Kapı kapı dolaşıp insanlara mı anlatsak? Taksilere binip halkın nabzını şoförler üzerinden mi ölçsek? Sonra basın bildirisi mi yayınlasak, sokağa çıkıp okusak?

Hepsini yapalım isterseniz. Ancak somut ve kapsamlı bir alternatif ekonomik-siyasi planın, bu toplumu nasıl bir arada tutacağımızın gerçekçi bir analizinin (ideolojik-siyasal hegemonyanın) olmadığı yerde sadece kendimizi tatmin etmeyi bekleyebiliriz.

***

Yazının en temelde Erkan Baş’a (ve bu bağlamda bilinen kararı alan ilgili parti mensuplarına) yönelik olduğu sanırız anlaşılmıştır. Erkan Baş, çok iyi niyetli olabilir ve kendisi ve ekibine göre en iyi çözümü HDP’nin siyasi şemsiyesi altında bulmuş olabilir. Bununla birlikte kendisine yönelen öfkeyi de anlamalıdır. Çünkü kendisine ne kadar zor görünse de aslında kolaya kaçmış, yıllarca üretmeye çabaladığı ancak bir şekilde başarılı olamadığı alternatif bir dünya ihtimalini, yani sosyalizmi radikal demokrasi uğruna terk etmiştir. Demokrasi talebi etrafında şekillenen söylem gündelik hayatta belirli bir kesimi rahatlatacak olsa da bizim değildir ve bizi içermeye, kendi hegemonyası altına almaya odaklıdır. Erkan Baş’ın son dönem demeçlerinde söz konusu popülist söylem gayet net biçimde kendini açığa çıkarmaktadır. Katıldığı bir televizyon programında AKP’nin iktidardan gitmesiyle ekonominin düzeleceğini ve yatırımcıların güveninin artacağını söylemesi, burjuvazinin ana akım siyasal söylemidir. Bu mevzi değiştirmenin işareti değil de nedir? Ya da TİP/HTKP’nin açıkladığı ekonomik müdahale programının sadece bölüşüm ilişkilerine odaklı olması savrulma olarak nitelendirilmemeli midir?

Erkan Baş, birey olarak değil temsil ettiği ilkeler ve siyaset nedeniyle içerilmeye çalışılmaktadır. Tam da bu simgesel özelliği nedeniyle çok büyük bir öfkeyle karşılaşmıştır. Dikkat ederseniz Halkevleri, CHP tandanslı (laik ve Cumhuriyet değerlerine sadık) kendi tabanına rağmen uzun süredir HDP’ye yanaşmakta olduğu için Oya Ersoy benzer bir tepkiyle karşı karşıya kalmamıştır. Burada, Halkevleri içerisinde faşizm karşıtlığı üzerinden yapılan HDP ile dayanışma söyleminin içi “sınıf”tan boşaltılmış bir halk özneye yaslandığı uzun süredir gözlemlenmektedir. Halkevleri, siyasal çıkışı konjonktür gereği bir dönem CHP’de, şimdi ise HDP’de görmektedir. Bu nedenle, ideolojik ve siyasi sabitleri yüzer gezer olduğundan bu yazının konusu olmaları dahi anlamsızdır. Zaten Halkevi içerisindeki İnönü Alpat ve Ferda Koç arasındaki düşünsel kutuplaşma da bahsettiğimiz durumun somut ifadesidir.

Bu noktadan itibaren aynı tavırda devam etmek isteyenlerin kendilerine yakın destekçileriyle beraber liberal siyaset içerisinde alan açması daha doğru olacaktır. Zira burjuva sosyalizmi (demokratik yönetişim gibi) yerine proleter sosyalizmi hedef belirleyen sol için sözlerinin pek hükmü kalmamıştır. Kendilerine TÜSİAD’la el sıkışmış, yetmez ama evetçi eş genel başkanlarının olduğu bir partinin kanatları altındaki hayatlarında sonsuz başarılar diliyoruz. Başarılar diliyoruz çünkü sosyalizmin sacayaklarından anti-emperyalizm ilkesini HDP şemsiyesi altında nasıl savunacakları ve dile getireceklerini gerçekten merakla bekliyoruz.

Nitekim, kendilerinin de bu sıkıntının farkında oldukları savunma yerine saldırıya geçme çabalarından anlaşılmaktadır. Kendi tavrına laf geliyor diye yukarıdan bir üslupla bütün solu eylemsizlikle suçlayan Can Soyer’in, 13 Haziran’da yayınlanan yazısında görüldüğü üzere siyasi tutarsızlığı durağan karşısındaki hareket olarak göstermek sadece kendi hareketinin dışındakileri değil, kendi hareketinin içinde olanları da aptal yerine koymaktır. Zaten hareket içerisinde de bu tutarsızlığa karşı duruş sergileyenler olduğu gözükmektedir. TİP/HTKP içerisindeki itirazlar FKF bünyesinde devam etmektedir. FKF’nin seçimle ilgili açıkladığı metin açıkça TİP/HTKP’ye meydan okumadır. Baş, Soyer veya parti “ideologları” demagojiyle, literatür alıntılarıyla geçiştirmeye çalışmaktadır. Gel gelelim, böyle şovları Anadolu çocuğu yememektedir.

***

Tekrar ve tekrar: İttifak meselesi apayrı bir konudur. Kendi sesiniz, sözünüz korunduğu ve ilkelerinize sahip çıkan bir programınız olduğu sürece ittifaklar gerçekleştirmek sadece mümkün değil aynı zamanda siyasi olarak zorunludur. Ama yarın yokmuşçasına verilecek sözlerle olacak iş değildir bu. Bir stratejiniz olur, her tarihsel kavşakta kararlarınızı ona göre verirsiniz. Bunlar da kişisel değil, (sınıfsal ve kamu yararına) kolektif kararlardır. Baktınız tarih sizin manevranızı boşa çıkardı, ya da daha ciddi kopuşlar gerçekleşti, gerekirse stratejinizi gözden geçirirsiniz. Ama hiçbir koşulda karşınızdaki insanlar iyi niyetli diye, onları seviyorsunuz diye olur olmaz sözler veremezsiniz. Alper Taş’ın ÖDP başkanlar kurulu üyesi sıfatıyla dönem dönem gerçekleştirdiği ve son örneğini “verdik gitti” sözleriyle 12 Haziran akşamı gördüğümüz tavır bu sonuncuya örnek olarak verilebilir. Bağımsız ve radikal demokrasinin hegemonyasına direnme iddiasında olan bir kişinin sözleri ve eylemlerinde daha dikkatli olması beklenir.

Bunca yıldır siyasetin içerisinde yer alıp (bizlerden daha çok eyleme katıldıkları kesindir ve malumunuz, solculuk bazılarınca bununla ölçülmektedir) buna rağmen sözlerinin gideceği yeri düşünememe basiretsizliği midir durum? Ya da sürekli ufak çıkışlarla yukarıda bahsettiğimiz popülist tavra göz kırpma mıdır? Cevabını muhatabına ama asıl olarak söz konusu tavrı gözlemleyenlere bırakmak daha doğru olacaktır.

***

Uzun lafın kısası (bu da çok uzayan yazıyı sonlandırma gereğini hissettiğimizi belirten bağlaçtır) solda birleşelim çağrısında bulunan “sosyalistlerin” sermaye ile ortaklaşmaktan çekinmeyen radikal demokraside birleşmesi varsa Marksistlerin solda ayrışma çağrısı da gayet açık ve normaldir. Siyaset, burjuva parlamentarizminden ibaret olmadığı gibi, faşizm ise sandıkla, ketılla, kekle, baygınlık getiren (Gezi mizahından hayli uzak) bir mizahla yenilemez. İdeolojik sabitliklerin vekillik hesapları uğruna terk edildiği, siyasi ilkelerin Twitter'da takipçi kazanmak için unutulduğu yerde, solda ayrışma çağrısı aslında zaten olmakta olan bir temizlenme sürecini selamlamaktan ibarettir. Yalnızca bunun sonucunda doğru yerde duran fikir ve eylemlerden vazgeçmeyeceğimizi bilmemiz koşuluyla. Yoksa sadece azalmakla kalırız.

*Hukuk Doktoru adayı, Trinity College Dublin