Barış Akademisyeni'nin bir yılı
Tüm bu sürecin bana en temelde öğrettiği “dayanışmayı öğrenmek” diye bir şey olduğu. Öğrenilen bir şeymiş dayanışma ve çoğu insan da bundan bihabermiş. Öğrendim. Bir de, kötülük dayanışmadan daha kolay öğreniliyormuş...
Ayşen Uysal*
Bu kişisel bir deneyim yazısı. O gözle okumaya başlayın lütfen.
Malum memlekette herkesin gündemi 24 Haziran seçimleri. Ama bazılarımızın başka özel ve genel gündemleri de var... Bir yıl olmuş, oysa bir ömür geçmiş gibi. 28 Haziran 2017’de sarı zarfların elimize ulaşması ve Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü tarafından Barış Akademisyeni olmamızdan ötürü açığa alınmamızı resmen öğrenmemizden bahsediyorum. 11 zarf. Elime ulaşması dediysem mecazi. Zira ben açığa alındığımı telefon eden asistanımdan öğrendim. Oğuz ile bayramın bitmesini fırsat bilip üç günlüğüne biraz kafa dinlemek için Cunda’ya gitmiştik. Yaşadığımız onca şeyden ötürü ruhen çok yorgunduk, bu üç gün iyi gelecekti. Henüz otele yeni girmiştik ki telefon çaldı. Arayan asistanımdı. “Hocam size bir zarf var” deyince “aç lütfen, bakalım neymiş?” diye yanıt verdim. Açtı ve ben böylece açığa alınmış olduğumu öğrendim. Sonra da telefonda ağlamaya başladı “benden öğrenmiş olmanızı istemezdim” diyerek. Vicdan meselesi yapmıştı. Ertesi gün, “size vermememiz lazımmış” deyip ondan zarfı geri istediler bu arada :). KHK ile ihraç edilmek beklediğimiz bir şeydi, ama itiraf etmek gerekirse açığa alınmayı falan beklemiyordum, benim için tam bir şok oldu. Yatağa iliştim kaldım. Diğer arkadaşlara da tebligat geldiği bilgisi ulaştı bu arada.
Aslında ben 6 Haziran’da açığa alınmışım da, diğerlerinin işleminin tamamlanmasını beklemiş rektörlük. Bu zaman aralığında, beni çalıştırmaya devam etmek konusunda da bir beis görmemiş üstelik; sınav yapmışım, tez yönetmişim, jüri üyesi olmuşum vs. Mezuniyet törenine katılmışım, açığa alınma kararının altında imzası olan dönemin dekanı, o tarihte o imzayı atmış olduğu halde, yerinden kalkıp özel olarak beni kapıda karşılamış, vs. Aynı dekan tebligattan sonra geçmiş olsun demek için aradığında (WhatsApp üzerinden :)) “karardan haberim yoktu” bile dedi üstelik. En kötüsü de ne biliyor musunuz? Ben onun bu sözlerine inandım. O nedenle, durum ortaya çıktığında da en büyük öfkem ona karşı oldu. Her şey unutuluyor, insan da, hayat da çok tuhaf, ancak onun bu yaptığını asla unutmayacağım.
Dedim ya, sanki bir ömür geçmiş gibi; çok şey yaşandı, acılar, mutluluklar, dayanışma, vs. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinin kamuoyuyla paylaşılmasından sonra maruz kaldığımız baskı ve şiddetten hareketle günlük tutmaya başlamıştım, ama açığa alındıktan bir süre sonra bıraktım yazmayı. Her şeyin anlamsızlaştığı bir süreç yaşadım, günlük tutmayı bırakmam da o sürece denk düştü. Şimdi bazı yaşananları unuttum, keşke gün gün devam etseydim yazmaya. Bazı insanların yaptıklarını hiç unutmak istemiyorum zira. Yaşananlar mutlaka ve mutlaka tarihe not düşmeli diye düşünüyorum. Sadece yargılamalar değil, aynı zamanda her birimizin tek tek yaşadığı, yaşamımızı altüst eden, iz bırakan deneyimler. İnsanın kötülüğüne dair her şey. Aynı zamanda iyiliğine de dair elbette.
Ben bu bir yılı en çok “emeğe saygısızlık” olarak yaşadım. Akademik faaliyetler ve akademi anlamsızlaştı, ilkeler anlamsızlaştı... Kitap, makale yayınlayacağım da ne olacak? Bunca yıl derslerimi titizlikle anlattım da ne oldu? Bu tür düşünceler zihnimi kapladı. Yıllarca, olanağım olduğu halde, tez danışmanlıklarımı, derslerimi bırakmamak, aksatmamak için uzun süreli yurtdışında bir araştırma merkezine/üniversiteye gitmedim. Sonuç? Düşünün ki, derslerine girmeyen, girip de kızını ya da gezdiği yerleri anlatan, belki doktoradan beri gazete köşe yazısı dışında bir şey okuyup yazmayan akademisyenleri eleştirirken, bir gün bakıyorsunuz onlar kalıyor ve akademinin belki de en parlak isimleri kapı dışarı ediliyor. Siz ne hissedersiniz? Anlamını yitirmez mi? Yine düşünün ki, yetiştirilmesi gereken acil işlerimi ancak ofis kapımı kilitleyerek yapabiliyordum, çünkü öğrencilerim, asistanlarım, meslektaşlarım odamı boş bırakmazdı. Açığa alınmamdan sonra içlerinden çok azı yanımda durmaya devam etti, aradı veya sordu. O zaman dönüp geçmiş 12 yılınızı sorguluyorsunuz. Özel hayatınızdan, ailenizden, arkadaşlarınızdan, kısacası hayattan çaldığınız zamana üzülüyorsunuz. İntihal yapan, önünü ilikleyerek bir yerlere gelenler ödüllendirilirken, sizin onca emeğiniz bir kalemde silinip atılıyor. Doktora tezimi yazarken günde 14 saat çalışırdım. Arkadaşlarımla buluşmak için zaman ayıramadığımdan, konuşma ihtiyacımı karşılamak için karşıdaki hekimden randevu alıp muayeneye giderdim. Tüm bu akademik çalışmaların hangi koşullarda, ne gibi zorluklarla yapıldığını düşünebiliyor musunuz? Üstelik de kendisinin bile yazmadığı tezlerle yürüyüp giden onca ‘akademisyen’ varken! Bunları yaşamak psikolojik olarak çok ağır. Dürüstçe itiraf etmek gerekirse, Dokuz Eylül Üniversitesi’ni hiçbir zaman üniversite gibi görmedim, bana göre orası herhangi bir devlet dairesiydi. Çalışanlarının büyük bölümünün benim için herhangi bir bakanlığın çalışanlarından hiç farkı yoktu. Hani hep konuşulur ya da bizzat görürsünüz ya, önündeki bilgisayarda fal bakarak mesaisini tamamlayan devlet memuru, işte o modelden! Bilimle en ufak bir ilgisi olmayan ama ayak oyunlarının bolca olduğu çok sayıda yerden biri işte...
Çalıştığınız ortam böyle olunca tatmini başka yerlerde arıyorsunuz. Ben de ilişkilerimi en başından beri yurtdışındaki üniversiteler ile yurtiçindeki az sayıda birkaç üniversite ile inşa etmiştim. Açığa alınmamdan en çok da bu ilişkiler zarar gördü. Açığa alınmamı izleyen günlerde Fransız Siyaset Bilimi Kongresi'nde yapmam gereken konuşmalar ve toplantılar vardı, oraya gidemedim. Daha önemlisi, bir yıl önceden planlanmış, sözleşmesi imzalanmış, tanıtımı yapılmış, üniversitenin resmi web sitesinde yayınlanmış, dersi seçen öğrencileri belli bir dersim vardı İsviçre’nin Fribourg Üniversitesi’nde. Gidip o dersi vermem mümkün olmadı. Öğrenciler mağdur oldu. Dersi başkasına aktarmalarını rica ettim. Buna karşılık verdikleri yanıt çok ama çok kıymetli: “Hayır aktaramayız, bu ders sizin, kimse veremez. Öğrencilerden mızmızlananlar olacaktır, ancak onların da bazı bilim insanlarının ne kadar zor koşullarda işlerini yaptıklarını öğrenmeleri, görmeleri lazım. Dünya burada onların yaşadıkları kadar toz pembe değil. Bunu idrak etmeleri gerekir”. Türkiye’de bu durumu görmeyen, görmek istemeyen o kadar çok meslektaş, öğrenci, vs. var ki! Onların bu aymazlığına karşılık İsviçre’deki meslektaşlarımın verdiği bu yanıt çok anlamlı ve çok kıymetli. Bunlar ilk anda aklıma gelen örnekler, başkaları da var. Hani bazıları çok milliyetçi geçiniyor ya, onların milliyetçilikleri sloganın ötesinde bir şey değil. Bakın sadece benim örneğimde bile, Türkiye’ye dair nasıl bir fikir oluşturdular yurtdışında. Yabancı meslektaşlarımız aylarca pasaportlarımızın nasıl iptal edilmiş olabileceğini, nasıl yurtdışına çıkamadığımızı anlamakta zorlandılar. Bu yaşananlar karşısında, ilişkide olduğumuz bu yabancı üniversitelerin yöneticilerinin, öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin gözünde nasıl bir Türkiye resmi oluşmuştur sizce?
Fransa’daki, İsviçre’deki arkadaşlarım çok tedirgin oldular ve dayanışmanın en mükemmel örneklerini sergilediler. Destekleri konusunda haklarını ödeyemem. Onlar bunu yaparken, bırakın başka şehirdekileri, İzmir’dekilerin çoğundan bir ses çıkmadı, meseleyi idrak etmekten bile uzak kaldılar. Bir gün İzmir’den Ankara’ya giderken uçağın kapısında aynı üniversiteden bir profesörle karşılaştım. Aynı zamanda aynı kadro ilanıyla profesör olduğumuz, birçok defa aynı jürilerde yer aldığımız biri kendisi. Beni görünce kafasını çevirdi, görmemezlikten geldi. Zaten açığa alınmamızdan sonra telefon bile etmemişti. Bu anekdot yaşanılanların çarpıcı bir resmi aslında. Kıytırık görev hesapları, küçük hesaplar için açığa alınmamız karşısında bayram edenleri, vs. mi ararsın, ne ararsan var. Onların bir önemi yok elbet. Zaten biliyorduk ne olduklarını ve aynı dünyayı paylaşmıyorduk. Her üniversitede bolca var bu tür insanlardan. Ama beni en çok yaralayan fakültede çok yakınımda görünenlerin bu süreçteki tutumları oldu. Sadece kendi dertlerine düştüler. Bunu açıkça dillendirmeseler de, tedirgin oldular, kendilerine bir şey olmasından korktular. Bugünlerde de yerime birinin alınması için ön ayak oluyorlarmış :).
Çok güzel şeyler de oldu. Tüm bu sürecin bana en temelde öğrettiği “dayanışmayı öğrenmek” diye bir şey olduğu. Öğrenilen bir şeymiş dayanışma ve çoğu insan da bundan bihabermiş. Öğrendim. Bir de, kötülük dayanışmadan daha kolay öğreniliyormuş...
*Prof. Dr.