Gazetecilik etiği, Küçükkaya, ve AKP Türkiye'si: Tezcan Durna'nın yazısı üzerine

Türkiye'de bazı bilgilerin yayımı özgürlüğümüz açısından sorunlar yaratabilir. En azından, benim endişem bu. Bu tip bir sansür aslında daha çok 'güvenlikçi' nedenlerle meşrulaştırılır ama ben daha distopik bir açıdan bakıyorum. Bilgi paylaşımı her koşulda kısa vadede özgürleştirici bir aksiyon olabilir ama AKP Türkiye'sinde bu bazı medya kanalları tarafından manipülatif amaçlarla kullanılabilir. Ya da havuz medyasının pratikleri telafi edilmesi gereken hareketler olarak görülebilir.

Google Haberlere Abone ol

Yusuf Yüksekdağ*

Tezcan Durna, İsmail Küçükkaya'nın seçim gecesi paylaştığı yazı ekseninde kayda değer bir gazetecilik etiği tartışması başlatmış birkaç gün önce. Öncelikle Gazete Duvar'daki bu yazıyı okumanızı öneririm

Durna, yazısının son kısmına kadar kısa ve öz bir Etik 101 girişi gerçekleştirmiş. O kısma dair söyleyeceğim ya da ekleyeceğim bir şey yok. Ama bu uğraşının sonunda, yazının son kısmına gelindiğinde gerekli olan önermelerin söylenmemiş olduğunu düşünüyorum. Daha da önemlisi yazıda bazı sorunlu (ya da daha cömert olmak gerekirse bazı yetersiz) çıkarımlar mevcut.

Son kısımda Tezcan Durna şunu yazmış: "Ancak İsmail Küçükkaya, gazetecilik mesleğinin zorladığı rekabet koşullarına boyun eğerek, bir fırsatı neredeyse “ganimete” dönüştürme peşine düşmüştür. Bu gazetecilik etiği açısından yanlış mıdır? Elbette yanlış değildir. Ancak bu davranışı Kant’ın deontolojisi açısından değerlendirirsek külliyen etik dışı bir davranıştır. Zira Küçükkaya’nın eyleminin etik olup olmadığına “bu bilgiyi gerçekten halkı bilgilendirmek için mi, yoksa mesleki tatmin için mi paylaştı?” sorusuna vereceği içten yanıt sonucunda karar verebiliriz."

Gazeteciler anlattı: İsmail Küçükkaya ne yapmalıydı?Gazeteciler anlattı: İsmail Küçükkaya ne yapmalıydı?

Öncelikle, 'gazetecilik etiği açısından yanlış değil ama Kant'ın açısından bakarsak külliyen yanlış' ifadesi pek anlaşılır değil. Durna burada gazetecilik etiği ile daha genel bir etik ayrımı mı yapıyor, belli değil. Yapıyorsa, bu metodik bir yanlış. Yapmıyor kabul edelim ve sadece Kant açısından baktığında yanlış olduğunu dile getiriyor diyelim.

Kant/Deontoloji perspektifinden bakarsak, Durna'nın da çok güzel açıkladığı gibi, ahlak teorisinde ilkeler ve kurallar vardır/olmalıdır. O bilgiyi Küçükkaya'nın gerçekten halk için mi yoksa kendisi için mi yaydığı, yani Küçükkaya'nın niyeti Kant'ın ahlak teorisinde (bilinenin aksine, bazı istisnalar vardır) kendine pek de yer bulmaz. Şaşırtıcı olan, Durna aslında bunu ilk kısımda belirtiyor. O yüzden bu da anlaşılır değil.

Yazıda bazı teorik yetersizlikler de mevcut:

Kant dışında, yazarın da bahsettiği ve kısaca açıkladığı faydacılık açısından bakarsak dahi Küçükkaya'nın yanlış yaptığını/ahlak dışı davrandığını önerebiliriz. Bu da mutluluk algımız yani fayda sağlayacağımız o birimin ne olduğuna (ihtiyaçlar mı, hislerimiz mi, tercihlerimiz mi) ve Küçükkaya hangi aksiyonda bulunursa bu birimin artıp/azalacağı ile ilgilidir. Bunun basmakalıp bir cevabı yok. Bu da bizi yazının ikinci teorik yetersizliğine getiriyor.

Kant yani deontoloji açısından da baksak, faydacılık açısından da baksak, elimizde bir vaka var ve ancak tüm teorik altyapımızla bu vakayı tartışarak bir yanlış/ahlak kanısına varabiliriz. Zaten gazetecilik etiği de böyle oluşur ya da 'ancak böyle böyle oluşur' da diyebiliriz. Bunu bu yazıda etraflıca bir şekilde gerçekleştirmek zor, ama Durna'nın yapmadığı (ya da kaleme aldığı yazı kapsamında yapmak istemediği) ve asıl yapılması gereken tartışmalara en azından bir giriş yapalım:

Örnek 1: Kant/Deontoloji açısından (daha modern anlayışı ve uygulanışı ile) bakarsak bunu hep beraber gece gündüz bir rasyonalite ve hakkaniyet ekseninde (bu hakkaniyet eksenin nasıl oluşturulacağı da ayrı bir teorik tartışma konusudur) tartışır ve 'gazeteci ne olursa olsun bilgiyi olduğu gibi halka iletir' kuralında karar kılar ve elimizdeki vakalara uygulayabiliriz. Eğer bir haberi 'olduğu gibi' paylaşmak bize ahlak/etik açısından sorunlu geliyorsa, o zaman o kuraldan 'olduğu gibi' kısmını çıkartabiliriz. Bunu yaparken de bu kural/prensiplerin diğer prensipler ile çelişmemesini göz önünde tutarız.

Örnek 2: Faydacılık açısından bakarsak, öncelikle, bu ülkede/dünyada maksimize etmeyi düstur haline getireceğimiz değer/birimde karar kılmalıyız. Özgürlük mü, ihtiyaçlar mı, tercihler mi, mutluluk mu? Örneğin mutluluğu ihtiyaçlar olarak da tanımlayan teoriler de vardır ve son raddede bir ahlak teorisi uygulanabilir olmalıdır. Bu yüzden maksimize edeceğimiz bu birim ölçülebilir olmalıdır.

Bu birimde karar kıldıktan sonra da, bunu hangi aksiyonlar çoğaltır/maksimize eder, ona bakarız. Ve bu, o aksiyonun tüm etkilerini göz önüne almayı gerektirir. Diyelim ki birimimiz özgürlük. O zaman İnce'nin mesajının paylaşmak her bir bireyin özgürlüğünü artırıyor mu azaltıyor mu, ona bakarız. Haber alma açısından, ülke özgürlüğüne katkısı açısından vb., her kişi ve acı göz önüne alınarak bir karar verilir.

'Adam kazandı': Neye yaradı o bilgi?'Adam kazandı': Neye yaradı o bilgi?

Ama örnek 1-2 ikiliğine hapsolmak zorunda değiliz. Hem fayda/sonuç hem de prensipler göz önüne alınabilir. Daha hibrit bir teori oluşturulabilir. Zaten gazetecilik etiği ve prensipleri de (örneğin 'do no harm' ya da 'be accountable') bu tip bir hibrit anlayış ile oluşturulmuştur.

Türkiye örneğinde de yapmamız gereken de budur. Daha kapsayıcı ve daha esnek prensipler önermek. Bunun, bence, birincil motivasyonu da Türkiye de ideal-dışı bir düzen olması. Türkiye'de bazı bilgilerin yayımı özgürlüğümüz açısından sorunlar yaratabilir. En azından, benim endişem bu. Bu tip bir sansür aslında daha çok 'güvenlikçi' nedenlerle meşrulaştırılır ama ben daha distopik bir açıdan bakıyorum. Bilgi paylaşımı her koşulda kısa vadede özgürleştirici bir aksiyon olabilir ama AKP Türkiye'sinde bu  bazı medya kanalları tarafından manipülatif amaçlarla kullanılabilir. Ya da havuz medyasının pratikleri telafi edilmesi gereken hareketler olarak görülebilir. Ana akımın tersine, bazı kanallarda Tayyip Erdoğan'a daha az süre verilmesini, tartışma programlarında muhalif konuklara daha fazla süre verilmesini (bu da eşitlik ve hakkaniyet/adalet ilkeleri ile ilgili) bu yüzden ahlaklı/doğru davranışlar olarak bile görebiliriz.

Yine de bu konu, yazarın da dediği gibi zihin açıcı ve daha çok tartışılması gereken bir soru.

* Akademisyen, Uygulamali Etik Birimi, Linköping Üniversitesi, İsveç ve Felsefe Enstitüsü, Bern Üniversitesi, İsviçre