Post-truth’a yenilmek: Saadet Partisi

İktidarın Mavi Marmara davasındaki tutumunu görmezden gelen, ekonomik ve kamusal alandaki yönetişim krizinin faturasını muhalefete kesen, terör sözcüğünü hiç olmadığı kadar alelade kullanarak iktidara itiraz eden herkese yapıştıran, devlet bekası ile AK Parti’nin bekasını zihninde eşit olarak gören kitlenin oluşması, bir sonuç olarak post-truth söyleminin AK Parti ile arasındaki korelasyonu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle Saadet Partisi’nin iktidarın yanlışlarına, hatalarına ve eksiklerine ayna tutan siyasi tarzı beğeni alırken kendisi ise oy alamadı.

Google Haberlere Abone ol

Serhat Özdili 

Oxford Dictionaries’in 2016 yılında yılın kelimesi seçtiği "Post-truth" kavramı, bir sıfat olarak, ‘nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu’ şeklinde tanımlanıyor. Özellikle ABD Başkanlık seçiminde Trump’ın seçim başarısından sonra adından sıkça söz ettiren ‘post-truth politics’ kavramını kullandığımızda "doğruların, hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir dönem"den bahsetmiş oluyoruz. 24 Haziran Seçimleri; ilan edilişi, kısa bir kampanya süresine sahip olması, ittifakların yasal hale getirilmesi ve yeni sistemin ilk seçimi olması hasebiyle birçok açıdan alışılagelmişin dışında tabloları karşımıza çıkardı. Seçimlere Millet İttifakı içerisinde katılan, söylemleri, saha çalışmaları ve siyasetteki perspektifiyle seçime damgasını vuran Saadet Partisi, kanımca post-truth’a yenilerek bir seçimi tamamlamış oldu. Siyasete nitelik katan, mevcut siyasal perspektiflerin ötesine geçebilen, dahası geleneksel siyasal kodlarını güncelleştirmiş bir parti insanların neden ilgisini çekemedi sorusu herkesin aklını kurcalıyor. Bu soruya farklı açılardan bakarak belki de anlamlı bir yanıt oluşturabiliriz.

YENİDEN SAADET PARTİSİ

İktidar partisini kendi içindeki bölünmeyle doğuran Saadet Partisi, bölünen grubun yenilikçi, kalanların ise gelenekçi olarak tanımlandığı bir süreci yaşayarak, Milli Görüş ideolojisinin ayakta tutmaya çalıştığı bir kurumu olarak siyasal yaşamına devam etti, ancak girilen ve kaybedilen her seçim, seçmenlerinin azalarak tükenmeye yüz tutmasına neden oldu. İktidarın siyasal güce erişmesi, Türkiye’de sivilleşmeyi esas alan bir anlayışı öncelemesi, başörtüsü ve inanç alanlarındaki dominant hali ve iktisadi anlamda geleneksel sermaye yerine muhafazakar-İslami sermayeyi ön plana çıkarması Saadet Partisi’ni silikleştiren gelişmeler oldu. İktidarın demokrasi alanındaki iddialarını yitirip, devletin merkeziyle bütünleşmesinin ardından özellikle muhafazakar-dindar kitle nezdinde iktidarın sorgulanması gerçeği açığa çıktı. Osmanlı romantizminin terk edilmesi ve Temel Karamollaoğlu ile birlikte, kullanılan dilin ve siyasete bakışın değiştiği hissedilirken, partinin geleneksel siyasal kodları güncelin ihtiyaçlarıyla tahkim edilerek ülke siyasetinde aktif bir özneye dönüştürüldü. Bu durumun somut ifadesini 2017 referandumunda Saadet Partisi’nin "Hayır" kararı almasında yakalayabiliriz. Seçimlere de bu değişimin yansımaları eşliğinde gidildi. İktidarın aparatı gibi algılanan, iktidara eleştiri yerine öğütler yönelten ve "light muhalefet" ile tabandaki birliği (AK Parti-SAADET) göz ardı etmeyen parti, özgüvenli, iktidara rakip ve yumuşak üslubuna sert muhalefetini ekleyerek yeni bir sayfa açmış oldu. Eski SAADET ile Yeni SAADET (Muhtemeldir ki parti yöneticileri eski-yeni ayrımını kabul etmeyecektir, ancak değişimi mevcut özne üzerinden yaptığım için değişimin öncesi ve sonrasını ayırmak için bazı sıfatlara ihtiyaç duyuyorum) arasındaki farkları, iktidarın seçim döneminde Saadet Partisi'ne yönelik yükselttiği ses tonu ve sert eleştirilerden de çıkarabiliriz.

SEÇİM KAMPANYASI

Saadet Partisi 2017 referandumundaki "Hayır" kararından sonra stratejik bir karar daha alarak, birlikte hareket ettiği CHP ve İYİ Parti ile "Millet İttifakı" çatısıyla seçime girdi. Bu kararından önce AK Parti’nin ittifak teklifine, savunduğu adalet, liyakat ve adil bölüşüm gibi temel bakış açılarındaki farklılıkları öne sürerek olumsuz yanıt verdi. CHP ve İYİ Parti ile ittifak kurmasındaki temel iki referans "Seçim barajı ve hayır kampanyasında bütünleşilen değerlerin ortaklığıydı". Seçime ittifak ile girmesine rağmen Saadet Partisi kendi seçim beyannamesini ve söylemlerini özgün bir dille seslendirme gayreti içerisinde oldu. Taraflı-tarafsız herkesin beğenisini alan, sempatik, sorunları can alıcı üslupla anlatarak çözüme dair söylemlerini çoğulcu bir dille aktarmaları en dikkat çeken yönleriydi. Alışılagelmiş Saadet Partili stereotipini yıkarak, canayakın, güleryüzlü ve dürüst bir intibah bıraktılar. Bunu yaparken kültürel iktidara yönelik dayatmacı bir iddiada bulunmaması ve hegemonik dilden kaçınması güçlendirici bir etken olarak da değerlendirilebilir.

'SAADET PARTİSİNE HAK VERENLER,OY VERMEDİ'

Saadet Partisi ülkenin içerisinde bulunduğu türbülans haline ilişkin beyannamesinde özel parantez açarak, her kesimin kendisini bulabileceği bir dili oluşturdu. Özellikle "İslamcı değil Müslümanız’’ mottosu ile adalet, adil bölüşüm, liyakat gibi vatandaşlık hukukuna dair eksikleri ön plana çıkardıkça, iktidar ve ona yakın çevrelerin hışmına uğradılar. CHP ile kurulan 0 baraj ittifakı, iktidar ve çevreleri için kullanışlı ve pratik argüman olarak kullanıldı. Sadece CHP ve HDP değil hatta FETÖ gibi Saadet Partisi'nin asla yan yana gelmediği, ortaklık kurmadığı yapı ve oluşumlar ile birlikteymiş gibi oluşturulan algının Saadet Partisi’ne oy verme eğilimi olan kitlelerin önünü kesen önemli bir faktör olduğu söylenebilir. Bir faktör ile fotoğrafın tamamını oluşturmak asla mümkün değil. Öte taraftan sermaye ile iç içe olan, iktidarın ticari hinterlandında kendisine yer bulan kitleler rasyonel olanı seçerek, tüm hata ve yanlışlarına rağmen iktidara oy vermeyi sürdürdü. Marx’ın alt-üst yapı ilişkisini politik iktidarın yegane gücü olarak kabul etmesine Gramschi’nin bıraktığı şerh, mevcut siyasal tabloyu objektife yakın bir şekilde ele almamız için güçlü bir tartışma alanı sunuyor. Olayı sadece iktidarın ekonomik gücü ve kamu imkanları ile seçmen üzerinde psikolojik etki oluşturması bağlamında ele alırsak esas faktörleri ıskalamış oluruz. Sivil endoktrinasyon araçları olan TV-gazete ve dizilerde iktidar lehine orantısız bir şekilde oluşturulan avantaj, gerçek üstü siyasal söylemlerin kitlede karşılık bulması gibi etmenler de eklenince iktidara kızan, tepki gösteren ancak AK Parti dışında hiçbir yapının alternatif olamayacağına dair inanç taşıyan kitlenin varlığı 24 Haziran seçimlerinin sonucunu büyük oranda tayin etmiş oldu.

Post-truth kavramının seçim sonuçlarıyla direkt ilişkisini bu bağlamda aramak gerekiyor. İktidarın Mavi Marmara davasındaki tutumunu görmezden gelen, ekonomik ve kamusal alandaki yönetişim krizinin faturasını muhalefete kesen, terör sözcüğünü hiç olmadığı kadar alelade kullanarak iktidara itiraz eden herkese yapıştıran, devlet bekası ile AK Parti’nin bekasını zihninde eşit olarak gören kitlenin oluşması, bir sonuç olarak post-truth söyleminin AK Parti ile arasındaki korelasyonu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle Saadet Partisi’nin iktidarın yanlışlarına, hatalarına ve eksiklerine ayna tutan siyasi tarzı beğeni alırken kendisi ise oy alamadı. Saadet Partisi'nin hak ve adalet talebi kadar, yoksulluğa yaptığı samimi vurgular insanların vicdanında yer edindi. Kabul gören dil ile alınan oy arasındaki ters orantıyı, iktidarın zihinsel tekelinde yer alan kitlelerin maruz kaldığı endoktrinasyon ile iktisadi bağlarda ararsak daha doyurucu sonuçlara ulaşılabiliriz.

Sağ-muhafazakar siyasetin devlet ile etkileşimini de ayrı bir parantezde ele almakta fayda var. Devletin müesses nizam refleksleri değişmese de iktidarın devletin merkezine oturması durumu söz konusu. Bu serüven spontane bir gelişme değil aksine siyasal İslamın güç ile buluşması sonucu aldığı pozisyonun hazin bir öyküsüdür. Althusser’in devletin ideolojik aygıtları kavramıyla öne sürdüğü, devletlerin vatandaşlar üzerinde kurduğu zihinsel iktidarın merkezi güçlendirmesi anlayışı Kemalist devrimler ve onların aracılığıyla varlığını sürdürüyor. AK Parti ile bu anlayış tek parti/lider kültüyle birlikte tahkim edilerek farklı argümanlar aynı hedefi güçlendirir hale getirildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın kitlede uyandırdığı hayranlık ve güvene Weber’in karizmatik otorite anlayışındaki unsurlarda rastlıyoruz. Weber’e göre karizmatik liderlerde aranan özellikler, o liderin sosyal statü ve mesleki uzmanlık bilgisi ile ilgili değildir. Toplumun karizmatik liderden beklediği en önemli şeylerden biri kendilerine olan bağlılığın derecesidir. Bunu başarabildiği için Erdoğan’ın partisini aşan liderlik kültü, devletin ideolojik aygıtlarıyla ,iktidarın endoktrinasyon araçlarının kesişmesinin bir sonucudur. Post-truth’un seçimin kaderini çizen etkisi de tam olarak burada saklıdır. OHAL ve asimetrik bir kampanya ortamında seçime gidilmesini yadırgamayan kitle, liderinin amaca ulaşmak için kullandığı metotları da etik anlamda sorun yapmamaktadır. Bu durum mevcut sürecin bir başka çıktısı olarak da kabul edilebilir.

SAADET PARTİSİ BAŞARISIZ MI?

Saadet Partisi yazıda belirttiğim faktörlere göre niceliksel bir zaafa uğramış gibi görünse de bizi kimlik ve yaşam tarzı odaklı dar muhalefet siyasetinden kurtararak, iktidarı tüm politikalarında mutlak sorumlu kıldığı bir düzleme taşıyabildi. Vicdanlara seslenmesi taleplerinin bir gruba özgü olmadığının sağlamasıydı. Zeytin metaforuyla açıklamaya çalışırsak 24 Haziran seçimleri Saadet Partisi'nin bir sonraki seçimde ürünleri toplayabilmesi için ortaya koyduğu ön çaba oldu. Açlık ve yoksulluğu, vicdanı, merhameti ve adaleti merkezine alarak ürettiği siyasetin, bu kavramları çok kullanan ama istismar eden yapıları tedirgin etmesi anlaşılırdır.

Mevcut iktidara yaslanarak yaşam standartlarını değiştiren, sınıf atlayan, gücü elinde bulunduran ve gitgide nobranlaşan profillerin Saadet Partisi’nin söylemlerinden kendisine pay çıkarmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırı olur. Kaldı ki Saadet Partisi uzlaşı dilini sadece iktidar olması halinde değil olmadığında da muhafaza eden bir geleneği temsil ediyor. Seçimin ardından kalbi bir miktar kırılan Saadet Partililerin buluştuğu söz "Sahipleneni az diye hakikate hürmet etmekten vaz mı geçeceğiz" oldu. Oysa bu kalbi direnişin ve azimle yapılan hakikate ulaşma mücadelesinin tarihsel izdüşümünü, insan onuruna aykırı uygulamalara karşı bedenini ölüme yatıran Bobby Sands’ın mücadelesinde bulabiliriz. Ölmeden 25 gün önce milletvekili seçilen ve açlık grevinin 66. gününde yaşama gözlerini yuman Sands tüm umutsuzlara sesleniyor… "Bizim de günümüz gelecek."