Halkı sandıktan soğutmak
Temsili demokrasiyi eleştiren romanı Görmek’te J. Saramago’nun izlediği yoldan da esinlenerek, başka bir “suç ve ceza anlayışı mümkün” diyeceğim ve halkı savaş ve askerlikten soğutmaktan değil de, örneğin oy verme başta olmak üzere en temel katılım haklarından soğutanlara, bilim insanlarını bilimden soğutanlara, halkı umutsuzluğa sevk edenlere, vs. dair suç tanımları geliştiren kuralların hakim olduğu bir toplumda yaşamayı hayal edeceğim...
Ayşen Uysal*
Şayet ceza hukuku “halkı oy sandıklarından soğutmak” diye bir suç tanımlasaydı, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) hem 16 Nisan referandumunda hem de 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinde sergilediği tutum ve davranışlarla en ağır cezaya çarptırılırdı. Böyle bir suç ve ceza tanımı yok mevzuatta. Buna karşılık “halkı askerlikten soğutmak” diye bir suç tanımlanmış. Türk Ceza Kanunu (TCK)’nun 318. maddesi, “Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir. Fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır” der. Siz maddeyi bir defalık da olsa askerlik kelimesi yerine oy verme koyarak okuyun. Bu haliyle CHP’ye ne ceza hükmederdiniz onu düşünün :). TCK’nin 318. maddesinden en çok da vicdani redçiler çekti. Ülke tarihinde bu yüzden hapiste yatan çok sayıda vicdani redçi oldu. Biliyorsunuz, vicdani red savaş karşıtlığı ile sıkı sıkıya ilişkili. Savaş karşıtı iseniz, barış talep ediyorsanız, ülkede çekmediğiniz kalmıyor. Biz akademisyenler de barış talebimiz nedeniyle iki buçuk yıldır çok çektik, ne demek olduğunu iyi biliriz. Buna karşılık, savaş isteyenler, oluk oluk kan dökülsün diyenler “onurlandırılıyor” memlekette. Bir tuhaf ülke işte.
Askerlik bir vatandaşlık ödevi. Oy verme de hem hak hem ödev. Yani yasal mevzuat oy kullanmayı zorunlu kılıyor. Zorunlu olması ayrıca tartışılabilir. Ben ödev değil, sadece hak olarak tanınması gerektiğini düşünenlerdenim. Onu ayrıca tartışabiliriz, ama şimdi konumuz bu değil. Ödev olarak tanımlanmış olması, seçme (ve seçilme) hakkının yurttaşa tanınmış en temel siyasal haklardan olduğu gerçeğini değiştirmez. Sandığa gitmek tek seçenek değil elbet. Gidip de beyaz oy (boş oy) vermek de var, oy pusulasına güzel güzel resimler, işaretler çizmek de var. Ya da gitmeyip sandığı protesto etmek de. Uzun yıllardır Avrupa ülkelerinde seçimlere katılım oranları oldukça düşük. Amerika Birleşik Devletleri’nde de keza öyle. D. Trump’ın seçildiği seçimlerde katılım oranını hatırlamak bile durumun ciddiyetini görmeye yeter: yüzde 50’ler civarı. Halkın yarısı sandık başına gitmemiş. Her iki kişiden biri :). Yeri gelmişken, yakın zamanda “Bizim seçtiklerimiz bizi ne kadar temsil ediyor?” başlığını taşıyan eğlenceli bir başka yazıyla da karşınızda olacağımı duyurmuş olayım :). Oy sandığının başına gitmemenin çok farklı nedenleri var. Sistem eleştirisinden tutun da, tatile gitmeyi daha cazip bulmaya kadar. Türkiye’de ise, “ödev” algısının da etkisiyle olsa gerek, seçimlere katılım oranları hep yüksekti. Buna rağmen “sandık başına gitme çağrıları” seçim kampanyalarında her daim önemli bir yere sahip oldu. Sandık başına gidilmezse “karşı tarafın” kazanacağı söylemi hem muhalefetin hem de iktidarların seçmeni uyarma ve korkutma konusundaki etkili taktiği olageldi.
Son seçimlere, yani 24 Haziran 2018 seçimlerine gelecek olursak, benzer bir durumu orada da görmek mümkün. Ancak bu defa “sandığa davet” sadece tehdit algısı üzerinden değil, oldukça başarılı bir biçimde, vatandaşa birey olarak değer atfeden ve bireysel gücüne vurgu yapan, oy seferberliğine davet eden bir biçimde yapıldı. Özellikle Selahattin Demirtaş’ın, dört duvar arasından bile, bireyi mobilize etme gücünün takdire şayan olduğunu söylemek lazım. 24 Haziran seçimleri öncesinde ve sırasında bir yandan, 16 Nisan referandumunda –aslında öncesi de var ama şimdilik o kadar geriye uzanmayalım- seçim güvenliği konusunda çok kötü bir performans sergileyen ve oyların çalındığı iddiaları karşısında sessizliğe bürünen CHP’nin, seçmenin oylarına sahip çıkılmadığı gerekçesiyle sandık başına gitmeyeceği korkusu, diğer yandan da HDP’nin (ama yalnızca HDP’nin değil) Kürt seçmenin sandığı bir dizi nedenle protesto edeceği kaygısı, partilerin seçmeni sandık başına gitmeye ikna etme çabalarını beraberinde getirdi. Bu kampanyada başarılı olmadıklarını söylemek çok büyük haksızlık olur.
Başarılı oldular da ne oldu? Seçmen sandık başına gitti, ancak ülkenin yarısına yakını hala oylarına sahip çıkılmadığını, oylarının bir biçimde manipüle edildiğini düşünüyor. CHP, 16 Nisan referandumunda yaptığı hatayı 24 Haziran seçimlerinde katlayarak tekrar etti. Seçmenin güvenini bir defa daha, ama bu defa onarılmaz bir biçimde sarstı, hatta yok etti. Seçimin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, vatandaşın önemli bir bölümü hala bu konuyu konuşuyor. “Daha da gitmem” diyor :). Seçimlerle mücadele kazanacağına, siyasal iktidarı bu yolla değiştirebileceğine inanmıyor artık. Biraz zorlarsak buradan CHP’ye, paradoksal bir biçimde, “halkı isyana teşvik” suçu bile çıkarabiliriz :). 16 Nisan referandumundan haftalar sonra “o gece sokağa çıksaydık iç savaş çıkacaktı” diye açıklama yapan Kemal Kılıçdaroğlu’nun tavrını, 24 Haziran seçimlerinde hem Muharrem İnce’nin hem de diğer parti yetkililerinin derin sessizliği ikame etti. Partilerine iki seçimdir oylarına sahip çıkacağı konusunda güvenmiş, her defasında da ağır tokat yemiş seçmenler, üçüncü defa sandık başına neden gider? Gider mi? Bu güvensizlik bir gün ortadan kaldırılabilir mi? Bu halkı sandıktan soğutmak değildir de nedir?
Bitirirken yazının başına atıfla şu düşüncelerimi de yazmadan edemeyeceğim. Temsili demokrasiyi eleştiren romanı Görmek’te J. Saramago’nun izlediği yoldan da esinlenerek, başka bir “suç ve ceza anlayışı mümkün” diyeceğim ve halkı savaş ve askerlikten soğutmaktan değil de, örneğin oy verme başta olmak üzere en temel katılım haklarından soğutanlara, bilim insanlarını bilimden soğutanlara, halkı umutsuzluğa sevk edenlere, vs. dair suç tanımları geliştiren kuralların hakim olduğu bir toplumda yaşamayı hayal edeceğim... Belli mi olur, belki o zaman siyasal partiler de kendilerine çeki düzen verir, oylarımızı da heba etmezler.... (Anarşist okuyucular şimdi bana kızıyordur ne kurumu ne kuralı diye :)).
*Prof.Dr. Ayşen Uysal / Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nden KHK ile ihraç edilen barış akademisyeni