Yetişin! Zevahiri kurtarıyorlar
Herhangi bir iktidar alanını eleştiriyor, söz söylüyoruz. Vurduğumuz nal mı, mıh mı yoksa hem nal hem mıh mı belli değil. Bütün bağcılar dayak yemekten illallah etti bir avuç üzüm yiyemedik. Vallahi pürmelal değil hâlimiz. Kara mizah, trajikomik, absürt.
Doğukan Özdemir
Babam, beni ne zaman lüzumsuz bir iş yaparken görse “Desinler ki Xıço’nun xenceri var” derdi. Geldiğimiz nokta itibari ile proaktif siyasetin iflası böyle böyle gerçekleşti. Dostlar alışverişte görsün derdiyle düçar olduk.
Değiller, değilleriyle boğuşurken birden her şey kendisine dönüştü. Bu “birden”, bir ahir ömre sığmayacak kadar uzun ve fakat bir devlet tarihi için takribî “bir gün” özeline çekilebilecek bir süre zarfı olarak tezahür etti. Bu bakımdan müteradif bir mana taşıyan bu durum -filmin kendisinden bağımsız bir şekilde- “Sonsuzluk ve Bir Gün” formuyla okunabilir.
Şahsî tarihi bir gün kadar kısa bir zamanın içerisine sıkışmış insanoğlu bu sonsuzluk içinde hırpalanıp dururken birçok gaflete düşebilir. En nihayetinde hata payımız hayat payımızdan daha büyük. Hangi hata yeğdir; hangi gaflet evlâdır; hangi günah ehvendir meselesine Hayrettin Karaman kafa yorarken meseller içinde bir meseleye dair bir iki kelam edeyim; aklım miktarınca, haddimi aşmadan.
Türk İnkılaplarıyla birlikte her ne kadar Avrupa’ya yaklaşmışız(!) gibi görünsek ve kendi modernite hikâyemizi yazsak da öykünmekten öteye gidemedik. Bir lâle motifimiz var çok şükür o da yılda birkaç zaman Emirgân’da boy gösteriyor hepsi bu kadar.
Bu yüzdendir ki -Halide Edip’in kulakları çınlasın- adı var kendi büyük şahsiyet Türk’ün Ateşle İmtihanı romanını Türk’ün Devletle İmtihanı formunda yazsaydı acaba ne anlatırdı diye merak eder dururum. Türklerin devletleşme sürecinin nihayeti devletin Türkleşmesi sonucunu elde etmiş gibi duruyor. Bazı Türkler “ferman padişahınsa dağlar bizimdir” demişse de kahir ekseriyeti “ferman padişahınsa kurban olayım padişaha” demekten geri durmamıştır.
Hem temel anlam hem de mecaz anlamda uzun yolları arkasında bırakan Türklerin de bilinç zeminlerinde kaymalar yaşanmadı değil. Her biri bir diğerinden daha hızlı anlamını yitiren kavramlar tarafından kuşatılan bu topraklar Demirciler Çarşısı Cinayeti'ndeki ağaların ruh ikizleriyle yönetiliyor yüzyıllardır.
Ağalardaki bu kafa karışıklığı, bir çivinin çakılması gibi dikine dikine mesafe alarak değil; tepeden aldığı darbe kuvvetince tabana yayılan bir hareketlilikle tüm sosyolojiyi bulandırıyor. Bugün kendini salt manada Türk olarak tanımlayanların devlet ile arasındaki mesafe, olağanüstü hâllerde her ne kadar sıfırlansa da olağan seyirde pek açık.
Diğer unsurların durumu her zaman olduğu gibi aynı. Devşirilmekten başka bir kadere tâbi tutulmayanlar her zaman olduğu gibi devşirilseler bile diğer unsur olduklarını tek bir an olsun aklından çıkaramıyorlar. Öyle ki “diğer unsur” oldukları kimsenin aklına tek bir an gelmesin diye aksi imajı çizebilmek için kendi bilinçlerinde dahi aynı marşı tekrarlayıp duruyorlar.
Diğer unsurlar kim mi? Resmî ideolojinin dışında kalan etnik köken ve/veya mezhepsel ayrılık sahiplerinin hepsi işte. Etnik kökeni fark etmeksizin tüm solcular, sosyalistler de bu çemberin içindeler hiç şüphesiz.
Bu kadar büyük bir karmaşanın ortasında, yitip giden kavramların arkalarında bıraktıkları enkazla kim, neyi, ne kadar sağlıklı düşünebilir ki? Elbette hiç kimse. O zaman biz n’apıyoruz? Hemen söylüyorum! Zevahiri kurtarıyoruz.
Maslahatgüzarı seyrinde yürüyen, derinlik yoksunu, hakikat garibi bu nazar her geçen gün çarpan oranla artarak etkisini ve etki alanını büyütüyor. Buna kayıtsız kalmak ve hatta bu kayıtsızlığa kayıtsız kalmak çok acı.
Esed hayranı İsmet Özel değil de şair İsmet Özel her ne kadar “acı çekmek ruhun fiyakasıdır” dese de o iş öyle değildir. Toplumsal bir travmanın nihayetinde doğan acının fiyakayla uzaktan alâkası yoktur. Ha, Özel toplumsal bir acıdan bahsetmiyor elbette; zira Özel’in önce ütopyasındaki toplumu inşa etmesi gerekiyor. Etsin ki sözlerinin toplumda bir karşılığı olsun.
Kayıtsızlığın bir kadere dönüştüğü bu topraklarda teori safhasından pratiğe dökülen hareketler bile ezberlerini yitirmiş durumdalar. Tamamlanmış bir Rönesans gibi değil; ele yüze bulaştırılmış bir Reform gibi yitirmiş durumdalar.
Ezberini yitiren -bilhassa muhalif- hamleler bulundukları yerden fırlattıkları muhalefet taşlarının daha ellerinden çıkmadan bile gülünç bir hâl aldıklarını genellikle görmezler. Türkiye’deki sol hareketlere mensup herkesin hayatında en az bir kere vermeye çalıştığı özeleştiri örneklerinden birine burada sadece değineyim siz meseleyi anlayın: Sol birleşmeli!
E sol birleşsin. Türk sağı bilmem n’apsın? HDP onu demesin. LDP’li Cem Toker, Besim Tibuk gibi kahkaha atsın. Melih Gökçek’e günlük tweet kotası getirilsin. Barış Atay mavi gözlü Oktay’ı dövsün -çünkü Saffet olmak bunu gerektirir-.
Tüm bunlar olsun. Sen n’apacaksın? Bak Orhan Veli ne diyor: Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik. Buradan bakınca İstanbul gerçekten çok güzel görünüyor.
Özgürlük mücadelesi dediğimiz meselenin bir dönüşüm değil; kazanım olduğunu idrak edemiyorlar. Ayrıca kazanım odaklarını ise yanlış kodluyorlar. Tüm feminist ablalarımdan özür dileyerek bir küçük örnek vereyim. Kadın özgürlüğü meselesinin bir erkekleşme mücadelesine dönüştüğünü görmek beni çok üzüyor. Bu meselenin muadillerinde de durum neredeyse hemen hemen bu. Düşmanına benzemek en kötü kader olsa gerek. Düşman biraz sert oldu sanırım, karşıtına benzemek de denilebilir.
Hele bir de kullanılan dillerin benzeştiğini görmek yok mu? Hah! İşte o kahrediyor beni.
Herhangi bir iktidar alanını eleştiriyor, söz söylüyoruz. Vurduğumuz nal mı, mıh mı yoksa hem nal hem mıh mı belli değil. Bütün bağcılar dayak yemekten illallah etti bir avuç üzüm yiyemedik.
Vallahi pürmelal değil hâlimiz. Kara mizah, trajikomik, absürt.
Devletler ve hatta tüm iktidarlar söz söylemeyi severler. Kader biçmekte pek mahir kör terzilerdir aslında bunlar. Mızraklı İlmihal’in asıl adının Miftahul Cennet olması da tıpkı böyle bir durumdur işte. Cennetin anahtarıdır ama ne hikmetse ilmihalle mızrak gibi iki apayrı dünyaya ait kelimeyi eşsiz bir oksimoronla bir araya getirmeyi başarmıştır.
Tüm bu manzaranın karşısına geçip bakınca gördüğüm şey zevahiri kurtaran bir yığın maslahatgüzar görüyorum. Yumruğunu sıkması gerekirken dişini sıkanlardan mürekkep bu dünyada temize çekmeye çalıştığımız her şeyi sinemize çekmeyi bizlere salık veriyorlar.
Ben de o zaman şunu -biraz da Şair İsmet Özel’in gönlünü almak niyetiyle- soruyorum: “Şirin mi olalım, haklı mı?”
Şirin olmak dünyada evvel ahir geçer akçe galiba. Yoksa Xıço, dostları tarafından bu kadar çok xencer alırken görülmezdi sanırım.