Gelecek ne kadar uzun sürer?
Yüzleşeceğiz. İçselleştireceğiz. Anlayacağız. Hepsinden önemlisi de saygı duyacağız. Ve en önemlisi ellerini havaya kaldırmış feryat eden bir annenin heykelini kaldırmayacağız.
Doğukan Özdemir [email protected]
Biçimsel formuyla zamanı, bütün idraklerde aynı şekliyle canlandırmak ne yazık ki mümkün değildir. İzafî bir tutumla kavramaya çalıştığımız zaman her ne kadar soyut bir kavram olarak hayatlarımızda yer tutuyor olsa da ürperti verecek kadar diridir. Gözle görülmeyen; varlığına dair bir takım sözlerin söylendiği “şey”ler arasında belki de en enteresandır.
En kestirme hâliyle dün, bugün ve yarın kalıplarıyla tasnif edilebilecek olan zamanın en heyecan verici bölümü nedense hep yarındır. Gelecektir. Gelecekten, geliyor olandır. Ensesinden uzatılan havuca ulaşmak için koşup duran tavşana benzer hâliyle geleceği bekleyen; geleceğe koşan, vardığı geleceği bile “geleceğin geleceği” üzerinden şekillendirmeye çalışan insan için gelecek ne kadar uzun sürer? Burası tam bir muamma.
En baştan, en kolay formuyla üçe böldüğümüz zamana bir de bir kavram olarak “dün”den baksak ne görürüz? İşin bu tarafı da en az yarın kadar ilginçtir. Yarının kaybolmaz cazibesiyle kuşatılan ruhlarımız dünlere, yarınlara baktığımız gibi ne yazık ki bakmaz. Dünlerden ibaret günlere attığımız çapalar; bizleri, belirli aralıklarla geri çağıran ziyaretler gibi bilinçaltlarımızda pusuda yatmaktadırlar. Bu ziyaretlerin sunaklarına bir kurban gibi uzanırız, akan kanımız değil; gözyaşlarımızdır.
Şahsî tarihimizi kısacık bir fragman gibi gözden geçirelim. Vahametin, saadet karşısında ne kadar galip olduğunu bir kere daha çok kolay bir şekilde görebiliriz. Acılar ebedî galip, mutluluk cılız bir işaret fişeği kadar ömürlüdür.
Her acı hatıra bilinç şehirlerimizin en kalabalık meydanlarına birer anıt diker sanki. Öyle ki hazinelerle dolu olabilecek bu bereketli toprak, yani bilinçaltımız anıtlarla dolar, hazirelerle taşar.
Toplumsal hafızada bu durum daha da somutlaşır. Güzel bir şehrin, muazzam sokaklarında dolaşırken birden acı bir hatırayı hatırlatan bir anıt görebiliriz. Bunlar, bizim için geçmişe atılmış çapalardır. Bu anıtları gördüğümüzde yahut anlık bir ansımayla yâd ettiğimizde bir anda ortaya; o olaya, o ân maruz kaldığımızda duyguya döneriz. Bu her dem yakıcı derecede sıcak olan demir leblebiyi ağzımızda geveler dururuz.
Bireysel bağlamdan işi toplumsal boyuta çektiğimiz anda bu anıtların işlevsellik boyutu da büyük bir çığır atlayarak bambaşka bir hâl alır. Bedel siyaseti dediğimiz meselenin kaynağı da işte burasıdır. Kimin mazisinde daha çok çapa varsa, onun yarından yani gelecekten alacağı o kadar çoktur sanırız. Alacaklar ne kadar çoğalırsa gelecek de o kadar gecikir aslında.
Bugün bütün karşıtlıklar kayıpları üzerinden geleceklerini inşa etmek niyetindeler. Bir bakıma haklılar da. Adaletin tecelli etmesi ile “oldu bittiye gelmesi” arasında büyük bir fark vardır. Amenna!
Bir kazanım uğruna yola çıkılan bütün mücadeleler, kazanım uğrunda verilen kayıpların hesabını sormak mücadelesinin de içinde bulurlar kendini. Bitimsiz bir sarmal gibi her dem içe kıvrılan, kıvrıldıkça tıkanan bütün meselelerde olduğu gibi çözümsüz sonuçsuzluk katlanarak devam eder.
Umutla, heyecanla, sevinçle, hayallerin pembesiyle baktığımız geleceğe bir an evvel varmak bu şartlar altında mümkün müdür? Biraz zor görünüyor.
Peki, nasıl yapalım?
Pavese’nin sorduğu soruya yürekten cevap verelim. “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” Bu soruya bütün gömleklerimizden ve hatta derimizden sıyrılmak suretiyle layıkıyla cevap verebilirsek acı olayların aziz hatıralarını göz ardı etmeden, sadece insanî bir uzlaşı hayaliyle yolumuza devam edersek gelecek yakınlaşır.
Sürüp giden ne kadar savaş varsa hepsinin tarafları her an bunu kendine hatırlatsın. Kendilerini, geçmiş günler içerisinden bir yahut birkaçına hapsedecek; sürekli kendisine çağıracak anıtlar dikmekten vazgeçsinler.
Anıtlarımıza yenisini dikmediğimizi farz edersek hâlihazırdaki anıtlarımızı n’apacağız?
Bu aslında genel kapsamda tartışmaya açtığımız konunun en merkezî odağı. Toplumsal tarihimizde bir şekilde yer edinmiş olaylar sonucunda dikilen anıtlarımız ne olacak? Tam manasıyla Pavese’nin sorusuna nasıl bir cevap vereceğiz?
Yüzleşeceğiz. İçselleştireceğiz. Anlayacağız. Hepsinden önemlisi de saygı duyacağız. Ve en önemlisi ellerini havaya kaldırmış feryat eden bir annenin heykelini kaldırmayacağız.
Dünya halklarının, tarihin hiçbir evresinde yekpare bir düşmanlık gütmediği ve bütün varoluşlarını bu düşmanlık üzerinden gerçekleştirmediği doğrusunu akıllardan çıkarmayarak; tüm yaşanan olaylarda iktidarların, iktidarlaşmaya çalışanların ve hatta devletlerin bu çatışmanın yegâne sahibi olduklarını hatırlayacağız.
Hiçbir şekilde kutsî bir değeri bulunmayan, tamamen insan eliyle insan için kurulan aygıtların, insanlık tarihine birer kara leke daha sürmesine, bizatihi o devletin sahipleri olarak karşı duracağız. Tüm bunları birer merhale gibi atlayıp, tüm fasılaları bir bir tamamlayarak geleceği yakınlaştıracağız.
Yakınlaşan geleceğin heyecanıyla; yarayı, yarayı açanın iyileştirebileceği inancıyla tüm karşıtlıklarımızı ortak bir analitik düzlemde yeniden inşa etmeye çalışacağız. Bahsi geçen “yeniden” durumunun aslında insanlığın sil baştan başladığı, sıfır noktası olduğunu gördüğümüz anda bahsi geçen geleceği kuşatacağız.
Daha sonraki yarınların dünleri olan bugünlerde boynumuzun borcu, insanlığımızın diyeti, vicdanımızın bir emaresi olarak bu tutumu gösteremezsek, geleceğe asla yakınlaşmayacağımızı bilmemiz gerekiyor.
Tüm bunları layıkıyla yerine getirdiğimiz gün düşmanlarımızın sözlerini unuttuğumuz gibi dostlarımızın sessizliğini de unutacağız.
Zamanın birleştiren, bütünleyen yanı hayatlarımızın tüm alanlarının yegâne hâkimi olduğu gün sadece geleceğin geleceği dediğimiz günlere değil; insaniyetin bahçesine de hep birlikte gireceğiz.