Toplumsal krizde felsefeciler sınıfta mı kaldı?

Türkiye’nin birçok felsefecisi –ya arı bir yüreksizlikten ya da tarihsel görü yoksunluğundan dolayı− sessiz kalarak ve kendi içine kapanarak “toplumsal kriz”in en edilgen parçaları olmayı yeğliyorlar. Oysaki bu krizi göğüslemesi, dilsel yozlaşmayı tespit ve takip etmesi gerekenler, yeni bir dile ve yeni bir terminolojiye önayak olması beklenenler; bizzat bizler, felsefecilerdir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Evvelâ toplumsal kriz nedir ve neden ortaya çıkar? Toplumu bir “beden” ve toplumun tüm eylem alanlarını ise –örneğin politika, iktisat, kültür, eğitim ya da ahlâk gibi− birer “organ” gibi düşünecek olursak ve bu organların, eylemselliklerini ya da hareket kabiliyetlerini “dil” merkezinden kazandıklarını kabul edersek (Beyin sinirler yordamıyla ve dil ise sözcükler yordamıyla duyumsar ve harekete geçirir); “kriz”, dilin, duyumsama, idare etme ve eyleme geçirme yetisinden artık tümüyle yoksun olması anlamına gelir. Yani toplumun tüm organlarını ve eylemde bulunma, devinme ya da dönüşme yetisini tahrip eden bu kriz, özü itibarıyla ve önsel olarak dilseldir. Dil, her toplumda, bütün eylem alanlarını düzenleyen ve toplumun varlıkta kalmasını sağlayan bir paradigmadır ve bu paradigma krize yol açacak denli tahribata uğramış ya da bile-isteye tahribata uğratılmış ve yozlaştırılmışsa; yapılacak şey artık dilsel bir devrimdir (1). Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu krizin kaba özeti budur ve bu kriz, kimi zaman iktisadî, kimi zaman politik, kimi zaman kültürel, kimi zamansa ahlâkî olarak kendisini hissettirir. Biz ise son derece iyi niyetli (!) ve budalaca şekilde, iktisadî bir krizin gerçekten iktisadî, politik bir krizin gerçekten politik olduğunu ve hatta bu krizlerin “dış güçlerin bize bir oyunu” olduğunu kurgulayarak (ki bu aslında patolojiktir) tarihsel yükümlülüğümüzden kurtulmaya çalışırız; oysaki kriz bütünüyle dilseldir ve bütünüyle bizimle alâkalıdır. Pekâlâ şimdi soru şudur: İçinde bulunduğumuz dilsel krizi saptaması ve dilsel bir devrimin öncüsü olması gereken felsefecilerimiz (bu soruyu kendime de yöneltmekte tereddüt etmeyeceğim) şu ân tam olarak ne yapmaktadır?

Çok değil, henüz geçtiğimiz yüzyılda Avrupa’nın birçok ülkesinde yaşanan toplumsal/dilsel krizlerde (Almanya Nazizmi, İspanya Falanjizmi ya da İtalya Faşizmi bu geniş çaplı krizin –şiddet içeriğinin baskın olması nedeniyle− insanlığın hâfızasına kazınmış birer parçasıydı sadece); felsefeciler, tarihsel bir ödev hissiyle bu krizleri bedenen ve zihnen göğüslediler. Söz gelimi Jean-Paul Sartre ya da Michel Foucault’nun Fransa’daki (2), Frankfurt Okulu mensuplarının (Theodor Adorno, Walter Benjamin ya da Max Horkheimer gibi) Almanya’daki dilsel ve eylemsel dirençlilik hâli, krizin −kısmen− aşılabilmesinde önemli işaretlerdi. Yirminci asır felsefecileri, krizin dilsel olarak çözülmesi gerektiğini biliyorlardı; zirâ karşılarında buldukları dikta hareketleri dili yozlaştırmakla meşgullerdi ve “şiddet” bundan çok sonra geliyordu. Örneğin, Nazi Almanyası Propaganda Bakanı Goebbels’in altı çocuğunun ismi de –Hitler’in H’sine bir bağlılık olarak− “H” ile başlıyordu (Helga, Hilde, Hedda, Holde, Heide, Helmut) ve bu, tek bir harfin dahi ne kadar değerli olduğunun apaçık bir göstergesiydi. Bugün Türkiye’de içinde bulunduğumuz dilsel kriz ve yozlaşma da, bundan daha az derin ve daha az vahim durumda değil. Bir yarısı “kahraman” ve bir yarısı “hâin” olarak dilsel bir kırılmaya sürüklenmiş toplum, yeni bir terminolojiye muhtaç görünüyor. Peki bu çok vahim dilsel kırılmaya karşı bizim felsefecilerimizin refleksi ne oluyor?

Türkiye’de elliyi aşkın felsefe bölümü, yüzlerce felsefe akademisyeni, binlerce felsefe öğretmeni ve on binlerce felsefe öğrencisi mevcut. Eğer bir binâyı boyuna ve biçimsizce uzatmayı ya da bir yere mide bulandırana kadar beton dökmeyi mimarî yetenek, sözcükleri gelişigüzel ve incelik yoksunluğuyla art arda dizmeyi ise edebî hüner sayıyorsak; bu sayılar ışığında “Okul Felsefesi”nde oldukça iyi durumda olduğumuzu da pekâlâ iddia edebiliriz. Lâkin geliniz görünüz ki; ne mimarî sanatı ve edebiyat sanatı budur, ne de niceliksel çokluk felsefeyi nitelik olarak yüceltmeye yeterlidir. İçinde bulunduğumuz dilsel krize karşı, felsefe akademilerimizin bir eylem planı bulunuyor mudur, yoksa kendileri hâlen Aristoteles’in “hareket etmeyen hareket ettiricisi”ni kısaca “Tanrı” olarak okuyup okuyamayacağımızı mı tartışmaktadırlar? – Bu arada; hayır, kısaca “Tanrı” olarak okuyamazsınız.

Felsefe bölümlerinde, özellikle son birkaç yıldır hız kazanan akademisyen tasfiyeleri, bölüm içi ve bölüm dışı “yönlendirmeler – daha açığı baskılar ve tehditler” ya da başka bölümlerden “ithal akademisyenler”in bölümün içine kurnazca yerleştirilmesi vakaları ne kadar yaygın ve ne kadar vahim olursa olsun; otorite tarafından felsefeye yönelmiş bu silahlar (ki zaten bu beklenilir olandır) asla bir yılgınlığın ve bir dirençsizliğin savunması olamaz. Türkiye’nin birçok felsefecisi –ya arı bir yüreksizlikten ya da tarihsel görü yoksunluğundan dolayı− sessiz kalarak ve kendi içine kapanarak “toplumsal kriz”in en edilgen parçaları olmayı yeğliyorlar. Oysaki bu krizi göğüslemesi, dilsel yozlaşmayı tespit ve takip etmesi gerekenler, yeni bir dile ve yeni bir terminolojiye önayak olması beklenenler; bizzat bizler, felsefecilerdir. Gel gelelim on yıllardır felsefe bölümlerinde “Roma Oyunları” (ne demek istediğimi herkesin anlamasına şu ân için lüzûm yoktur) pek çok felsefeciye daha cazip gelmektedir.

Friedrich Nietzsche’nin on dokuzuncu asırda dillendirdiği “felsefeyi tehlikeli hâle getireceğiz” önerisi bu coğrafyada (en azından bugün için) pek karşılık bulmuşa benzemiyor. Felsefeci, varlığını ya da en azından varlığının bir kısmını tehlikeye atacak her türlü eylemsellikten ve söylemden uzak, yüreksiz ve kayıtsız yaşamına devam ederken; “Dil”, otoritenin elinde gidip gidip geliyor!

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.

Notlar:

(1) Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı sistematiğine gönderme içerir. Bir dönemin hâkim bilimsel paradigması bazı beklentileri karşılamadığında ve anomaliler arttığında “kriz süreci” başlar ve bu kriz bir devrimin doğurucusu niteliğini taşır.

(2) Bilhassa Sartre, Fransa’daki birçok eyleme iştirak etmiş ve Cezayir Savaşı’na karşı yazılan 121’ler Manifestosu’na (Cezayir Savaşı’nda Sivil İtaatsizlik Hakkı Üzerine Açıklama) imzasını atmıştı.