Başıbozuklaşma: Devletsiz ve ahlâksız yaşam mümkün mü?
İlk gençliğinden biraz sonra Nietzsche, artık gönül ferahlığıyla bir “ahlâksız” olarak nitelendirilebilir. Elbette Nietzsche’nin reddettiği ve dışına çıkmaya yeltendiği “ahlâk”, öncelikli olarak “Hıristiyan ahlâkı” ya da “Kilise ahlâkı” ve daha sonra ise sürü insanını esir eden, evrensellik, mutlaklık ve sorgulanamazlık iddiasında bulunan ve bireyi/bireyin istencini hiçe sayan her türden ahlâktır.
Hamza Celâleddin/[email protected]
“Dünya, benim tasarımımdır.” (Arthur Schopenhauer)
İnsan, vahşîliğini tümüyle yitirmiş ve aydınlanma fikrini içine sindirmiş bir kimse olarak yeryüzünde belireli ve modern insan ise aklı –küllerinden doğan bir tanrıymışçasına− yeniden kutsayalı beri; “devlet” ve “ahlâk” gibi iki büyük otorite, insanın iradesinin üzerinde bir “kelle alıcı” olarak sallanmaya devam eder. İnsansoyunun, varlığa tutunabilmek ve yeryüzündeki hükmünü devam ettirebilmek niyetiyle icâd edip kurumsallaştırdığı/kutsadığı devlet ve ahlâk otoriteleri (kabul etmek gerekir ki, kötü bir stratejiydi bu), yine yersiz bir uzlaşı sonucu övgüye bile mazhâr olur. “Devlet Baba” ve “Ahlâk Baba”, sanki gökyüzünden insansoyu için indirilmiş lütuflarmışçasına, her şeyin üzerinde ve kutsal mertebede konumlandırılır − Oysaki William Blake’in dediği üzere; “Yaşayan her şey kutsaldır”. Pekâlâ sormak gerekir: Hâlen, bunca kanıksamaya rağmen, “günahkâr” olmaya da yüreklilik göstererek; devletsiz ve ahlâksız bir yaşam mümkün müdür?
On dokuzuncu asrın “anomalisi” ve “deli yüreği” Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin böylesi bir yaşamı kendisi için mümkün kıldığı çekince etmeden söylenebilir. Nietzsche için ilk kopuş ve ilk sıyrılma ahlâkîdir. 1887’de kaleme Ahlâkın Soykütüğü eserinin öndeyisinde Nietzsche, henüz on üç yaşında iken ahlâka dair sorgulamalara başladığını şöyle aktarır: “Kötünün kaynağı sorunu gerçekten de daha on üç yaşımdayken kafamı kurcalamaya başladı: ‘Yüreğin, yarı çocuk oyunları ve yarı Tanrı arasında bölündüğü’ bir yaştayken, ilk çocukça yazınsal girişimimin, ilk felsefi yazı denememin konusu oydu –sorunun o zaman vardığım ‘çözüm’üne gelince, o şerefi, olması gerektiği gibi, Tanrı’ya bahşetmiş ve onu kötü’nün babası tayin etmiştim” (Nietzsche, 2011, s. 10). Nietzsche’nin on üç yaşında giriştiği bu sorgulama, çok geçmeden büyük bir kopuşa dönüşür. İlk gençliğinden biraz sonra Nietzsche, artık gönül ferahlığıyla bir “ahlâksız” olarak nitelendirilebilir. Elbette Nietzsche’nin reddettiği ve dışına çıkmaya yeltendiği “ahlâk”, öncelikli olarak “Hıristiyan ahlâkı” ya da “Kilise ahlâkı” ve daha sonra ise sürü insanını esir eden, evrensellik, mutlaklık ve sorgulanamazlık iddiasında bulunan ve bireyi/bireyin istencini hiçe sayan her türden ahlâktır. Ona göre; “… mutlak bir ahlâk yoktur” (Nietzsche, 2014, s. 122, madde 139) ve “… tüm ahlâk uzun, korkusuz bir sahtekârlıktır …” (Nietzsche, 2015, madde 202).
Gel gelelim, Friedrich Nietzsche, Basel Üniversitesi’nden klâsik filoloji profesörlüğü teklifi aldığında yirmi dört yaşındaydı; bıyıkları henüz gürleşmeye başlamıştı ve henüz doktora eğitimini bile tamamlamamıştı. Lâkin o dönemdeki üstün Alman nezâketi (burada bir ironi var) yine kendisini göstermiş ve Leipzig Üniversitesi Nietzsche’ye doktorası konusunda kolaylık sağlamıştı (Ludovici, 2011, s. 30). Nietzsche, Basel Üniversitesi’nden gelen teklifi kabul etti ve ilk iş olarak da Prusya vatandaşlığından çıktı. Bu, Nietzsche’nin “devletsiz” yaşamının da başlangıcıydı – ve Nietzsche, yaşamının geri kalanını herhangi bir devletin gölgesi altına sığınarak geçirmekten artık mahrûm kalacaktı – Âh ne acı! 1880 ve sonrası on yılı, bir gezgin ve bir yersiz-yurtsuz olarak geçirdi Nietzsche. Olabildiğince ahlâksız ve olabildiğince devletsizdi. Leslie Chamberlain ise Nietzsche’nin yaşamını şu sözcüklerle ifade etmişti: “Tanrısız, işsiz ve evsiz.”
En az Nietzsche kadar isabetli bir başka örnek ise; kedisoyundan verilebilir (pekâlâ başkaca hayvan familyaları da örnek verilebilir; lâkin şu ân güzelim bir kedi ailesi karşımda pineklediğinden dolayı bu örnekte direteceğim): Kediler, kanatları altına sığınacağı herhangi bir devlete ya da herhangi bir ahlâkî otoriteye bağlı olmadan nasıl da yaşamda kalmayı becerirler acaba? Şaşkınlık vericidir bu doğrusu: oysaki insansoyu, devleti olmadan sevişemez ve ahlâkı olmadan soluklanamaz bile bir köşede; hattâ devletsiz ve ahlâksız bir insan, kendisini tanıtmaktan bile âciz bir kimsedir: “Sen kimsin?” diye sorulmaya görsün insansoyuna; ya kanatları altına sığındığı devletinden bahis açar ya da döndürüp dolaştırıp yüce ahlâkına getirir sözü – sanki bunlar gerçekten kendisine ait ve gerçekten kendisini ifade eden şeylermiş gibi...
O zaman başıbozuklaşma nedir? – Şudur başıbozuklaşma: Devletin aşağılayıcı kucaklayıcılığından ve ahlâkın sahte yüceliğinden sıyırıp almaktır kendi istencini. Bu garip ve yozlaşmış dilsel uzlaşıdan kurtarmaktır kendi sözünü. Sürüden ayrılma yürekliliğini, sürüyü uyarma erdemini gösterebilmektir ve insanın artık “aşılması gereken bir şey” olduğunu sindirebilmektir içine…
Selâm olsun bütün başıbozuklara o hâlde.
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.
Kaynakça:
NIETZSCHE, Friedrich, Tan Kızıllığı / Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler, İmge Kitabevi Yayınları, 2014 (5. Basım).
NIETZSCHE, Friedrich, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Say Yayınları, 2015 (8. Basım).
NIETZSCHE, Friedrich, Ahlakın Soykütüğü / Bir Polemik, Kabalcı Yayınevi, 2011.
LUDOVICI, Anthony, Nietzsche- Hayatı ve Eserleri, Parşömen Yayıncılık, 2011.