Ütopya: Ayakları yerde, başı gökte
Ütopya iddia taşımaz, ama öneri ortaya koyup dilek düzeyinde bunu dile getirir; kendisini karşıt bir düşmana göre konumlandırmaz, gerçek kılmanın maddi güçlerini belirlemez. Katılaşmış, uyulmasını kabule zorladığı, mutlaklaşmış düşünsel, politik, eylemsel ilke ve kuralları yoktur; eğer böyle yaparsa ideolojiye dönüşmüş olur.
Mustafa Alagöz
Kelime anlamı “hiçbir yer” anlamına gelen Ütopya gelecekle bağlantılı, var olan gerçekliği aşma tutkusudur. Özlemi duyulan bir yaşam biçimi hayalidir; dilenilen ve özlenen yaşam kurgusu, içinde bulunulan koşulların istenmeyen yanlarının, hatta tam tersinin talep edilmesidir. Ütopya, tasarımlarının ve içerdiği hayali düşüncelerin gerçekte karşılığının bulunması talebidir. Ayakları yerde, başı göklerde, gözü ufuklarda olan bir tutkudur: Ayaklarıyla yerden beslenir, göklerden enerjisini, ufuklardan umudunu alır.
Ütopyada özlenen yaşam biçimine erişmenin somut yollarını göstermek yoktur; insanın özsel özlemleri bir dilek, tasarımsal bir hayal olarak ortaya konur. Her türlü nesnellikten, tarihsel süreçten ve onların zorunluluklarından soyutlanmış bir yaşam tasarımı. Öyle bir yaşam özlemi ki, her sorun tam da her bireyin gönüllüce katıldığı, ortak çıkar ve sorunların neredeyse kendiliğinden çözüldüğü, herkesin mutlu, huzurlu olduğu ebedi bir cennet tasarımı...
Oysa gerçek olan sonlu ve sınırlı olandır, ama halden hale geçmek zorunluluğu olduğu için sonsuzdur da... Sonlu şeyler içerdikleri birden çok nitelikleri yoluyla karşılıklı etkileşimde bulunurlar. Bu durum varlığın sonsuzca akışının ve kendi içinden taşarak sonsuzca suretlere bürünmesinin temelini oluşturur.
Ütopya tinsel alana ait bir kavramdır; insanla ve toplumsal yaşamla ilgilidir. Bilincin bir tavrı olarak gerçeği kavramakla ilgilenmez; ama gerçekliğin kendisini de olduğu gibi kabul etmez. Dahası Ütopya var olan gerçeklikle, ortaya çıktığı tarihsel-toplumsal durumla uyumlu olmayan bir bilinç tavrıdır. Bu haliyle ütopik bilinçten ve onun biçim kazanmış, tasarımsal beklentiler ve umutlarla bezeli içeriğinden bir kavramsallık beklenemez. Öte yandan belirli bir gerçek durumdan kaynaklandığı için gerçeğin zorunlu bağlantılarını kullanarak kendine bir biçim kazandırır. Ancak var edeceğini düşündüğü dünyanın, eğer gerçekleşirse bu yeni gerçekliğin de kendi zorunlu-ussal bir yapısı olacaktır
İnsan da dahil tüm canlıların temel itkisi türlerinin sürekliliğini sağlamak, yaşamsal güvenliklerini oluşturmaktır. Ancak insan bunun daha ötesidir. O, bir yanıyla biyolojik-doğal, bir yanıyla da buna aşkın tinsel bir varlıktır. Aşkınlıktan kasıt insanın kendi doğal-biyolojik varlığından daha fazlası olduğudur; o, bir bilinç varlığıdır: Bu niteliği ile insan doğaya aşkın ve kendi sınırının ötesine geçmeye yazgılıdır.
Bilinçten anlaşılması gereken kendisiyle kendisi olmayan arasında bir ayrım koyabilmektir; bilmek bunun yetisi, bilgi ise malzemesidir. Bilgi öncelikle nesnelerin bilgisidir: İnsan nesneleri bilir, ama bildiğini de bilir. Bildiğini bilmek kendini bilmenin ilk aşamasıdır, böylece kendinin bilincinin kapısı aralanmış olur. “Bilmek yapabilmektir” denir, yani bir şeyi bulunduğu durumdan ona müdahale ile dönüştürmekle olur. Nesneyi bilen insan onu dönüştürme gücünü ele geçirirken, kendini bilmekle de kendini dönüştürmenin kudretini de kendine bulur.
“Bildiğini bilen” olarak insan sadece biyolojik yanının dürtüleri ve yönlendirmeleri ile yaşamaz. Kendisiyle dış dünya arasındaki ayrımı ve ilişkiyi deneyimledikçe bu sonsuz çeşitlilik ve akış içerisinde kim olduğunu, varlığının anlamını, kim olduğu, nereye ne için yönelmesi gerektiğine dair soruları da kendi içinde hazır bulur.
Bu noktada insan kendine dönmek sorunuyla yüz yüze gelir. Onu doğaya aşkın kılan, kendi sınırının ötesine geçmeye yönelten bu ‘kendine dönmek’ten kaynaklı sorunlar yaşamasıdır. İnsanın doğasından kaynaklanan bu yaşamsal enerji aklın faaliyetleri ile gerçeklik kazanır, farklı biçimler altında kendini nesnel kılar.
Varlık akılsaldır; var olan her şey, onun var kalmasını ayakta tutan doğal-içsel yasaların hükmü altındadır. Doğanın yasaları onun aklıdır. Bu hakikat kendini hayvanlarda içgüdü, bitkilerde de biyolojik süreçler biçiminde gerçekleştirir. Akıl insanda bir cevherdir; bundan kasıt onun kendi kudretiyle kendinden “mücevher” yaratması anlamında...
İnsan bu cevherle, düşünsel üretimleriyle ve pratik eylemleriyle tasarımlarını gerçekleştirerek sonsuzca yaratımlarda bulunabilir; bilim, sanat, din, ideoloji, ütopya vd. Bunların hepsi faal aklın varlığı anlamasının, yaşam üretmesinin, amaçlar oluşturup geleceği tasarlayıp inşa etmesinin biçimleridir. Bu biçimlerin kendilerine özgü yönelimleri, nesneleri ve yöntemleri vardır. Her ne kadar sınırları ve içsel enerjileri ile farklı da olsa onlar özünde bir tek şeyin, cevher olarak aklın kendi faaliyetine bağlı olarak almış olduğu biçimlerdir; başka bir ifadeyle tinsel olgulardır.
Canlılık, organizmanın öncelikle kendisi ile dış dünya arasına bir sınır koymasını gerektirir. Bu sınır kendisiyle dış dünyanın sonsuz etkileri arasında bir ilişki kuşağıdır; içsel düzen ile dış dünyanın kaosu arasında kurduğu savunmasıdır. Öte yandan bu dışsal dünya onun varlığını koruyup sürdürebilmesinin de olanaklarıdır. Canlılık yaşamsal bir faaliyetler sürecidir; içerik olarak ayırt etme, öğrenme ve seçmeden oluşur. Tek hücreli bir organizmadan biyolojik olarak evrimin en ileri aşaması olan insana kadar bu süreç hükmünü sürdürür.
Biyolojik dünyanın bu yasalılığı insanda niteliksel bir sıçrama yapar. İnsan dışındaki tüm canlılarda ayırt etme, öğrenme ve seçim yapma yalnızca canlılığı koruma, neslin devamını sağlamaya yöneliktir, yani içgüdüseldir. Koşullara bağlı olarak zorunlu süreç ve sonuç birliğinden oluşur.
Sebep-sonuç bağlamında akan-dönüşen, determine olan yaşamsal enerjiler değişik canlı formlar altında ortaya çıkarlar. Doğal dünyada döngüsel olan determinasyonda tekrar vardır, farklı oluşumlar ortaya çıksa da içerik olarak yasalılık aynıdır; doğanın zorunlu yasalarının hükmü egemendir.
Bir diğeri ise gelişen determinasyondur ki burada doğa tekrarı aşar ve bu kendini insanda gösterir; çünkü insan tekrar değil bir süreçtir, bu anlamda o sadece doğanın bir parçası değil doğaya aşkın bir varlıktır da. Peki, neye aşkın? Duyularına ve doğanın zorunlu yasalarına. Doğa yasalarına aşkınlık onlara boyun eğmediği anlamında değil, bu yasaların bilincine vararak bizzat bu yasalar aracılığıyla doğayı ve kendini dönüştürebilir olması anlamında. Böylece doğaya rağmen insanda istekte bulunma, hayaller kurma, ‘şimdinin’ gerçekliğine alternatif dileklerde bulunmanın, tasarımlar kurgulamanın, geleceği inşa etmenin olanaklarını araştırmanın yolu açılmış olur.
İstekler sonsuzdur. Dünyanın sonlu gerçeklerinin sınırını fark eden insan bu sonluluğun ötesinin de var olduğunu anladıkça onu da ele geçirmenin umudunu besler. Gerçeğe ermek ve onu dönüştürüp yeni bir yaşam kurma girişimi kaçınılmaz olarak dış dünyanın dirençleri, başka bir ifadeyle sınırlamalarıyla karşılaşır.
İsteklerin sonsuzluğu ile gerçeğin sınırlayıcı dirençlerinin karşıtlığından Hak ortaya çıkar. Bu olgusal bir durumdur; yani irademiz, hayalimiz, amacımız ne olursa olsun o kendini dayatır. Hakka uygun olarak düşünüp davranmak insanın istekleri ile istenilir olanın dirençlerini uyuma getirmek demektir. Zorunlu olanın, gerçekliğin dirençlerini göz ardı etmek, bilinci ayağı yere basmayan, öznel, hayali cennet varsayımları kurgulamaya götürebilir. Ütopyalar, kör inançlar ve ideolojiler bu noktada ortaya çıkarlar.
İdeolojler de ütopik içerik taşıyabilirler; ancak aralarında belirgin farklar da bulunur. Ütopyanın temel özelliği yaşanan gerçekliğin zorunluluğundan kurtulmak, aynı zorunluluğun varoluş biçiminin hayali karşıtlarını dilemektir. İdeolojiler de farklı bir yaşam biçimi önerirler; ancak onlar kendilerine, alt edilmesi gereken karşıt bir güç belirlerler. Güce dayalı dönüşümü ilke edinerek tasarladıkları yaşam biçimini hangi güçlerle ve yöntemlerle yapılacağını düşünsel ve örgütsel çerçeveye oturturlar. Herkesi buna uymaya zorlar, kendince belirlemiş olduğu düşünsel ilkeleri ve yaşam projesini zorla topluma dayatırlar. Kendilerini her alanda en gerçek, her şeyin çözüm yollarının garantisini verip bu konuda en yetkin otoritenin kendileri olduğu iddiasında bulunurlar. Kendisine kesinlik atfeden her düşünsel anlayış ve pratik tavır gibi herhangi bir eleştiriye, sorgulamaya katlanamazlar. Nihai hedefleri iktidardır; yaşam tasarımlarını da devlet ve başka otorite organları aracılığıyla topluma dayatırlar. İdeolojiyi ütopyadan ayıran temel özelliklerden birisi budur.
Ütopya iddia taşımaz, ama öneri ortaya koyup dilek düzeyinde bunu dile getirir; kendisini karşıt bir düşmana göre konumlandırmaz, gerçek kılmanın maddi güçlerini belirlemez. Katılaşmış, uyulmasını kabule zorladığı, mutlaklaşmış düşünsel, politik, eylemsel ilke ve kuralları yoktur; eğer böyle yaparsa ideolojiye dönüşmüş olur.
İster ideoloji, ister hayal, ister ütopya olsun hepsi de bulutsu bir yan taşır; ancak içinde yağmur, dolu, kar olup yağacak hayat zerreciklerine dönüşecek enerjiyle de yüklüdür. Bulutsu ortam bereket olup toprağa can vereceği gibi, hiç bir forma giremeden seyyalleşip dağılabilir de.
Gerçekliğin donukluğu hayallerin, ütopyaların ateşiyle eriyerek yeni suretler kazanabilir. Ütopik düşüncelerin tarih içinde ifade edilmiş biçimlerine baktığımızda bunların insanlığın bilincindeki etkilerini ve cazibesini görebiliriz. Zorunluluğun ağırlığından boğulan insani yaşam nefes alabilmek için çıkış yolları arar: İnsanlar günübirlik ilişkilerini daha adil, şefkatli, anlayışlı ve dayanışmalı kılabilmek için “olmayan yer” tasavvur eder, ütopyalar oluştururlar; çünkü ‘ütopyalar insanların zorunluluktan kurtulmuş dilekleridir’.
Ütopik düşünceler ve sınırlı dilekler insanın evrensel özlemlerine erişmelerine olan umutlarını da ifade eder. Bu umutlar evrensel içerikle yüklü olduğu sürece insanlığın yaşamının farklı bütün tarihsel koşullarına hitap etme kudretine sahip olacaktır. Böylece katlanılan zorunluluğun sınırlarını aşmada, var olan gerçekliği dönüştürmeye yönelik tüm arayışlarda canlandırıcı tinsel enerji olarak bulunur.
İnsansal tüm edimler tinsel olanın kendini gerçekleştirmesi, örtükten açığa çıkışıdır. Bu, bize her şeyin her şeyle ilişkili olduğunu gösterir; açılacak olan örtük olanda saklıdır, gizli olan ise gelecekte ortaya çıkacaktır. “Gelecek” kavramının olduğu yerde ütopya kendine nesnel bir zemin bulmuş olur.
Thomas More’un ‘Ütopya’ adlı eserinde, Marx’ın komünizmin ikinci aşaması olarak hayal ettiği dünya tasarımında, Platon’un ‘Devlet’inde onların ütopyalarını okuyabiliriz.
“Ütopyalar erken doğmuş hakikatlerdir.” Hakikatleri erken dile getiren nice tinsel kahraman bunun bedelini canlarıyla ödemiştir. Ancak ödedikleri can kendilerinden sonraki canlara umut veren, inanç doğuran hayat enerjisi biçiminde katılmaya devam edegelmiştir. Ütopya insanın kendiyle barışıklığın ve kendini aşması gerektiği, sınırlarının ötesine geçme itkisinin doğurduğu bir özlem ve arayıştır.
“Size şimdiden bunlar olmadan önce söylüyorum ki, bunlar olunca benim O olduğuma inanasınız” (Yuhanna: 13/19)