Kürt hareketi Kürtlere ne vaat ediyor?
Sistem dışı hareketlerin iktidarla sınandığında girdiği türbülans ve siyasal patoloji Kürt hareketini de esir almış durumda. Diğer bir ifadeyle Kürt hareketinin Kürtler için önerdiği modellerin Kürtleri özgürleştirmediğini ve demokratikleştirmediğini cesur bir şekilde tespit etmemiz gerekiyor.
Fırat Aydınkaya*
Sistem dışı hareketlerin en büyük zaafının, kapitalizm karşısında sahip oldukları kaynakların veya araçların yetersizliği olmadığı bugün artık yeterince görülmüş durumda. Bu hareketlerin en büyük zaafının, aynı zamanda en güçlü oldukları ideolojileri olduğu artık bir sır değil. Hareketin muhalefetteyken neredeyse mükemmel işleyen ideolojisinin, aynı hareket mücadeleyi kazandığında şaşmaz bir şekilde mücadele ettiği sisteme benzeşmesidir bugün, esas mesele. Geçen yüzyıl boyunca sistem karşıtı hareketlerin tam da mücadeleyi kazandığını sandıkları anda, karşısında mücadele ettikleri sisteme dönüşüp çürümeye başlamaları neredeyse istisnasız bir kural gibi işliyor. Bu tartışmaların başta Chatterjee ve Spivak olmak üzere Hint yarımadası özgüllüğünde sürekli işlendiğini ve muhalif olanın karşıtına dönüşme sürecinin canlı ve eleştirel bir şekilde ortaya konulduğunu da hatırlayalım. Bilhassa Chatterjee’nin Hindistan devrimci geleneğinin “pasif devrim teorisi”yle (1) nasıl kapitalist sistemin içine bir yolculuğa dönüştüğünü göstermesi bu tartışmalarda akılda tutulması gereken bir teorik derinliğe sahip. Bu manada Frankfurt Okulu'nun hakkı da teslim edilmeli, zira bu tartışmanın ilk fitilini yakanlardan biriydi Adorno, ona göre sistem dışı muhalif hareketlerin mücadelenin bir noktasından sonra mücadele ettikleri iktidara benzeme riski kaçınılmaz olmasa bile apaçıktı. Bahusus şu sıralarda Kürt hareketine en çok ilham veren düşünürlerden M. Boockhin, de “İspanyol Devriminde Anarşizm ve İktidar” makalesinde bu tartışmaya müdahil olmuştu örneğin.(2) Ona göre devrim şafağında kurucu iktidar rolünü beceremeyen CNT, (İspanyol Devrimci İşçi Sendikası) böyle davranarak devletçi sisteme, kaybettiği iktidarını altın tepside geri sunmuştu. Muhalif hareketlerin devrimi gerçekleştirdikten sonra nasıl davrandığı konusu sadece siyasal tartışmanın değil edebi yazımın da konusu olagelmiştir. Roma Katolik kilisesinin düzenini yerle bir eden reformist vaiz Farel’in yeni düzeni inşa etme noktasındaki beceriksizliğinin Cenevre’yi nasıl çölleştirdiğini, Zweig ustaca işler mesela.(3) Calvin’in gelişiyle şaşmaz kural işlemeye devam ederek alternatif olan karşıtına rücu etmiş ve Cenevre halkı eski baskıcı düzeni bile mumla aramaya koyulmuştu.
Kürt siyasetinde sol kayyımlar
Bütün bu tartışmayı hatırlamamıza sebep olan şey sistem dışı bir alandan hareket edip sisteme karşı “yeni bir yaşam önerme” iddiasındaki Kürt hareketinin yaşadığı pratik ve hatta teorik bunalımla alakalı. Yarım yüzyıllık bir mücadele mazisine yaslanan Kürt hareketinin, Kürt halkına önerdiği yönetim modellerinin her seferinde şaşmaz bir şekilde “siyasetin iptali” ile “özgürlük kaybı” yaşaması üzerinde konuşulmayı hak ediyor. Kürt hareketinin yirmi yıla yaklaşan alternatif olma iddiasındaki belediyecilik anlayışının içine girdiği “ontolojik kriz” ideolojik ve siyasi bir krize dönüşmüş durumda. Keza hareketin çözüm süreciyle eş zamanlı olarak geliştirdiği “demokratik özyönetim/özerklik” stratejisinde yaşadığı büyük siyasal çöküşün üzerinde de titizlikle durmak gerekiyor.
TEORİK HAT
Öcalan, 1993 ateşkesinden sonra Kürt meselesinde çözümü Türkiye içinde aramaya başladıklarını ve bu sebeple stratejik bir değişimle “bağımsız Kürdistan” fikriyatını o tarihten bu yana terk ettiklerinin altını sıklıkla çizer. Öcalan’cı teorinin bu bağlamda iç içe geçmiş çift strateji üzerinde yürüdüğü iddia edilebilir. Diğer bir ifadeyle her ne kadar Öcalan makro anlamda çözümü Türkiye’nin demokratikleşmesinde aradığını söylese de ülke sınırları içinde, ülkenin egemenlik haklarına (mümkün mertebe) halel getirmeden Kürtlerin kendilerini özgürlükçü ve demokratik bir modelle yönet/ebil/meleri için kafa yoruyordu. M. Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir isimli kitabından esintiler taşıyan, Bir Halkı Savunmak kitabında Öcalan, Kürtlerin “Demokratik Özerklik” perspektifiyle örgütlenme felsefesini Boockhin’le paslaşarak teorize etmişti.
Evrenselci kurtuluş ideolojileri ve Kürtler
Boockhin’in teorilerinin Kürt hareketine mezcedilmesi, Althusser’in “yeni kıta teorisi”ni akla getirecek kadar mühim bir inşa özelliğine sahip. Bu teorik restorasyonla Kürt hareketinin teorik dönüşüm safhalarını üç ana başlıkta okuyabiliriz. Ankara toplantılarından, 5. Kongreye kadar teorik alan Marx’a bırakılırken, pratik alan daha çok da Stalinizme bırakılmıştı. 5. Kongrede alınan kararla teorik alandaki Marx’ın hakimiyeti gerilerken, ulusal kurtuluşcu kuram ve arayışlar belirleyici hale gelmişti. Öcalan’ın İmralı süreci üçüncü teorik yenilenme dönemiydi. Teorideki Marx’ın etkisi minimal hale gelirken Post-yapısalcılar ve arkasından Boockhin yeni Öcalan’ı sahneye çıkaran başat figürlerdi. Son olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi için HDP projesi Laclau-Mouffe izleğinde inşa edilirken, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmeleri modeli yani özerk yönetim için ise Boockhin’in teorileri ön plana çıktı. Kürt hareketinin biraz da Boockhin’ci teori ile paslaşarak Öcalan’ın çizdiği ideolojik hat içinden Kürtlere iki model sunduğunu görüyoruz: “Demokratik özyönetim/özerklik ile Özgür ve Demokratik Belediyecilik.”
EKOTOPYA DÜŞERKEN: DEMOKRATİK ÖZYÖNETİM/ÖZERKLİK
Demokratik Toplum Kongresi'nin 2011 yılında yaptığı “demokratik özerklik” ilanı bütün bu süreçte yaşadığımız siyasal gelişmelerin ilk fragman gösterisiydi. Ne var ki bunun pratiğe geçirilmesi için koşullar ancak çözüm süreci ile birlikte müsait hale gelebilmişti. Devletin hem siyaseten hem de organik olarak taktiksel geri çekilişi ile bölgede oluşan ayartıcı iktidar boşluğu üzerine, bu siyasal modelin inşa edilmesi daha ilk düğmenin yanlış iliklendiğinin resmi gibiydi. Zira karar alıcılar bu taktiksel geri çekilişi yanlış okuyarak devletin kalıcı yenilgisi yani devrimci şafağın ilk adımı olarak gördüler. Devamında pratize edilecek modelin kavramsallaşması açısından da teorik bir kargaşa hali görünüyordu. İlk baştaki karar alıcıların açıklamalarında isim düzeyinde bile bir netlik yoktu; demokratik özerklik de denildi demokratik özyönetim de. Esasen sadece isim konusunda da değil, bu modelin tam olarak ne olduğuna dair yapılan açıklamalarda da şaşırtıcı bir müphemlik söz konusuydu. HDP Eşbaşkanına bakılırsa “özyönetim ilanı meşru fakat silahsız ve şiddetsiz olmalıydı”(4). DTK’ya göre ise özyönetimler esasen Türkiye’yi demokratikleştirecek bir adım olduğu için devlet Avrupa Konseyi yerel yönetimler özerklik şartını olduğu gibi kabul etmeliydi.(5) KCK yöneticileri ise kendi aralarında tamamen farklı değerlendirmeler yapıyordu. Besê Hozat, sundukları modelle, sömürgeci devlet yönetiminden kurtulma ve özyönetim eliyle kendi kendilerini yönetme stratejisi (6) bağlamında kopuşa işaret edip karşılıklı tanıma çağrısı yapıyordu örneğin. Buna karşılık Duran Kalkan ise devleti ve orduyu reddetmediklerini, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesini (7) istediklerini belirterek kopuşçu söylemi yumuşatıyordu. Birkaç açıklama ve talimatla Kürt coğrafyasında 16 farklı lokasyonda özyönetim ilanlarının gerçekleştirildiği, bu şekilde modelin kuvveden fiile geçtiği görülmüş oldu. Oysa Boockhin teorisinin bir yerinde komünalistler, komünalist bir toplumun çıkarılacak bir yasayla var edilebileceğini sanmazlar (8) derken burada karşımıza çıkan şey neredeyse bir talimatla yeni bir toplumun inşasına yönelme söz konusuydu. Bütün bu birbiri ile uyumlu olmayan siyasal açıklamalara bakıldığında söz konusu modelin ismi, muhtevası, amacı, araçları noktasında bir tekamülün olmadığı görülmekteydi. Bundan daha vahimi ise devletin siyaseten ve bürokratik olarak taktiksel geri çekilişinin yanlış yorumlanarak devlete diz çöktürüldüğü veya devletin devrime mecbur bırakıldığı şeklindeki sürreel yorumların bütün siyasal mecralarda bir tür zafer sarhoşluğu havasında işlenmesiydi.
HDP’yi eleştirmenin tam zamanı!
Hareketin kurmayları tarafından hususen belli kırsal lokasyonlar, bir tür özerklik/özyönetim laboratuvarı olarak yani bir tür Boockhin’ci teorinin ekotopyaları olarak seçilmişti. Burada kurulan yönetimlerin özgür yurttaşların tek karar verici olduğu ve de yüz yüzelik esasının geçerli olduğu komün tarzı kurumlarla pek az ilgisi vardı. Esasen Boockhin’ci teoride ekotopyaları kurmakla görevli kişiler özsavunma güçleri değil etik merkezli yeni yurttaşlar ve bunlardan müteşekkil yerel meclislerdi. Fakat öyle görülüyor ki, burada uygulanan stratejiye göre öz-savunma görevi ile alana tayin edilen bir takım kişiler, halkı değişik idari birimlerle örgütlendirecek ve örgütlenen halk, kendi kendini yönetecekti. Tasarlanan projeye göre köylerde komisyonlar, şehirlerde meclisler eliyle kitleler kendi kaderini tayin edip devrim süreçlerine ortak edilecekti.
Teoriyi sahaya sürenlerin atama usulüyle görevlendirdikleri silahlı öz savunma güçlerinin burada bir tür siyasi oligarşi kurup bu modeli otoriter tarzda uygulayacaklarını hesap edememiş olmaları şaşırtıcıydı. Ortada zaten bir devrim yoktu ama bir an için bu devrimin var olduğunu varsaysak bile Boockhin’ci teoride devrimin amacı iktidarı ele geçirmek değil onu dağıtmak esasken buradaki modelde şiddet tekelini elinde tutanlar, sahada bir tür oligarşik sistem ile iktidar biriktirme işine giriştiler evvelemirde. Siyasallaşmış Kürt toplumunu demokratik ve çoğulcu bir paradigma temelinde yönetmek yerine toplumu top yekun milisleştirip, jakobenizm esasıyla yönetme çabaları apaçıktı. Yine Boockhin’ci teoride devrimci süreç içerisinde topluluğun bütün bireyleri birer “homo politicus” olarak politikaya el koyup kendi kaderlerini tayin ederken, sahada bu işi yürütenler politik sıradan insanları “homo militaris” olarak milis yapma derdindeydi. Toplumu çoğulcu bir temelde yönetmek, toplumsal çatışmaları çözmek yerine anılan bürokratik kast, toplumu ideolojik dogmatizmden devşirdikleri eskatolojik bir anlayışla, kaçınılmaz büyük güne yani bir çeşit armageddona seferber edip durdu. Toplumun militarizasyonu bir noktadan sonra toplumsal çatışmaların, geleneksel kavgaların, sınıf farklarının, kültürel sorunların üstünü örten bir şal görevi görerek Kürt toplumunun belirgin farklarından biri olan onun “siyasal olma” halini tamamen elinden aldı. Boockhin’in bütün politika veya “halklaştırılmış siyaset” vurgusu bu şekilde anlamsız hale getirilirken ortaya çıkan model bir tür “idareci radikal”(9) modeliydi. Radikalizmin bürokratikleşmesi veya teknokratikleşmesi diyebileceğimiz bu süreç siyasalın iptali ile ancak şamil kılındı. Siyasalın yerine çabuk sonuç almaya yönlendirilmiş doğrudan eylem (politik eylem değil) stratejisi ikame edilirken, bu şekilde anti-teori en temel teori haline geldi. Siyasalın kaybıyla politik toplum gerilerken, militarist toplumun doğası olan güce sığınma bir tür davranış kodu haline geldi. Tacitus’un “ruere in servitium- gönüllü olarak köleliğe koşma” formülü bütün topluma sirayet etmişti böylece. Burada Boockhin’in özgür bir toplum için verilen mücadele de özgür toplumun kendisi kadar özgürleştirici olmalı (10) fikri neredeyse tersine dönmüştü.
Beri yandan anlatılanlara göre Ekotopya’nın mülkiyet politikalarında zorla el koymanın yaygınlaşması, Kürt bilinçaltında kötü tarihsel bir hatıra olarak kalan talanizmi hatırlatıyordu. Bir yandan da Kemalist elitlerin değişik zamanlarda giriştikleri toprak reformunu andıran gerçek üstü fragmanlar çıkıyordu ortaya. Anlatılanlara bakılırsa Ekotopya’da paralel devlet yetkilerini kullanan idareci radikalin, yürütme ve yargı yetkisini tek elde toplayarak baskıcı bir oligarşiye dönüşmesi ayrıca korkutucuydu. Yine anlatılanlara bakılırsa burada kurulan oligarşik idarenin, pratize ettikleri suç ve ceza siyasetinin burjuva hukukunun bile gerisine düşmesi, primitif tutulma ve gözaltı koşulları, ceza mantığında Orta Çağ anlayışını çağrıştıracak şekilde ağaca bağlama seansları, güdülen beden politikaları, bol soru işaretli infaz pratikleri, işkence olmasa bile kötü muamelenin neredeyse vakayı adiyeden sayılması, geniş muhbir ağıyla tek tip düşüncenin mutlak düzeninin kurulma teşebbüsleri karşımıza siyasal modelin totaliter mantığını çıkarıyordu. Zorun gücüyle kitlelerin siyasal eylemlere mecbur bırakılması, kaba dayaktan bu yönetim modeline omuz verenlerin bile nasibini alması, yıllar önce “Kürdistan’da Zorun Rolü” kitabında eleştirilen pratiklere bile rahmet okutacak cinstendi. Görüldüğü üzere neredeyse bütün “kurucu iktidarın” kuruluş aşamasında başvurduğu “yasa koyucu şiddet” ile “yasa koruyucu şiddet” kurucu siyasal değerler olarak sahneye yeni Robespierre’ler çıkarmıştı.
Boockhin’in tasarladığı Ekotopya’da her komünün doğrudan demokrasi formuyla kendi kendini yöneteceği, idari görevlerin rotasyon usulüyle yerine getirileceği ve de temel siyasetlerin herkesin fikrine açık meclislerde belirleneceği ortaya konulmuştu. Oysa kurulan bu rejimde en sıkı uygulanan kurallardan biri halkın karar alma süreçlerinden mutlak şekilde dışlanmasıydı. Bu şekilde halk ekotopyanın müştemilatı gibiydi bir bakıma. Anlatılanlara bakılırsa halkın modern örgütlenme araçları olan “komisyon” eliyle yönetime ortak edilme stratejisi güdülmüştü fakat pratikte bu komisyonlar yönetim oligarşisinin aldığı kararları tebliğ eden bir tür “ayrıcalıklı postacı” görevi görüyordu. Temel siyasetler zaten çok önce ideolojik merkezlerce belirlenmişti, idari görevlerdeki rotasyon ise özyönetimi kuran atanmış oligarşik birimlerin keyfine bırakılmıştı. Bütün bu demir yumruk düzeninde bir süre boyunca cinayet işlenmiyordu, hırsızlık olmuyordu, kız kaçırılmıyordu belki ama muazzam bir “özgürlük kaybı” pahasına tüm bunlar yapılmıştı. Gelinen noktada Ekotopya sıradan insanların özgürlükten kaçışı formuna bürünmüştü. Esasen alandaki bu otoriter yönetim modelini merkez de farkındaydı hatta birkaç kez bu yöneticileri uyarma gereği de duyulmuştu.(11) Kırsalda bütün bu güç nizamı üzerine inşa olunmaya çalışılan demokratik özerklik perspektifi bir müddet sonra şehirde devlet otoritesini tamamen dışlayan hendek stratejisine dönüştürüldü. Hareketin ideologları belediye başkanlarını da bu modelin bir “neferi” ilan edince özyönetimler böylece kırsaldan şehre doğru bir ivme kazandı. Bu şekilde “demokratik özerk bölgeler” genişletilip şehirlerde de kurulmaya çalışılsa da, kırsalın bir şekilde tolere ettiği bu şiddet destekli otoriter nizam şehirli unsurlara ağır geldi ve özerklik ilanları kısa sürede elde patladı. Buraya kadar anlatılan hikayenin muazzam acılara, görülmemiş yıkımlara sebebiyet verdiği de ayrıca zikredilmeli. Velhasıl Fanonist bir şiddetten ilham alan özyönetim modelleri açık konuşmak gerekirse bazı yerlerde M. Boockhin’i değil G. Orwell’ı hatırlatan pratiklere sahne oldu.
DEMOKRATİK VE ÖZGÜR BELEDİYECİLİK MODELİ
Boockhin’e göre kentleri önemli hale getiren unsur, devrimci kitlelerin bir araya gelebildiği, tartışma yürütüp örgütlenebildikleri ve burada halk meclisleri eliyle alternatif siyasal bir kamu yaratabildikleri bir mekan olması. Kürt hareketinin bu manada hususen de şehirli Kürtlere vadettiği yönetim modeliydi demokratik belediyecilik anlayışı.
Boockhin, katılımcı demokrasi ilkesine vurgu yaparken bu kavramla toplumun kaderinin belirlenmesinde halkın bütünüyle yetkilendirilmesini öngörmekteydi.(12) Peki halk bütünüyle nasıl yetkilendirilecekti? Kamusal alan kavramını farklı bir tanımlamayla yerel yönetim felsefesinin odağına alan düşünüre göre Yunan demokrasilerinin “agora”sında, Roma şehirlerinin “forum”unda, Rönesans şehirlerinin “plaza”sında yurttaşlar bir araya gelip burayı yönetim mekanı haline getirebilmişti. Ona göre bu hem kenti siyasallaştırmış, hem yeni bir siyasi alan ortaya çıkarmış hem de katılımcı demokrasiyi mümkün hale getirebilmişti.(13) Kürt belediyeciliği modelinin aradan geçen uzun süre boyunca böyle bir derdinin olmamasıdır belki de esas sorun. Böylesi bir kamusal alanın devlet tarafından engelleneceği savunusu karşısında karar alma mekanlarının veya toplantı/başkan odalarının kapısının sökülüp atılması gibi simgesel adımların bile düşünülmemiş olmasıdır esas mesele. Özetle halktan alınan iktidar, halka geri dağıtılamadığı gibi halk çoğu zaman alınan kararların şeriki bile yapılmadı. Kürt belediyeciliğinin siyaseten ve ideolojik olarak esas çıkmazı da burada yatmakta. Halktan alınan iktidarın, halka nasıl dağıtılacağı problemini daha çözen bir belediye olmadığı gibi bu konuda girişimde bulunanları görmek de kolay değil. Bu şekilde Kürt belediyeciliği açık ve müzmin bir “siyaset kaybı” yaşamakta. Oysa Boockhin teorisinin en işlevsel kavramlarından birisidir “siyaset”. Ona göre bu kavram yeniden tanımlanmalı (14), deyim yerindeyse siyaset halklaştırılmalıdır. Kürt belediyeciliğinin kısır, üretimsiz bir teknokrat kasta mahkum olmasının en önemli sebebi siyaseti bir türlü halklaştır(a)maması.
Öte taraftan Boockhin’e göre, halk meclislerinde yurttaşlar, topluluk meselelerini yüz yüze ele alırlar, bu yolla doğrudan demokrasi içerisinde kararlar alınmalı.(15) Karar süreçlerinin halka bırakılmamasının esas sebebini, siyasetin bir türlü halklaştırılamamasında aramak lazım. Halkın yerine öncü profesyonellerin siyasal alanı ve örgütsel çevreyi mobilize etmesi bu sorunların esas kaynağı. Bir taraftan belediye yöneticileri diğer tarafta atanmış bürokratların içinde yer aldığı bir yönetim oligarşisi (öncü profesyoneller) kısa sürede elitist bir yönetim modeli inşa etti.
Kürt belediyeciliğinin esas problemlerinden bir diğeri ise ekonomi-politiğinin bulunmaması. Gerçekten de yirmi yılı aşan tarihinde Kürt belediyeciliğinin ekonomi-politiğinin hâlâ bile oluşmamış olması dikkat çekici. Teoride ne olduğu belirsiz karma bir model önerilse de pratikte devletin uyguladığı ekonomi politiğin kötü bir kopyasının sergilenmesi ayrıca ele alınması gereken bir mesele. Boockhin’in içeriği belirsiz olsa da önerdiği model, ekonominin de yerel yönetimleştirilmesidir. Ekonominin millileştirilmesini kabul etmeyen Boockhin’in ekonomiyi yerel meclislere bırakması ve de meclisi üretim süreçlerinde belirleyici tek merci yapması ve ilaveten üretim araçlarını meclisin mülkiyetine bırakması (16) ister istemez bir tür devlet kapitalizmine açık kapı bıraksa da bütün bunların hiçbirisinin yapılmaya teşebbüs bile edilmemesi düşündürücü. Bazı yerlerdeki sosyal politikalar için kurulan dernekleri saymazsak pratikte Kürt belediyeciliği esasen orta sınıfı finanse eden bir iktisat politikasına kaymış durumda.
Belediyeciliğin bir ekonomi-politiğinin olmaması yüzünden ihale süreçleri gayrı şeffaf olup, yeni şehir mekanları talanist müteahhitlere açılırken, eski şehir mekanlarının yoksulların üssü haline gelmesine zımni bir şekilde onay verilmesi dikkat çekici. Buradaki şehir rantı, belediyeye yakın kişilere tahsis edilirken karşımıza çıkan şey bir tür partili sermaye yaratma gayreti. Buna eşlik eden şey ise belediye yönetici oligarşisine yakın olanların istihdamı, rant ilişkileri ve sebepsiz zenginleşme seansları yani ahbap çavuş kapitalizmi. Belediyecilik faaliyetlerinin sürekli ertelenmesi, alt yapı faaliyetlerinin görmezden gelinmesi gibi negatif pratikler yerel siyaseti kuru retorike boğup açık bir siyaset kaybını ortaya çıkarmakta. Kürt belediyelerin işbaşında olduğu kentlerde sınıfsal açıdan keskin sınırlara sahip iki ayrı siyasal kamu oluşmuş durumda bu sebeple. Özerklik ilanları ve kentlerin muhasaraya alınışı sürecinde, sınıfsal açıdan ezilmiş kitlelerin öfkesinin Kürt hareketine kısmen dönmesinin altında yatan sebep de buralarda aranmalı ve bu öfkenin sınıfsal tepki boyutu da küçümsenmemeli. Ezcümle yıllar önce Boockhin, yerel yönetimler potansiyel birer saatli bombadır derken kuşkusuz haklıydı. Kürtlerin örgütlediği yerel yönetim modeli Kürtlerin elinde patlamış durumda. Demokrasinin temel ilkelerinden yoksun bırakılan Kürt belediyeleri giderek sisteme katkı sunan bir siyasi yabancılaşmaya dönüşmüş olmakla, şu halde Kürtlere yük durumda.
ARTİMAJ: ÖZGÜRLÜK TEORİSİNİN BUNALIMI
Geldiğimiz noktada Kürt hareketi, Kürt toplumuna nasıl bir yönetim modeli önerdiğini yeniden düşünmek zorunda. Yukarıda bahsedilen iki modelle yol almak görüldüğü üzere artık muhal. Fakat yine de bu pratiklerden mühim sonuçlar çıkarmak mümkün.
Bir kere Kürt modernleşmesinin etkin bir damarının giderek daha fazla sağcılaşma temayüllü gösterdiğini iddia etmek mümkün. Özellikle Kürt hareketinin muhalif alandan çıkıp iktidarlaşmaya başlayınca önerdiği yönetim modellerinin sağ ve muhafazakar bir biçim kazandığı ortada. Bu iki model tıpkı fabrika gibi kastlaşmaya meyyal bir bürokrasi üretiyor. Kürt modernleşmesinin yere ve zamana göre “ya kullandığı şiddetten kaynaklanan ya da ideolojik kaygılarla” baskıcı otoriter modeller üretmesi gizlenemez bir realite. Hareketin yönetim mantığının eli sopalı bir otoriterizm üretmesini engelleyecek ortada ideolojik veya kurumsal bir denge ve denetleme mekanizması da yok. Daha da düşündürücü olanı ise bu modernleşmenin demokrasi lafını sözel olarak hiç eksik etmediği halde muhtemelen ideolojik kaygılarla totaliter bir iklimi hâlâ canlı tutuyor olması. İdeolojik dogmatizm bir siyasi ilahiyat mesabesinde görülüp tatbik edildiği için ahlak muhafızlarını andıran bir tür ideoloji muhafızları söz konusu. O kadar ki bu ideolojik muhafızlar hayatın her alanına müdahale etme yetkisini kendilerinde gördüğü gibi evli çiftlerin yatak odalarındaki sorunlara bile müdahale edebiliyordu.
Tüm bu sorunların kaynağına indiğimizde birbiriyle ilintili iki şey çıkıyor karşımıza: “Özgürlük teorisinde yaşanan bunalım ve iktidar teorisinde görülen kargaşa”. Kürt hareketinin özgürlük teorisine, hareketin tarihini de işin içine katarak yakından bakmak öğretici olabilir. Ankara’daki ilk kurucu toplantılarda, meşhur Diyarbakır Cezaevi savunmalarında, Serxwebun dergisinin ilk sayılarında öne çıkan unsur Kürdistan’ın sömürge olduğunun kesinkes tespitiydi örneğin. Bu tespit en az iki kurucu unsura işaret ediyor: “özgürlük ve iktidar”.
Beri yandan siyaseten muhalif bir konumdayken özgürlük nosyonuna yapılan vurgu ve verilen değer ile hareketin kendi iktidar alanında özgürlük nosyonuna verdiği değerin aynı tonaliteye sahip olmadığı ortada. Söz gelimi Diyarbekir Cezaevi'nde Esat Oktay’ın işkencelerine özgürlükleri için bedenleri ile meydan okuyan kişilerin bir süre sonra bu işkence merkezinden sağ kurtulup başka bir hapishanede muhalif tutsakların yöneticisi olduğunda Murathan Mungan veya Yılmaz Güney’in kitaplarını yasaklama girişiminde bulunmasının bir anlamı olmalı. Bu sebeple özgürlük, muhalif saflardayken bir direniş değeri olarak paha biçilmez görülürken bir iktidar kombini içine girildiğinde kolayca boş verilmesi gereken bir ayak bağına dönüşebiliyor. Buradan yola çıkarak hareketin müesses nizama karşı verilen mücadele ideolojisinde özgürlüğün bir ahlaki davranış ve felsefi değer olarak görüldüğü tespitini yapabiliriz. Ne var ki hareketin iktidar kozmolojisi içinde yer alan siyasal birimlerde özgürlük, uğruna bedel vermeyi gerektirecek kadar yarı sakıncalı bir değere dönüşebiliyor. Nitekim hareketin tarihinde bir avuç kadın, kendi yapılarının özerkliği meselesinde cinsiyetçi tahakküme meydan okuyarak saçlarını kökten kazıtmayı gerektiren bir pasif direniş ethosu içine girebilmişti. Ezcümle hareketin kendi hiyerarşik örgütlenmesinde ve bunu tayin eden ideolojisinde özgürlük meselesinin temel referans norm olmadığı açık. Muhalefetteyken çalınan coşkulu özgürlük türkülerinin bir süre sonra iktidara geçildiğinde itaat marşlarına dönüşmesi hareketin seyirci kaldığı bir vasatlık örneği.
Hareketin tarihinde özgürlüğü karşılayan kavram olarak “azadi”nin isim olarak neredeyse hiçbir örgütlenmeye verilmemesi dikkat çekicidir mesela. Azadi’nin yerine “rızgari-kurtuluş” kelimesinin kullanılmasının arka planında sol mesihçiliğin teorik izlerini görmek mümkün. Rizgari kavramının sıkça kullanılmasının diğer bir sebebi ise hareketin, dönem itibariyle ulusal kurtuluşçu bir paradigmaya sahip olmasında aranabilir. Tüm bunlar gene de “azadi” kavramına olan gönülsüzlüğü anlatmaya yetmemekte. Öyle görünüyor ki hareketin, özgürlük felsefesini geçiştirici bir spektruma bağlayıp ona gereken teorik özeni göstermemesinin asal nedeni Marksizm kuramının sistematiğiyle bağlantılı. Komünist Manifesto’da Marx’ın özgürlük halini belirsiz bir zaman aralığına tehir ederek, burjuva toplumunun devrilmesini müteakip kurulacak sisteme işaret etmesine benzer bir “ertelemecilik etiği”nin burada da işbaşında olduğu iddia edilebilir.
Ne var ki, Öcalan’ın İmralı süreciyle yaşadığı düşünsel dönüşümde özgürlüğün kavramsal olarak yeniden keşfedildiği de malum. Öcalan’ın mahpusluk hali özgürlüğü bir ölçüde zorunlu olarak gündeme sokarken, esas olarak onun cezaevinde Marksist eleştirilerine yön veren kavramlardan biridir özgürlük. İçeriden yazdığı savunmalarından birisinin ismini “özgür insan savunması” koyması kavramı teorik olarak yeniden gündeme getirme bağlamında bir tavır olarak görülebilir şüphesiz. Ne var ki onun özgürlük meselesinde yaptığı teorik açılım, hareketi ele geçirmeye çalışan bir grubun referansı haline gelmesi ayrıca dikkat çekiciydi. Yani “Özgür yaşam felsefesi” hareketi bölünmenin eşiğine getirdiği de açıktı. Bu sebeple 2004 yılından bu yana hareketin, kendi örgütlenme mantığı içinde bir tür özgürlükten kaçış felsefesine sığınarak sol bir muhafazakarlaşma, skolastik bir içe kapanma yaşayıp daha iktidarcı, daha sert hiyerarşik bir modele bürünerek “daha az özgürlük daha çok iktidar” perspektifi güttüğü sır değil.
Kürt hareketinin iktidar yapılanmasına da yakından bakmak gerekir. Öncelikle hareketin bütün yayınlarında “erken iktidar hastalığı” kalıbının belli bir eleştiri jargonu haline geldiğini görüyoruz. Bu hassasiyetin aşırı iktidarlaşmaya ve keyfileşmeye karşı bir teyakkuz pozisyonuna işaret ettiği ortada. Hatta kimi zaman iktidarın yıkıcılığını yeniden hatırlamak babında sıkça hareketin tarihindeki çeteleşme faaliyetleri kulaklara küpe niyetine zikrediliyor. Öcalan da 2005’de uzunca bir süre hareketin gündemine “dikey iktidar-yatay iktidar” ayrımını sokarak iktidar eleştirilerini sürekli hatırlatma yoluna gitmişti örneğin. Ne var ki Öcalan’ın iktidar meselesine eleştirel yaklaşımının bütün yukarıda anlatılanlar şahit gösterilerek kitabi kaldığını ve uygulamaya tam manasıyla geçirilmediğini tespit etmek gerekiyor. Bu söylevlerde Öcalan, Foucault’yu iktidar bahsinde yoğunca eleştirerek onun bu konuyu çözüme bağlamadığına, orta yerde bıraktığından müştekiydi. Her ne kadar Öcalan, Foucault’nun eksik bıraktığını Boockhin ile tamamlamaya çalışsa da iktidar meselesi hâlâ ve baskın bir şekilde özgürlüğün sesini kıstığı için hareket, özgürlük teorisinde kronik bir bunalımla karşı karşıya.
HÜLASA
Bütün bu tartışmaları toparladığımızda ortaya çıkan sonuç, sistem karşıtı hareketlerin şaşmaz kuralının burada da işbaşında olduğunu görmemiz gerekiyor, yani sistem dışı hareketlerin iktidarla sınandığında girdiği türbülans ve siyasal patoloji Kürt hareketini de esir almış durumda. Diğer bir ifadeyle Kürt hareketinin Kürtler için önerdiği modellerin Kürtleri özgürleştirmediğini ve demokratikleştirmediğini cesur bir şekilde tespit etmemiz gerekiyor. Önerilen modellere gömülen “özgürlük teorisi”nin beraberinde yıllarca onarılamayacak bir anti-siyaset dalgasını estirdiği açık. Aktüel olaylar üzerinden söylersek partinin onlarca belediyesinin devletleştirilmesi, büyükşehir belediyelerinde olduğu gibi eş başkanların alınması sürecinde yaşanan devasa ketumluğun sebeplerini carileştirilen modellerin iflasında aramalı. Yukarıda uzunca bahsedildiği üzere modellerin bürokratik baskı aygıtlarına kolayca dönüşmesi, demokratik/özgürlükçü denge ve ilkelerin yetersizliği, özgürlüğün ve eşitliğin pratikte bir değer olarak görülmemesi gibi sancılar hâlâ orta yerde duruyor.
Hasılı Öcalan, Kürtlere önerdiği yönetim modellerinin içinin boşaltıldığı zamanlardan biraz önce sıkça Arendt’e vurgu yapma gereği hissediyordu. Bilhassa Arendt’in “politika özgürleştirir” mottosunu hatırlatıyordu. Belki de bütün sorun Arendt’in bu cümlenin devamında kurduğu “şiddetin olduğu yerde politika biter” tespitini göz ardı etmekle başlamıştı.
(1) Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İletişim Yayınları
(2) Murray Boockhin, Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, s. 121 vd.
(3) Stefan Zweig, Vicdan Zorbalığa Karşı, s. 27. Can Yayınları
(4) Bkz, Selahattin Demirtaş, Sabah, 24.08.2015
(5) DTK’dan 14 Maddelik Özyönetim Deklerasyonu, Evrensel Gazetesi, 27.12.2015
(6) Bkz, Besê Hozat, Yeni Özgür Politika, 16.08.2015 ve “Tanıma Karşılıklı Olacaktır” isimli yazısı, Yeni Özgür Politika, 09.09.2015
(7) Bkz, Duran Kalkan Açıklaması, Yeni Özgür Politika, 25.08.2015
(8) Boockhin, s. 118
(9) Boockhin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, s. 27
(10) Boockhin, s. 64
(11) Selahattin Erdem, Yeni Özgür Politika, 24.08.2014
(12) Boockhin, Toplumsal ekoloji, s. 51
(13) Boockhin, Toplumsal ekoloji, s. 56
(14) Boockhin, s. 51
(15) Boockhin, s. 103
(16) Boockhin, s. 105
*Araştırmacı-yazar