Dört felsefî uğrakta 'dehşetvâr olmak'
Yirminci asır ve şimdi içinde bulunduğumuz yirmi birinci asırda (yazık ki buradayız ve en kötüsü bu), Kierkegaard’nun, Schopenhauer’un ve kuşkusuz Nietzsche’nin bir yeryüzü kimliği olarak ortaya koyduğu “dehşet”i sindirmekle meşgul görünüyor insansoyu. Şüphesiz zor oldu bu, şüphesiz zor oluyor ve şüphesiz zor olacak ama bir gün en başa döneceğiz elbette: Sadece merak. Arı ve kendinde merak…
Hamza Celâleddin/[email protected]
Tanrısoyuna atfedilmiş hikâyede, Dehşet (Deimos); Savaş (Ares) ve Güzellik (Aphrodite) arasındaki “yasak” ilişkinin bir eseri ve Korku'nun (Phobos) ise kardeşidir. Dehşet’in varlığa gelmesinde hayret verici olan şey; Savaş’ın “yıkıcı”, “şiddetli” ve “hınçlı” atılganlığından da Güzellik’in “besleyici”, “umutvâr” ve “berrak” oradalığından da aynı nispette pay almış olmasıdır. Böylelikle ne bütünüyle bozguncu bir şey olarak anılabilir Dehşet ne de varlıkta olanı gencelten bahar kokuları gizler teninde… Gel gelelim insansoyu için bugün –yani “tarihin sonu”nda− dehşet, içinde bulunulan son şeydir: Artık akış kesilmiş, akıl köhnemiş, hâfıza dirilmiş ve toprak arınmıştır. Dehşet, tüm yeryüzü damarlarında tazecik kan gibi akmaktadır. Pekâlâ insansoyu, hangi felsefî uğraklardan geçerek, dehşetin kuşkusuz egemenliğine böylesi kayıtsızlaşmıştır?
Presokratik doğa filozofları (Thales, Anaximandros ve Anaximenes) ve onları izleyen diğer presokratikler (Herakleitos, Pythagoras gibi), “arkhe”nin, yani “ilk neden”, “yönetici ilke” ya da “başlangıçtaki şey”in ne olduğunu merak ettiler. Bu merak bütünüyle kozmolojik bir meraktı, çünkü insansoyu “beden”inin nereye ya da neye ait olduğunu bilmek istiyordu. Felsefede atılan bu ilk adım, fiziksel aidiyet geliştirebilmenin ya da bedensel kimlik edinebilmenin nasıl bir duygu olduğuna ilişkin “merak”tan kaynaklanmıştı. Doğa filozoflarından (klâsik tarihyazımda ilk filozof olarak anılan) Thales’in, arkhe’nin “su” olduğuna ilişkin argümanı, insansoyundaki bu ilk felsefî motivasyonun arılığını kuşku götürmez kılıyor: Thales’in Miletli olduğu ve bir dönem Mısır’da bulunduğu, onun yaşamöyküsüne dair elde edebildiğimiz ender bilgilerden. Bu kadarı bile, Thales’in “yönetici ilke” olarak neden “su”yu işaret ettiğini anlamamız için kâfi sayılır; ne de olsa Nil Nehri, Mısır için bir nehirden daha fazlası, yaşamı yönlendiren, yaşama pratiği tayin eden bir oradalıktır. Ve öte yandan zaten, Miletli birisi için “su” kesinlikle bir yaşam kaynağıdır. Diğer doğa filozoflarının motivasyonlarının arılığı da, “arkhe nedir?” sorusuna verdikleri cevaplarla hemen kestirilebilir niteliktedir (bkz: Anaximenes; “hava” ve Anaximandros; “apeiron”, yani “sonsuzluk”).
Gel gelelim Sokrates sonrası Antik filozoflar (Platon ve Aristoteles gibi), presokratik filozofların “monist” yaklaşımlarını ve arı “merak”ın motive ettiği temel soruyu doğrudan benimsemediler. Arkhe problemi hâlen çözülebilmiş sayılmazdı ve lâkin eğilmemiz gereken tek soru bu değildi. Bilgi nasıl elde edilir, hakikat öğretilebilir mi, erdemin özü nedir, Varlık’ın içeriğine dair ne söylenebilir gibi birçok sorunun felsefeyi meşgul etmesi gerekirdi. Platon’un (artık daha sık dillendirilen bir iddiaya göre asıl adı Aristokles’tir ve geniş omuzları nedeniyle Platon ismiyle anılagelmiştir) İdealar Kuramı, insansoyu için epistemik bir kırılma sayılabilir. Platon, gerçekliğin idealarda olduğunu ve içinde bulunduğumuz fenomenal dünyanın ideaların bir yansıması olduğunu söyleyerek “ikili evren” bahsini açmış olur: Var olduğumuz dünya ve ait olduğumuz dünya başka başkadır. Bu ufuk insansoyu için mühimdir, çünkü Platonik yaklaşım bugün dahi takipçisini bulmakta zorlanmaz. Çünkü bu, insansoyu tarihinde egemen bir duygunun ilk felsefî adımı sayılır: “Sabırsızlık”… Merak ile başlayan felsefî macera, “sabırsız” bir sıçrama ile devam eder. Ki bu sıçrama öylesi büyüktür ki, neredeyse yirmi asır boyunca egemen kalmayı başarmıştır.
Aydınlanma Çağı, insansoyunu “aklını kullanmaya cüret etmeye” (Sapere Aude) davet eden bir “arınma” çabasıdır adeta. (René Descartes ve Baruch Spinoza’nın yoldaki çerçöpü temizlemesi mucizesiyle de) çağrının ve çabanın mimarı Immanuel Kant (kendisi modern dönemin Platon’udur ve onu aşmak yine bin yıllar alacaktır); aklı, bir kurtarıcı olarak sahneye davet eder (Tıpkı Orta Çağ’da Tanrı’nın sahneye davet edilişi gibi). Immaneul Kant’ı ve Aydınlanmacı filozofları motive eden şeyin “endişe” olduğu apaçıktır; insansoyu, hâfızasının yükü altında ezilmeye, can cekişmeye başlamışken, bir imdat çığlığı gibidir bu davet. Merak ve sabırsızlık ile başlayan felsefî macera (hakikatin şüphe ile kesintiye uğramasıyla beraber), endişenin esiri oluvermiştir birden. Yüzyıllarca beslenmiş, semirtilmiş bir endişeyi, aklın ve sağduyunun bastırması, savuşturması beklenir lâkin ne çare: Dehşet ısrarkeş, kapıyı çalmaktadır bir kere.
İnsansoyu, dehşet ile yüzleşmeyi ancak on dokuzuncu asırda başarabildi. Søren Kierkegaard ve Arthur Schopenhauer’un katkıları asla yadsınamazdı (ki acıyı ve endişeyi açık yüreklilikle itiraf eden ilkin onlardı) lâkin yüzleşmenin asıl kahramanı Friedrich Nietzsche’ydi. Ne olduğunu ve nerede olduğunu insansoyunun yüzüne vurma yürekliliğinde, onun mahâreti ve onun coşkusu tartışmasızdı. Platonik sabırsızlığın ve Kantçı yardım çağrısının mahkemesini kuran Nietzsche, presokratik meraka satır arası övgüler dizmeyi de ihmâl etmedi. Tarihin dehşete evrildiğini “muştulayan” oydu ve on dokuzuncu asrı kapatıp yirminci asrı açan gövdeyi pek hor kullanmıştı doğrusu (ö. 25 Ağustos 1900).
Yirminci asır ve şimdi içinde bulunduğumuz yirmi birinci asırda (yazık ki buradayız ve en kötüsü bu), Kierkegaard’nun, Schopenhauer’un ve kuşkusuz Nietzsche’nin bir yeryüzü kimliği olarak ortaya koyduğu “dehşet”i sindirmekle meşgul görünüyor insansoyu. Şüphesiz zor oldu bu, şüphesiz zor oluyor ve şüphesiz zor olacak ama bir gün en başa döneceğiz elbette: Sadece merak. Arı ve kendinde merak…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.