Milletimizi ne zaman özümüzden çok severiz?
Toplumsal olarak şu an ihtiyacımız olan akılcı yaklaşım küçüklerimizi şiddetten ve tecavüzcülerin kirli ellerinden koruyacak, aile içi şiddeti engelleyecek yasal düzenlemeler yapmaktır. Ancak bunlar yapıldığında insanlar yurdunu, milletini özünden daha çok sevecek, yurt dışına gitmek durumunda kalmayacaktır. Unutmayın sistem vatandaşını koruyorsa vatandaş sisteme sahip çıkar…
Orbay Soydan
Hermann Ebbinghaus ‘Unutma Eğrisi’nde hafızanın dikkat ve ilgiyle alakalı olduğunu belirtir. Bu nedenle okullarda dikkatimizi vermezsek bir şey öğrenemeyeceğimiz şartlandırılır.
Ders kitaplarına bir mecra olarak bakarsak reklamcıların da hedef kitleye bir fikri satmak için sloganlar ya da ilgi çeken görseller ve melodiler kullandığını görürsünüz. Bu yöntem tarihte birçok kez denendi ve işe yaradığı görüldü. ‘Andımız’ ile başlayan tartışmanın temelinde de bu düşünce var. Hatta ders kitaplarında karşı karşıya olduğumuz tam olarak bu. Şiirlerden tekerlemelere, hikayelerden fıkralara, özlü sözlerden özenle seçilmiş fotoğraflara kadar hepsi bir fikri satmaya yönelik.
Bu fikir dönemsel olarak ideolojik farklılıklar gösterse de ülkemizde sıklıkla Kemalizm ve dindar nesil tartışmaları ile gündeme geliyor. Hatta evvelsi Andımız tartışmalarında “İslami Andımız” adlı bir şiir bile yazılmıştı.
Ne var ki kültürü yönetmek, devletin yapısını yeniden düzenlemekten daha zor ve karmaşık bir iştir.
2017 yılında Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda konuşan Erdoğan da, “Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” diyerek bu mağlubiyeti kabul etmişti.
Tarihi, hatta anıları unutturma çabaları artık dikiş tutmamaya başladığında da bu gerilim toplumu psikotik durumlara sokuyor. Post-truth çağının belki de temelinde bu var.
Ancak şimdi sorularımızın kaynağını bulmak için geçmişe, ders kitaplarında bizlere neler öğretildi onlara bakmamız gerekiyor. Böylece Türkiye’de çok konuşulmayan ‘ırkçılığın’ okullarda nasıl inşa edildiğini ve nelere yol açtığını görebiliriz.
Yıl 1926.
Ta’lim ve Terbiye Dairesi 100/3 numaralı kararı ile “Türkiye Tarihi” kitabını üçüncü sınıf ders kitabı olarak kabul etti.
Kitapta Meşrutiyet dönemi anlatılırken şu ifadeler yer alıyordu: “Türklerin düşmanı yalnız Ruslar değildi; Türkiye’de oturan Hıristiyanlar da Türk düşmanıydı.”
Kitabın II. Abdülhamit dönemi ile ilgili bölümünde ise “Türkiye’de, Türklerden ziyade, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler serbestti. Evvela askerlik etmezlerdi. Memleketin bütün ticareti ellerindeydi. En fakir olan, yine Türklerdi.” deniyordu.
Kitapta dünya savaşının anlatıldığı bölümünde ise şu korkunç ifadeler yer alıyordu: “Türklerin felaketi, memleketimizde yaşayan Rumları, Ermenileri ve Yahudileri memnun etti.”
“Herkes silaha sarıldı. Şark eyaletleri bütün dilaverlerini topladı, Ermenilerin üzerine saldırdı. Anadolu, kükremiş aslan gibi, dört tarafa pençesini uzattı.”
İşte bu ifadeler gelecekte Trakya Olayları, 6-7 Eylül gibi pek çok trajedi ile sonuçlanan olayın arkasındaki fikri oluşturdu.
İlk kez 1933 yılında okutulan Andımız işte böyle bir fikrin ürünüdür.
Oysa Mustafa Kemal’in Nutuk'ta, "57. Alay eğer süngü takıp düşmanı göğüslemeseydi, şimdi bu vatanın semalarında başka bir bayrak dalgalanıyor olacaktı…" dediği alayın tabip kumandanın adı Dimitroyati’ydi.
Sadece Çanakkale’de de değil…
Kurtuluş Savaşı'nda Fransızlara karşı direnen ve İstiklal Madalyası ile ödüllendirilen Yasef oğlu Salamon Baruh ve Hanri Gattegno’yu da unutmamalıyız.
Adanalı Yahudi Hanri Gattegno, hayatını tehlikeye atarak, Fransızlara silah ve cephane taşıyan bir treni ele geçirmiş ve bunun üzerine İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmişti.
Mücahide doktor, Yüzbaşı Dinleal Efendi, Yüzbaşı Nivart Baliç Efendi, Yüzbaşı Parsildoş Efendi, Yüzbaşı Avram Efendi, Yüzbaşı Avram Kohet Efendi, Binbaşı Yasef Jak Gabay, 57. Alay 2. Tabur Doktoru Sarafidis Efendi ve Hacır Efendi ve adını sayamadığım nicelerini saygıyla anıyorum.
Ancak bütün iyi niyetli çabalara rağmen günümüzde de ders kitaplarındaki ırkçılık yerini koruyor. Örneğin 2007 yılında MEB yayınlarından basılan Lise Sağlık Bilgisi kitabının 11. sayfasında “Temizliğe en fazla önem veren din İslamiyet” denilerek başka dinlerin mensuplarına ve kültürlerine yönelik ötekileştirici bir önermede bulunuluyor.
Tarih Vakfı'nın Türkiye İnsan Hakları Vakfı'yla (TİHV) birlikte yürüttüğü "Ders Kitaplarında İnsan Hakları II" raporunda yer alan başka bir metinde ise; "Türküz, bütün başlardan üstünüz.” deniliyor. Yine "Batır Karadeniz'e, hamsiler yem olsun diyeceğim ama... gavur etiyle beslenen hamsiden hayır mı gelir” diye bir cümle 2007 yılından MEB yayınlarından basılan İlköğretim Müzik 6-7-8 Öğretmen Kılavuz Kitabında yer almıştır.
İşte bu yüzden sormak gerekiyor; çağdaşlaşma ve yükselme hedefleri yeterli mi?
Çünkü Nazi Almanya’sındaki toplama kapından kurtulan biri şu ifadelerde bulunuyor: “Bir toplama kampından sağ kurtulan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölenler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar.”
Hitler’in şu sözü meşhurdu: “Hiçbir kız veya oğlan çocuk, saf kanın gerekliliğini ve önemini anlamadan okuldan ayrılmamalıdır. Böylece tek millet, tek vatan ve başkanlığın (Führer) baş köşeye konduğu, bireyselleşmenin tamamen yok sayıldığı Nazi dünya görüşü eğitim sistemi aracılıyla çocuklara dayatıldı. 1934’te Eğitim Bakanı Bernhard Rust okul ders kitaplarına dikkat çekerek şöyle diyordu: "Bu kitaplar, genç Alman halkının ideolojik eğitimini sağlamalı, onları ulusal topluluğa hizmet etmeye ve fedakarlığa hazır hale getirmeyi amaçlamalıdır."
Anlayacağınız çağdaşlaşma ve yükselme hedefleri tek başına doğru bir anlam ifade etmiyor. İyi mühendisler, çalışkan insanlar yetiştirebiliriz ancak bu Andımızın 1926 yılında basılan Türkiye Tarihi kitabındaki fikirleri satmak için yazıldığını değiştirmez.
Bu nedenle akılcı birinin 1930’ların dünyasında yazılmış bu metni kabul etmesi mümkün değildir. Şu an farklılıkları yücelten, farklı bakış açılarından değer üreten daha entegre bir dünya var.
Ve Türkiye’nin bir an önce patentleriyle olsun ürünleriyle olsun yüksek teknoloji ihraç edebilen bir ülke haline gelmesi gerekiyor. Bunun da başlıca yolu ifade ve ifade etmeme hürriyetine sahip, özgürlükçü, sorgulayan, benlik saygısı ve özgüveni yüksek gençler yetiştirmektir.
Ayrıca toplumsal olarak şu an ihtiyacımız olan akılcı yaklaşım küçüklerimizi şiddetten ve tecavüzcülerin kirli ellerinden koruyacak, aile içi şiddeti engelleyecek yasal düzenlemeler yapmaktır.
Ancak bunlar yapıldığında insanlar yurdunu, milletini özünden daha çok sevecek, yurt dışına gitmek durumunda kalmayacaktır.
Unutmayın sistem vatandaşını koruyorsa vatandaş sisteme sahip çıkar…
Öyle de olmalıdır!