Filozofların kentleri / Kentlerin felsefeleri
Bir filozof için kent; sokaklarından, evlerinden, duvarlarından, dükkânlarından, yollarından daha fazla bir şeydir (yani daha fazla beton, daha az “kent”; betona duyulan tiksinç açlık, “kent”e duyulan daha az tutku demektir) – Dahası kent, felsefeleri daha ilk günkü tutkularıyla gelecek çağlara aktaran, taşa-toprağa bürünmüş gür bir ses gibidir.
Hamza Celâleddin/[email protected]
Felsefenin doğuşuna tanıklık eden Miletos’tan, Efes’ten, Atina’dan – bugünün felsefesine olanca konukseverliğiyle toprağını bağışlayan Paris’e, Viyana’ya, Frankfurt’a değin; kent, felsefe ile dolaysız bir varlık ilişkisi içerisinde görünür. Thales’in Miletos’u ya da Miletos’un Thales’i, Herakleitos’un Efes’i ya da Efes’in Herakleitos’u, Platon’un Atina’sı ya da Atina’nın Platon’u, David Hume’un Edinburgh’u ya da Edinburgh’un David Hume’u, Immanuel Kant’ın Königsberg’i ya da Königsberg’in Immanuel Kant’ı, Søren Kierkegaard’nun Kopenhag’ı ya da Kopenhag’ın Søren Kierkegaard’su, Jean-Paul Sartre’ın Paris’i ya da Paris’in Jean-Paul Sartre’ı (…) – karşılıklı olarak birbirlerini vâr ederler. Bir filozof için kent; sokaklarından, evlerinden, duvarlarından, dükkânlarından, yollarından daha fazla bir şeydir (yani daha fazla beton, daha az “kent”; betona duyulan tiksinç açlık, “kent”e duyulan daha az tutku demektir) – Dahası kent, felsefeleri daha ilk günkü tutkularıyla gelecek çağlara aktaran, taşa-toprağa bürünmüş gür bir ses gibidir. Zaten filozof dediğimiz de, “kentlerin sesini işitme yeteneğine sahip bir kimse”den başkası değildir. Öyleyse lütfediniz: birkaç kentte ve birkaç filozofun yamacında tarihsel bir gezintiye çıkalım…
İlkin, −klâsik tarihyazımda− felsefenin doğduğu topraklar olan Miletos’a uğramak gerekir. İyonya’nın on iki kentinden birisi olan Miletos; Thales’in, Anaximandros’un ve Anaximenes’in kentidir. Bir yerleşim yeri olarak çok daha uzun bir tarihsel serüveni olsa da, (şimdilik bizim alâkamızı cezbettiği halde) M.Ö. altıncı-beşinci yüzyıllarda −insansoyunun tazecik uğraşları− felsefenin, bilimin ve sanatın merkezi hâline gelen Miletos, ilk filozoflar olarak andığımız doğa filozoflarının üçünü kendi toprağından yeşertmiştir. Felsefe için bir tetik olan “Arkhe nedir?” ilk kez Miletos sokaklarında yankılanır. Gerçi örneğin Thales, o zamanlar pek alaya alınır bu uğraşlardan dolayı: Hikâyeye göre bir gün, gökyüzüne bakarak yürürken önündeki çukuru göremeyip düşen Thales “henüz burnunun ucunu göremeyen birisi” olarak müstehzi gülüşmelere maruz kalır. Lâkin Miletos’taki o çukura tek başına düşen Thales, yanında yüzlerce filozofla yeniden sokağa çıkacaktır.
Miletos ile başlayan serüven, bir başka İyonya kenti olan Efes ile devam eder. Efes, belki de felsefe tarihinin ilk “uzun soluklu” felsefesini ortaya koyacak olan Herakleitos’un kentidir. O zamanların politik kargaşasından ve insanlardan bunalan Herakleitos’un yaşamı (ki bu yaşama dair pek az şey biliyoruz), yalnız başına ve bir dağ başında son bulacaktır. Lâkin onun felsefesi Efes’in topraklarına öylesi işlemiştir ki bin yıllar onun felsefesinin izini sürecektir. Efesli Herakleitos’un bu yalnız ve dramatik ölümünden yarım asır sonra ise, Platon dünyaya gelir: Kent, “Athena’nın Kenti” Atina’dır. Bugün hâlen aynı iştahla dipnot düştüğümüz ve yana yakıla felsefesinin izini sürdüğümüz Platon’un sesi, tüm Atina sokaklarını dolaşmış gibidir adeta. Geniş agoralar ve tiyatrolarda; felsefenin, politikanın, hukukun temel prensiplerinin büyük tartışmalar ve geniş uzlaşılar sonucunda atıldığı kent, Atina; ayrıca, bugünün üniversitelerinin ilki olan Akademia’ya da ev sahipliği yapmıştır. Oldukça kritiktir bu –belki de menfî anlamda kritik−: Kentlerin sokaklarında can bulan felsefe, ilk kez Platon tarafından kurumsallaştırılmış, okullaştırılmış, mekâna hapsedilmiştir. Ve bundan sonra felsefenin sokağa çıkarılması epey zor olacaktır…
−Tuhaf bir sıçrama ile−; Edinburgh’tayız. David Hume’un kenti Edinburgh. Tuhaf bir tınısı vardır buranın: Mimarîsi ile dikkat çeken kentin pek fazla filozofa ev sahipliği yaptığı söylenemez: lâkin modern dönem ile postmodern dönem arasındaki köprü olan David Hume’a yaptığı ev sahipliği, şüphesiz ki pek kıymetlidir. David Hume’un “dogmatik uykusundan uyandırdığı” Immanuel Kant ise, Königsberg kentinin (bugün artık orası Kaliningrad’dır) ayrılmaz bir parçasıdır. Aydınlanma Çağı’nın uyandırıcısı, sürükleyicisi ve gelecek çağa fırlatıcısı olan Immanuel Kant, yaşamı boyunca – yani neredeyse seksen sene (o zamanlar Doğu Prusya’nın bir parçası olan) Königsberg’den hiç ayrılmamıştır. –Ezelî ve ebedî muhalifi Nietzsche’nin deyişi ile− “Königsbergli Çinli”nin kente dair hâfızasının birçoğu Pregel Nehri’nin (“Königsberg’in Yedi Köprüsü” problemiyle de tanınacaktır) etrafında şekillenir. Nehrin kenarında yaptığı yürüyüşler (tabii hizmetkârı Lampe de elinde şemsiye ile onun peşinden gelir) onun gününün en değerli parçasıdır. Belki de Königsberg tarihi boyunca (ki çok uzun bir tarihsel serüveni yoktur bu kentin) nehir şeridini Immanuel Kant’tan daha fazla adımlayan yoktur.
Bir sonraki durağımız; Danimarka, Kopenhag. 19'uncu yüzyılın hemen başlarında Søren Kierkegaard’nun bu kentle kurduğu “melânkolik” ilişki, belki de hâlen toprağın hâfızasında tazeliğini korur. Ailesine mensup bireyleri peş peşe yitiren ve bunları “Tanrı’nın lâneti” sayan Kierkegaard, 1840 senesinde nişanlanıp onu izleyen sene ayrıldığı Regine Olsen’in bir başkasıyla nişanlandığını işitince, Kopenhag’da gezinen bir gizeme/bir ruha dönüşmüştür adeta. Kopenhag sokaklarında yürüyerek toprağa karışan, kaybolan gizem, şu son sözlerin de dillendiricisidir: “Süpürün beni!” Ve Kierkegaard’nun Kopenhag’da bir gizeme dönüştüğü bu yıllarda, Arthur Schopenhauer son durağına çoktan gelmiştir bile − Yani Frankfurt’a. Yaşamının son yirmi yedi yılını geçireceği ve “Sağlıklı bir atmosfer, güzel bir yöre” diye bahsedeceği bu kent ve Main Nehri’ne bakan 16 numaralı (yoksa 17 miydi?) daire, Arthur Schopenhauer’un huzur ve sükûnet içindeki ölümüne de ev sahipliği yapacaktır. Arthur Schopenhauer Frankfurt’ta huzur içinde ölürken, zihinsel mirasyedisi genç Friedrich Nietzsche, henüz kent kent gezmeye başlamamıştır. Onun kentlerle kurduğu ilişki çok başkadır: O, sokaklarını adımladığı her kentte biraz iz bırakmış ve hiçbirisinde kalıcı, hiçbirisine ait olamamıştır; Torino, Nice, Rapallo, Cenova, Bonn, Naumburg, Basel ve diğerleri... Lâkin onda kalıcı bir iz (ve belki hasar) bırakan kent Torino’ydu: 1889 3 Ocak’ındaki büyük zihinsel çöküşe bu kent ev sahipliği yapmıştı. Ve son on bir senesini “hasta” halde geçiren Friedrich Nietzsche için, son durak Weimar’dı.
Friedrich Nietzsche’nin ölümünden birkaç sene sonra, 1903 Ekim’inde, Otto Weininger (kendisi tehlikeli fikirlerinden ve genç ölümünden ötürü hak ettiği alâkayı hiçbir zaman görememiştir, Adolf Hitler’in alâkasını felsefî bir alâka olarak kabul etmeyeceksek eğer) Viyana’da, “müziğin filozofu” Ludwig van Beethoven’ın öldüğü evde göğsüne ateş ederek yaşama veda etti – özenilesi bir içtenlikle. Viyana kenti için oldukça onur vericiydi bu: Ludwig Wittgenstein’ın, Karl Popper’ın, Sigmund Freud’un kenti Viyana, Otto Weininger’in bu “nefret edilecek kadar asil” ölümüyle topraklarını varsıl kılmıştı adeta. Ve elbette Paris, sanırım bu kısa gezinti için gayet yakışır bir son uğrak: Jean-Paul Sartre, Gilles Deleuze, Simone de Beauvoir, Michel Foucault (ve pekâlâ pop-metayı da kutsamayı ihmâl etmeyerek; Jacques Lacan −?−) gibi birçok filozofa ve güncel felsefeye toprağını açmış olan Paris, yirminci yüzyılın (tartışma götürür şekilde) entelektüel başkentiydi –ve belki bugün hâlen öyle−. Bilhassa Jean-Paul Sartre ve Michel Foucault öncülüğündeki birçok felsefî eylemin gürültüsü, bu kentin sokaklarında yankılandı. Gilles Deleueze, Paris’teki evinin penceresinden aşağıya atladı. Michel Foucault ile Jacques Derrida, Louis Althusser ile Jacques Lacan arasındaki kavgalar Paris’te alev aldı. Ve son olarak: (bilmem alâkanızı cezbetti mi ama) Hemen bütün felsefî uğraklarda bir su kaynağı bulduğumuz gibi, Paris’in su kaynağı da Seine Nehri… Ve Seine Nehri boyunca, son bir gezinti…
Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,
Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.