Status quo pro ante*
Mustafa Kemal yeni bir status quo yaratmıştı. Tayyip Erdoğan ise status quo pro ante’ye dönmek istiyor. Kendinden öncekine, ya da ondan bir öncekine değil. Hatta 1. Cumhuriyetin ikinci evresine bile değil. 1. Cumhuriyetin birinci evresindeki status quo’ya dönmek istiyor. Ve tarihin ironisine bakın ki, bu en bağnaz Kemalistlerin istedikleri şeyle bire bir örtüşüyor.
Bülent Somay
Muhtemelen 10 Kasım dolayısıyla yazılmış iki yazı okudum dün ve bugün (10-11 Kasım 2018). Birbirlerine pek de yakın olmayan iki yazardan ve yayından: Biri Taner Akçam’ın Birikim’deki ‘Erdoğan’ın İkinci Cumhuriyet’i ve Atatürk’ün Birinci Cumhuriyet’i: Kuvvetler Birliği, Suriye Politikaları ve Tarihle Yüzleşme’ yazısı; diğeri ise Fatih Yaşlı’nın Birgün’deki ‘Atatürk’le Aldatmak’ yazısı.
İkisi de can-ı gönülden altına imzamı atabileceğim yazılar değil, ama vardıkları sonuçlar açısından ciddi itirazlarım yok. Akçam yazısını şöyle bitiriyor: ‘Özetle, M. Kemal’i savunarak, tercih ederek Erdoğan rejimine karşı çıkılamaz. Demokratik bir Türkiye ancak ve ancak hem tarihindeki hem de bugünkü Tek Adam rejimlerini eleştirerek kurulabilir.’ Yaşlı’nın finali ise şöyle: ‘Bu gerçekler görülmeden, o reklam filmleriyle kendini kandırmaktan vazgeçmeden, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i nostaljik ve romantik değil, politik bir bilinçle kavramadan, yeni bir cumhuriyet kurmanın politik bir mücadele olduğunu bilmeden tek bir adım bile atılamaz.’
Farklı yollardan gelerek benzer bir yere varıyorlar, ki bu sonuca benim de itiraz etmem mümkün değil. Yaşlı, Kemalizme (o ‘Atatürkçülük’ diyor) karşı daha anlayışlı, belli ki Kemalistlerin en azından bir kısmını ittifak unsuru olarak görüyor. Akçam ise (benim de dahil olduğum) Kemalizmi eleştiren gelenekten geliyor. Yaşlı’nın kapanış paragrafını, özellikle ‘Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i nostaljik ve romantik değil, politik bir bilinçle kavramadan’ ibaresini ‘kavramadan ve eleştirmeden’ diye okursak (ki eleştirmeden kavramak mümkün olmadığına göre pekala da yapabiliriz bunu), varılan yerler çok farklı olmayacaktır. İkisi de (gene farklı yollardan giderek) bugün vardığımız yerin ‘kuruluş’ evresindeki ‘Cumhuriyet’ olmadığını söylüyor. Yaşlı’ya göre, ‘Cumhuriyet yıkıldı, rejim değiştirildi ve inşa edilen rejimle Cumhuriyet’in ve kurucu felsefesinin uzaktan yakından alakası yok.’ Akçam ise zaten daha baştan bugünkü rejimi ‘İkinci Cumhuriyet’ diye adlandırıyor.
Aralarındaki temel (ve bence çok önemli) fark ise, Yaşlı’nın hâlihazırdaki durumu Cumhuriyet’in temellerine, özsel varlığına yapılmış bir ihanet sonucu olarak değerlendirmesi, Akçam’ın ise Birinci ve İkinci Cumhuriyetler arasında yapısal bir fark görmemesi, ikisini de birer tek adam rejimi olarak değerlendirmesi, ki bu konuda da Akçam’a daha yakın durduğumu belirteyim. Ancak belki de Yaşlı’dan ziyade Akçam’a birkaç eleştiri yönelterek varolan durumu, yani status quo’yu daha iyi kavramamıza yardımcı olmayı deneyebilirim.
Bence varolan durum, 2016 referandumu ve 2018 seçimleri arasındaki iki yılda oluşturulan ve istihkam edilen rejim, Akçam’ın önerdiği gibi ‘İkinci Cumhuriyet’ değil, ‘Dördüncü Cumhuriyet’tir.
Hüküm sürmekte olanın kaçıncı ‘rejim’ (Krallık, İmparatorluk, Cumhuriyet) olduğuna karar vermek için, o rejimin kurucu belgesine bakmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında da, bir ya da iki değil tam dört kurucu belgeden bahsetmek mümkün: 1924, 1961, 1982 ve 2016 Anayasaları. 2016 yeni bir Anayasa değil, bir değişiklikler paketi gerçi, ama rejimin temel yapısını değiştirdiği için bir kurucu belge olarak değerlendirilmesinde sakınca yok bence. Bu hesapla, 37 yıl süren bir Birinci Cumhuriyetimiz, 21 yıl süren bir İkinci Cumhuriyetimiz, 36 yıl süren bir Üçüncü Cumhuriyetimiz, ve taze, iki yıllık bir Dördüncü Cumhuriyetimiz var.
Fransa’nın da böyle ‘çok cumhuriyetli’ bir tarihi var, ancak onlar 226 yılda beş Cumhuriyet kurarken, biz 94 yıla dört Cumhuriyet sığdırmayı başarmışız. Gerçi haksızlık etmeyeyim, Fransa’nın farklı Cumhuriyet dönemleri arasına serpiştirilmiş çeşitli Krallık, İmparatorluk ve işgal rejimleri olduğu için, bu 226 yılın sadece 157’si Cumhuriyet rejimi altında geçiyor.**
İşte biz 1990'lı yılları ‘Birinci mi, ikinci mi?’ tartışmalarıyla harcarken, aradan sıyrılanlar dördüncüsünü kurdular bile. Baştan belirteyim, bunu espri olsun diye, ya da varolan durumdaki bir akıldışılığın altını çizmek için söylemiyorum. Türkiye gerçekten de Dördüncü Cumhuriyetini yaşıyor. Bunu ne kadar çabuk kabullenirsek, ‘Bundan sonra ne olacak?’ sorusuna da o kadar kolay cevap veririz. İsterseniz bu dört cumhuriyetin kısa tarihçesine bakalım ve bundan ne gibi dersler çıkarabileceğimizi görelim:
Birinci Cumhuriyet, Birinci Evre (1924-1938): Bu evre, Taner Akçam’ın da söylediği gibi, açık bir ‘Tek Adam Rejimi’ olarak kuruldu ve sürdürüldü. İlk yıllarında açılıp kapanan partiler, Takrir-i Sükun Kanunu gibi tedbirlerle açık şiddete dayalı bir yapısı olduğu gibi, son yıllarında da (belki çaresizlikten, belki de ekonomik ve siyasi açılardan görece bir rahatlama geldiği için) giderek yaygınlaşan, ama asla toplumun tümüne yayılmayan bir mutabakatla sürdü.
Birinci Cumhuriyet, İkinci Evre (1938-1961): Bu 23 yıl, Tek Adam’a göre tasarlanmış bir yapının önce bir oligarşiye, sonra da ‘çok partili’ rejime intibak ettirilmesi çabalarıyla geçti ve büyük ölçüde başarısız oldu. Tepedeki kişi(ler) o kadar denetimsiz ve o kadar ‘aşırı yetkili’ idi ki, toplumdaki diğer politik aktörler giderek yok hükmünde kaldılar. O tek kişi ‘Gazi Mustafa Kemal’ iken güç bela sağlanabilen zoraki mutabakat, giderek sağlanamaz oldu, iktidardan dışlanan politik aktörler çareyi askeri darbede buldular.
İkinci Cumhuriyet (1961-1982): 1961 Anayasası seçimle gelen iktidarın üzerine meritokratik (‘liyakat sahipleri’ yönetimi) bir denetim mekanizması yerleştirmeye çalıştı. Bu meritokratik yapı öncelikle yargı oligarşisinden, ama bunların fiziksel/şiddet temelli bir gücü olmadığı için, onlarla tandem çalışan askeri oligarşiden oluşuyordu. Yargı oligarşisi ‘çağdaş, aydın görüşlü’ (yani ‘liyakat sahibi’) kişilerden oluştuğu sürece sorun yok gibi görünüyordu. Ancak iktidar kaçınılmaz olarak ahlak bozduğu için bu hukukçu/asker işbirliğinin sonu çabuk geldi, yeni bir darbe kaçınılmaz oldu.
Üçüncü Cumhuriyet, Birinci Evre (1982-2002): 1982 Anayasası uzun, hantal ve yamalı bohça benzeri bir belgeydi. İç tutarlılığı yoktu, olan kadarı da bu ilk 20 yılda yapılan sayısız değişiklikle imha edildi. ‘Kurucu’ ataların (Evren ve hempaları) dahiyane bir modelmiş gibi tasarladığı, kendilerine bağlı iki partili sistem daha ilk seçimde çökünce, ‘kafana göre takıl’ felsefesi egemen oldu. Bu kaostan anlamlı bir politik önder çıkamadı (Özal, Çiller, Yılmaz, hatta bütün kıymetine ve iyi niyetine rağmen Erdal İnönü’ye bakın), en nihayet hayatının (ve zihinsel melekelerinin) kışını yaşayan bir Ecevit’e umut bağlandı, sonu hüsran oldu.
Üçüncü Cumhuriyet, İkinci Evre (2002-2016): Aralıksız AKP iktidarı. 1924 belgesiyle iktidar yapısının dışında bırakılan, ancak dolaylı yollardan, karmaşık ittifak zorunluluklarıyla (DP, AP, ANAP) iktidara dokunabilen toplumsal kesim, Özal döneminde kazandığı ekonomik gücü de arkasına alarak iktidarı ele geçirdi. 14 yıl boyunca da bu iktidarı kurumsallaştıracak hukuki değişikliği yapabilmek için ittifaklar kurdu, ittifaklar bozdu, eski kardeşlerini/müttefiklerini harcadı, harcadıklarına iade-i itibar etti ve sonunda 2016’da yaptığı Anayasa değişikliğini 2018 seçimiyle perçinledi, Dördüncü Cumhuriyet kuruldu.
Burada Taner Akçam’la anlaşıyoruz: 4. Cumhuriyet, 1. Cumhuriyet’e bir geri dönüş gayretidir. Birinci Cumhuriyet Tek Adam rejimini bir ‘İstisnai Durum’ temelinde oluşturmuştu. AKP ve Tayyip Erdoğan ise Dördüncüsünü ilan edebilmek için aynı (ya da benzer bir) istisnai durumu yaratmaya çabaladılar, 2012’den başlayarak bu yolda ellerinden geleni yaptılar, sonunda 2016’da ‘Allah’ın bir lütfu’ sonucu bu fırsatı ele geçirdiler. Geçirdikleri anda da AKP gereksiz hale geldi, politik sistem içinde bir safraya dönüştü, Tek Adam rejiminin kurumlaşması yoluna girildi.
1924’te durum gerçekten de ‘istisnai’ idi, amenna. Kuşkusuz her istisnai durumun bir Tek Adam rejimi gerektireceği tartışmasız, taşa yazılmış bir kural değildir. Ancak 1. Cumhuriyet, ‘istisnai durum’ iddiasında haksız değildi en azından: Çok uluslu imparatorluktan ulus-devlete geçmek, kapitalizmin küresel düzen olduğu bir dünyada, kapitalist olamasa da uluslararası kapitalizme uyumlu bir ekonomik yapı kurmak, ne anlama geldiğini tam olarak bilmeden de olsa ‘modernize olmak’, gerçekten de bir istisnai durum yaratır. Bu istisnai durumun zorunlu politik ifadesi ille de bir Tek Adam rejimi olmalı mıdır, bunu yıllardır tartışıyoruz zaten. Benim kanaatim böyle bir şart olmadığı, ama ‘millet için en iyisini bildiğine’ inanan kişinin bu şartmış gibi davranmakta beis görmediğidir. Ayrıca her Tek Adam rejimi toplumun bir yarısını baskı altında tutmak, politik azınlıkları ya susturmak ya da imha etmek zorundadır. Ulus devlet kuruluşunun etnik azınlıkları imha etme/sürme zorunluluğunu da buna eklerseniz, 1. Cumhuriyet’in nasıl bir politik kültür mirası bırakmış olduğu kendiliğinden belli olur.
Araya giren 2. ve 3. Cumhuriyet dönemlerinin de bu mirası daha ‘demokratik’ ya da daha ‘özgürlükçü’ yaptığını iddia eden kimsenin çıkacağını sanmıyorum.
Kısacası, 1. ve 4. Cumhuriyet dediğim dönemler, birer Tek Adam rejimi olmaları bakımından birbirlerine benzeseler de, aralarındaki farkları görmek, geleceği hayal edebilmek açısından çok önemli. Ortak yanlarından biri kuşkusuz, otokratların toplumun ancak yarısı civarında bir desteğe sahip olması. Ancak 1. ve 4. arasında bu yarı radikal bir biçimde değişiyor, örtüşen küçük bir oportünistler grubu ve her devrin adamları dışında, neredeyse tamamen farklılaşıyor. 1. Cumhuriyetin kitle tabanı askerler, bürokratlar, ulema dışında kalan eğitim görmüşler, yükselen ya da yükselmek isteyen küçük ve orta boy burjuvalardı; modernleşmek isteyenler, Avrupa’ya bakıp gördükleri meta yığınını ve hayat tarzını arzulayanlardı. Reaya ve esnaf, modernizasyona direnen, olduğu gibi kalmak isteyen ‘mütedeyyin’ yarı ise sessizdi, evine çekilmiş, politik hayattan dışlanmıştı. 4. Cumhuriyetin kitle tabanı ise 1. Cumhuriyet döneminde dışlananların torunları oldu. Bunların bir kısmı 1980'lerde ve 1990'larda ekonomik güç kazanmıştı, daha büyük kısmı ise yarı-modernleşmişti, ‘Batı’nın metalarını arzulayıp kültüründen nefret etmeyi öğrenmişti. Geçmişte kendisini aşağılayan, hor gören, bastıran kalabalığa karşı da kin, nefret ve intikam duygularıyla doluydu. Bu defa bastırılan, geçmiş dönemin ‘modernize’ olmuş büyük azınlığı oldu; zamanla onlara Kürtler (en azından çoğunluğu) de katılmak zorunda kalacaktı.
Bu farkı şunun için özellikle vurguladım: Hiçbir otokrat, kendi kitlesini oluşturamaz, yaratamaz, şekillendiremez. Tam tersine büyük bir hızla kendi kitle tabanına, temsil ettiklerine benzer, onlara dönüşür. Bu nedenle Mustafa Kemal ile Tayyip Erdoğan birbirlerine benzemiyorlar, sadece yapısal olarak işgal ettikleri konum aynı. Daha önce belirttiğim farkı, yani Mustafa Kemal otokrasisinin gerçek bir ‘istisnai durum’dan, Tayyip Erdoğan otokrasisinin ise kurgulanmış, aranıp bulunmuş bir ‘istisnai durum’dan kaynaklandığını da düşünecek olursak, iki Cumhuriyet arasındaki temel iki benzemezliği de ortaya koymuş oluruz.
Mustafa Kemal yeni bir status quo yaratmıştı. Tayyip Erdoğan ise status quo pro ante’ye dönmek istiyor. Kendinden öncekine, ya da ondan bir öncekine değil. Hatta 1. Cumhuriyetin ikinci evresine bile değil. 1. Cumhuriyetin birinci evresindeki status quo’ya dönmek istiyor. Ve tarihin ironisine bakın ki, bu en bağnaz Kemalistlerin istedikleri şeyle bire bir örtüşüyor. Üstelik Tayyip Erdoğan bu geri dönüşü kitle tabanını neredeyse tamamen sabit tutarak yapmak niyetinde de değil. Tersine, eski (en eski) rejimin sadık savunucularından bir kısmını da yanına alarak, tabii ki kendisine biat ettirerek yapmak istiyor. Bu proje başarılı olursa (ki kanaatimce bu şansı çok az), 1. Cumhuriyetin ‘Batının teknolojisini ve metalarını alalım, ama kültürümüz ve ananelerimiz değişmesin’ fikrini de yeniden gündeme getirmiş olacak, bu imkansız arzuyu bir kere daha gerçekleştirmeye çalışacak. 1. Cumhuriyet ve onu izleyen 2. ve 3. Cumhuriyetler, bu fikri uygulamaya koymayı becerememiş, ne teknolojiyi tam olarak alabilmiş, ne de kültürü koruyabilmişlerdi. Tayyip Erdoğan bunu başaran ilk lider olmayı hedefliyor işte. Başarı şansı ise sıfıra yakın.
Bu eleştiriler dışında, Taner Akçam haklı. Fatih Yaşlı da çok uzak değil haklı olmaya. Yaşlı status quo pro ante’ye dönüşten değil, ‘yeni bir Cumhuriyet kurmaktan’ söz ediyor, Akçam ise iki Tek Adam rejimini de eleştirerek bulunacak yeni bir yoldan. Aklın ve eleştirel düşüncenin bugünkü kadar kökten imha edilmemiş olduğu bir dünyada, farkları sabit kalarak uzlaşmamaları için bir neden olmazdı. Ancak maalesef o dünyada yaşamıyoruz. En azından onları ‘savunan’ birileri, o ‘yeni Cumhuriyeti’ kurma çabasına girmektense birbirlerine hakaret etmeyi tercih edecekler. Oysa yol belli: Status quo korunamaz, status quo pro ante’ye de dönülemez. Üçüncü bir yol bulmak gerek; ikisini de eleştiren, benzerliklerini ve farklarını da görerek ikisinin oluşturduğu düzlemi ve düzeyi aşmayı/dönüştürmeyi hedefleyen bir yol.
Belki o zaman Fransa’nın elli yıl önce bulduğu çözüme benzemeyen bir çözüm bulunabilir: Fransa’nın yarı-otokratik 5. Cumhuriyetinin kurucu babası De Gaulle’dü. 1958 referandumundan sonraki ilk Cumhurbaşkanı da o oldu. 1965 seçimlerinde ikinci kez Cumhurbaşkanı olduğunda kendisinden o kadar emindi ki, yönetim sistemini biraz daha merkezileştirme hedefli bir anayasa tasarısını referanduma götürdü. 1969 referandumunda hezimete uğradı, ikinci dönemini tamamlamadan istifa etti, çekip gitti. Fransızlar maalesef yeni (Altıncı!) bir Cumhuriyet kurmaktansa elde olanla idare etmeye çalıştılar; elli yıl sonra geldikleri yer ise belli: Bir yanlarında Marine Le Pen ve faşistleri, öteki yanlarında ise Macron ve onun belirsiz, kafası karışık ‘Tek Adam’ bile olamayan rejimi. Status quo çöktüğünde kaderimiz Fransa gibi olmasın istiyorsak, sonrasını şimdiden düşünmeye başlamamız gerek; gideni ve gelmekte olanı anlamaya çalışarak.
**Fransa ‘Cumhuriyetlerinin’ kronolojisi, karşılaştırma açısından faydalı olabilir:
1792-1804 = 12 (Birinci Cumhuriyet)
1804-1815 = 11 (Birinci İmparatorluk)
1815-1848 = 33 (Restorasyon-Krallık)
1848-1851 = 3 (İkinci Cumhuriyet)
1851-1870 = 19 (İkinci İmparatorluk)
1870-1940 = 70 (Üçüncü Cumhuriyet)
1940-1946 = 6 (Alman İşgali)
1946-1958 = 12 (Dördüncü Cumhuriyet)
1958- = 60 (Beşinci Cumhuriyet)
*Bu yazı ilk olarak bulentsomay.com'da yayınlanmıştır.