Akçam, Somay ve liberallerin 'status quo pro ante'si
Somay ve Akçam’ın yaklaşımı a) karşı devrim ve devrim olgusunu eşitleyerek devrim fikrini değersizleştirdiği için, b) Erdoğan ve Atatürk aynılaştırmasıyla gerçekleşmekte olan karşı devrime yönelik karşı duruş potansiyellerini paralize etme sonucuna hizmet ettiği için, c: uluslararası kapitalizmi ve sermaye sınıfını masumlaştırdıkları için ve d: Kemalizm’i eleştirmek adına aslında burjuva devrimi ve cumhuriyetini kutsal bir mevkiye yerleştirdikleri için eleştiriyi fazlasıyla hak etmektedir.
Mahmut Üstün
Bu yazının yazılış vesilesi bir sosyal medya diyaloğudur. Sevgili Orhan Gazi Ertekin, Bülent Somay’ın geçtiğimiz günlerde Gazete Duvar’da yayınlanan “Status quo pro ante” başlıklı yazısını sosyal medya hesabında eklediği bir notla birlikte paylaştı. Ertekin notunda yazıya ilişkin birkaç kayıt koymakta ve/fakat notunu “Aşağıdaki güzel yazı, Taner Akçam ve Fatih Yaşlı’nın yazıları ile birlikte okunmalı…” diye sonlandırmaktaydı. Yaşlı ve Akçam’ın yazısı 10 Kasım vesilesiyle kaleme alınmış Atatürk ve Atatürkçülüğün bugünkü hali ve anlamına yönelik değerlendirmelerdi. Yaşlı’nın yazısını zaten okumuştum. Somay’ın yazısını da okudum. Değerlendirmelerimi yazdım. Ertekin de “senden bu konuda yazı bekliyoruz” diyerek beni böyle bir yükümlülüğe motive etti. Vazife sayarız…
Somay’ın yazısı bir polemik için çok elverişli veriler sunar nitelikte. Yazısının temel ekseni Cumhuriyetin ilk yılları ile bugün arasındaki belli benzerliklerden hareketle "Atatürk ve Erdoğan’ın son dönemi arasında eşdeğerlik/aynılık" olduğu iddiası üzerine oturmakta. Dolayısıyla yazı Erdoğan'ın aşılması ile Atatürk'ün aşılmasının -eğer biçimsel değil niteliksel bir aşma olacaksa bu- aynı anlamı içeren bir süreç olmak durumunda olduğu sonucuna ulaşmakta… Somay yazısının içinde Atatürk'ün yeni bir statükonun kurucusu Erdoğan'ın ise eski statükoya dönüş heveslisi olduğu ve bu nedenle Erdoğan'ın amacının Atatürk'ün amacından irrasyonel olmak gibi bir farka sahip olduğunu vurgulasa da, yazar için belli ki bu fark bir detay olarak görülmekte, Atatürk ve Erdoğan arasında özsel benzerlik kurulmasına mani olmamaktadır. Peki Somay’a göre özsel benzerlik nedir? İkisinin de "tek adam rejimi" olması...
Somay’ın bütün yazısı boyunca sınıfları, programları değil, tarihselliği hiç değil, kurum ve kişilerin tercihlerini merkeze koyan bir yöntemsel yaklaşım içinde olduğu net biçimde görülmekte… Somay, Atatürk’ün “tek adam”lığını yeni bir statüko kuruculuğu çerçevesinde kabul edilebilir değilse de anlaşılabilir buluyor, bunun gerçekçi bir zemini olduğunu düşünüyor. Fakat Erdoğan’ın statükoyu Atatürk dönemine yeniden dönerek tesis etme çabasını (status quo pro ante) reel zeminden yoksun ve başarı şansı “sıfır” bir çaba olarak nitelendiriyor. Yani yazısında yer yer farklı tarihselliklerin önem ve anlamına işaret etmesine karşın, yazısının bütünü tam aksine tarihsellik unsurunun yok sayılması ya da en azından önemsizleştirilmesi üzerine oturuyor. Somay, adeta “olsun bana ne, ikisi de sonuçta tek adam rejimi değil mi?” noktasına sabitlenmiş durumda. Yine örneğin Atatürk döneminin eleştiriye açık yanlarına rağmen tüm temel politikalarıyla monarşi ve meşruti monarşiden meclis sistemine, tebaadan yurttaşa, kadın erkek eşitliğine, feodal yapıdan kapitalist ilişkilere, dinsel temelli eğitimden bilimsel eğitime vb. bir makas değişimi olması ve/fakat Erdoğan’ın ise bu süreçleri tersine çeviren bir yönelime sahip olması da öyle anlaşılmaktadır ki Somay için kayda değer bir farklılık oluşturmuyor. Eni sonu önemli olan yine ikisinin de tek adam rejimi olmasıdır Somay’a göre. Hatta ve ötesi yazar, Erdoğan’ın şu an “tek adam”lık açısından Atatürk’e göre daha "hafif" kaldığını ve/fakat yeni bir Atatürk olma gayreti/hayali peşinde olduğunu söylüyor.
Somay yazısında, Akçam’la kaçıncı cumhuriyete girmek üzere olduğumuza yönelik bir tartışma/polemik yürütüyor. Akçam, 2. Cumhuriyet’e girmekte olduğumuzu iddia ederken Somay’a göre girilmekte olunan 4. Cumhuriyettir. Doğrusu liberallerin pek meraklı oldukları Fransa tarihinden esinli bu “numaralı cumhuriyet” tartışmasını Türkiye tarihine uyarlanma çabası bize “bilimsel” bakımdan hiç ilgi çekici değerde gelmemektedir. Ama siyaseten bir anlamı olduğu kesindir. Tam bu noktada izninize ve sabrınıza sığınarak konuyla ilgili eleştirel kayıtlarımızın daha net algılanabilmesi için Somay’ın yazısının ilgili bölümünden uzun bir alıntı yapmak zorundayım.
Somay’a göre; “Birinci Cumhuriyet, Birinci Evre (1924-1938): Bu evre, Taner Akçam’ın da söylediği gibi, açık bir ‘Tek Adam Rejimi’ olarak kuruldu ve sürdürüldü. İlk yıllarında açılıp kapanan partiler, Takrir-i Sükun Kanunu gibi tedbirlerle açık şiddete dayalı bir yapısı olduğu gibi, son yıllarında da (belki çaresizlikten, belki de ekonomik ve siyasi açılardan görece bir rahatlama geldiği için) giderek yaygınlaşan, ama asla toplumun tümüne yayılmayan bir mutabakatla sürdü.
Birinci Cumhuriyet, İkinci Evre (1938-1961): Bu 23 yıl, Tek Adam’a göre tasarlanmış bir yapının önce bir oligarşiye, sonra da ‘çok partili’ rejime intibak ettirilmesi çabalarıyla geçti ve büyük ölçüde başarısız oldu. Tepedeki kişi(ler) o kadar denetimsiz ve o kadar ‘aşırı yetkili’ idi ki, toplumdaki diğer politik aktörler giderek yok hükmünde kaldılar. O tek kişi ‘Gazi Mustafa Kemal’ iken güç bela sağlanabilen zoraki mutabakat, giderek sağlanamaz oldu, iktidardan dışlanan politik aktörler çareyi askeri darbede buldular.
İkinci Cumhuriyet (1961-1982): 1961 Anayasası seçimle gelen iktidarın üzerine meritokratik (‘liyakat sahipleri’ yönetimi) bir denetim mekanizması yerleştirmeye çalıştı. Bu meritokratik yapı öncelikle yargı oligarşisinden, ama bunların fiziksel/şiddet temelli bir gücü olmadığı için, onlarla tandem çalışan askeri oligarşiden oluşuyordu. Yargı oligarşisi ‘çağdaş, aydın görüşlü’ (yani ‘liyakat sahibi’) kişilerden oluştuğu sürece sorun yok gibi görünüyordu. Ancak iktidar kaçınılmaz olarak ahlak bozduğu için bu hukukçu/asker işbirliğinin sonu çabuk geldi, yeni bir darbe kaçınılmaz oldu.
Üçüncü Cumhuriyet, Birinci Evre (1982-2002): 1982 Anayasası uzun, hantal ve yamalı bohça benzeri bir belgeydi. İç tutarlılığı yoktu, olan kadarı da bu ilk 20 yılda yapılan sayısız değişiklikle imha edildi. ‘Kurucu’ ataların (Evren ve hempaları) dahiyane bir modelmiş gibi tasarladığı, kendilerine bağlı iki partili sistem daha ilk seçimde çökünce, ‘kafana göre takıl’ felsefesi egemen oldu. Bu kaostan anlamlı bir politik önder çıkamadı (Özal, Çiller, Yılmaz, hatta bütün kıymetine ve iyi niyetine rağmen Erdal İnönü’ye bakın), en nihayet hayatının (ve zihinsel melekelerinin) kışını yaşayan bir Ecevit’e umut bağlandı, sonu hüsran oldu.
Üçüncü Cumhuriyet, İkinci Evre (2002-2016): Aralıksız AKP iktidarı. 1924 belgesiyle iktidar yapısının dışında bırakılan, ancak dolaylı yollardan, karmaşık ittifak zorunluluklarıyla (DP, AP, ANAP) iktidara dokunabilen toplumsal kesim, Özal döneminde kazandığı ekonomik gücü de arkasına alarak iktidarı ele geçirdi. 14 yıl boyunca da bu iktidarı kurumsallaştıracak hukuki değişikliği yapabilmek için ittifaklar kurdu, ittifaklar bozdu, eski kardeşlerini/müttefiklerini harcadı, harcadıklarına iade-i itibar etti ve sonunda 2016’da yaptığı Anayasa değişikliğini 2018 seçimiyle perçinledi, Dördüncü Cumhuriyet kuruldu.
Burada Taner Akçam’la anlaşıyoruz: 4. Cumhuriyet, 1. Cumhuriyet’e bir geri dönüş gayretidir. Birinci Cumhuriyet Tek Adam rejimini bir ‘İstisnai Durum’ temelinde oluşturmuştu. AKP ve Tayyip Erdoğan ise Dördüncüsünü ilan edebilmek için aynı (ya da benzer bir) istisnai durumu yaratmaya çabaladılar, 2012’den başlayarak bu yolda ellerinden geleni yaptılar, sonunda 2016’da ‘Allah’ın bir lütfu’ sonucu bu fırsatı ele geçirdiler. Geçirdikleri anda da AKP gereksiz hale geldi, politik sistem içinde bir safraya dönüştü, Tek Adam rejiminin kurumlaşması yoluna girildi.”
Umarım okurlar liberal tarih yazımı ve analiz yönteminin en çıplak görünürlükte bir örneğini bize sunan bu uzun alıntıyı gerekli sabır ve dikkatle okumuşlardır. Bu analizde sınıflar keyfe keder rol almaktadır; tarihsellik çok zayıftır ve dış etmenler hiç kâle alınmamaktadır. Yazara göre bütün Türkiye tarihi tek adamlık/bürokratik oligarşi/ otoriterlik ve bu durumdan mustaripler arasında cereyan eden gizli/açık çatışmalar belirlenimli bir tarihtir. Sınıflar ise bu çatışmada aktif rol alan aktörler değil, bu ayrıma göre mevzilenen destek unsurlar olarak, yani silik ve kişiliksiz biçimde rol almaktadır. Cumhuriyet “karizmadan yoksun tek adamlar”, “ahlak ve fazilet kaybı yaşayan yargı/ordu”, “liderlik vasfına haiz kimse bulunamaması” gibi bireysel/kurumsal zaaflara bağlı olarak 1’ den 2’ ye oradan 3’e vd. geçmektedir. Bu arada kapitalist dünyada yaşanan birikim modeli değişmeleri, bu değişimin içeride zorunlu kıldığı yeni sınıfsal yönelim ve ittifaklar ile dışarıda zorunlu kıldığı entegrasyon biçim ve düzeyleri bahse bile konu değildir. Bu bir ihmalkarlık mıdır? Hayır, liberalliktir. Örnek olsun, Türkiye’de yaşanan askeri darbelerdeki büyük kapitalist devlet etkileri de liberallerce hep yok sayılır ya da önemsizleştirilir. Çünkü ileri kapitalist ülkeler liberallere göre bizim gibi ülkeler için sorun kaynağı olmak bir yana kurtarıcı demokratik rol modelleridir. Bir liberal için askeri darbeler merkez (tek adam rejimi ya da oligarşik bürokratik elit) ile cumhuriyetin ilk yıllarından beri dışlanan çevre arasındaki iktidar merkezli kavgadan ibarettir; ne eksik ne fazla…
1930’lar, 45’ler ve devamında 60, 70, 80 darbeleri dünyadaki yeni birikim süreci, güç ilişkileri, entegrasyon biçimi değişimleri ve buna bağlı yeni sınıfsal ittifak ihtiyacından yalıtık biçimde ele alınır. Oysa 30’lar devrimin oturtulması sürecinin olduğu kadar 1929 krizi nedeniyle genelde hakim olan bir otoriter iç birikim sürecinin ve faşizmin yükselişinin etkileriyle şekillenmiştir. 45’lerden sonra hakeza sanayi malı/tarım ürünü takasına dayalı yeni bir uluslararası işbölümü Türkiye siyasetini şekillendirmiştir. 60 darbesi, asker/sivil bürokrasi ile DP çekişmesinden daha önemli olarak sınıfsal yapısı nedeniyle DP’nin ithal ikameci yönelişe ayak sürçmesi ve fakat askerin bu sürecin önünü aşmaya talip olmasının ürünüdür. 70 darbesi ise tersinden ithal ikameci modelin tıkanmasıyla dışa açık neo liberal birikim modeline geçiş sürecinin eksik ve yetersiz ürünüydü ve 80 darbesi bu eksikliği tamamladı vb… Yani darbeler başta Türkiye tarihindeki bütün kritik gelişmeleri evrensel kapitalist sistemin dolaylı ve doğrudan etkilerinden arındırıp, bir otoriterlik/sivillik ikilemine sıkıştırmak, ayıp ve günahları Kemalizm torbasına doldurmak hiç açıklayıcı değildir. Bu kapitalist/emperyalist sistemin masumlaştırılmasıdır.
Bu tarih yazımıyla yalnızca dünya kapitalist sistemi değil bu süreçlerde önemli dahili olan içerideki burjuva sınıfı da masumlaştırılmaktadır. Burjuvazimizin tek kusuru zayıf ve devlete bağlı olmasına indirgenmektedir. Daha beteri ise şudur: Liberallere göre demokrasi ve iktisadi gelişme gibi hayırlı şeyler dışarıdan ve/fakat melanetler ise hep içeriden, Türkiye’nin tarihsel kadüklüklerinden kaynaklanmaktadır. AKP’ye bakıştaki yöntem de aynıdır. Liberaller açısından AKP büyük kapitalist ülkelerle içli dışlı olduğu dönemde iyi ve demokrat, bu raydan çıktığında Kemalistleşen (yani otoriter ve devlet merkezli) bir güçtür. Örneğin AKP’yi değerlendirirken neo liberalizmin, temsili demokrasinin evrensel krizinden, bu krizlere eşlik eden ve daha da derinleştiren hegemonya krizinden özenle söz edilmez. Kapitalist dünyada evrensel planda yaşanan gericileşme/faşizm dalgasıyla AKP arasındaki nedensellik es geçilir ya da silikleştirilir. Ve fakat AKP’nin, Kemalist seçkinci otoriterliğinin, giderek de karşıtına dönüşen bir ürünü olduğu yüksek sesle dillendirilir. Bu tahlilin ilk bölümüyle, yani AKP’nin geçmişin yanlışlarının ürünü olduğuna dair görüşle, gidiş yollarımız çok farklı olsa da benzer sonuca ulaşmaktayız. Ama bunun tek ya da esas unsur olduğu söylenemez. Tahlilin ikinci bölümüne, yani Erdoğan rejimi ile Atatürk dönemi arasında kurulan aynılık ilişkisine katılmamız ise mümkün değildir. Bunun nedenlerine kısmen yukarıda değindik, daha da değineceğiz. Tarihsellik ve sınıfsallıktan azade bu yaklaşım Somay’a, “Erdoğan’ın bugün istediği ile “bağnaz” Kemalistlerin yıllardır istediğinin tıpa tıp aynı olduğu” gibi gerçeklikten tümüyle kopuk sözleri sarf ettirebilmektedir. Nitekim araya “bağnaz” sıfatını sokması da bu gerçek dışılığı fark etmesinden olsa gerektir. Bu “bağnaz” Kemalistlerin kimler olduğu zikredilmemektedir ama apaçık gerçek şu ki; Kemalist kitlelerin Erdoğan’ın kurmakta olduğu rejimle kavgası “bizim/sizin kavgası” değil ,“nasıl bir toplum ve yönetim” eksenli bir kavgadır.
Nitekim Somay’ın M. Kemal ve Erdoğan’a atıfla dillendirdiği “Hiçbir otokrat, kendi kitlesini oluşturamaz, yaratamaz, şekillendiremez. Tam tersine büyük bir hızla kendi kitle tabanına, temsil ettiklerine benzer, onlara dönüşür.” değerlendirmesi de bu iki liderin tarihsel, sınıfsal planda farklı istikametlere dönük farklı rollerini önemsizleştiren niteliktedir. Somay’a göre her iki lider birbirinden farklı toplumsal tabanlara dayanmışlar, toplumun arta kalan bölümlerini dönüştürememişler, kendileri ise dayandıkları tabana benzemişlerdir. Elbette ki Atatürk ve Erdoğan kendi dönemlerinde hazır buldukları bir toplumsal taban üzerinde yükseldiler. Somay’ın da belirttiği gibi Atatürk kentliler, eğitimli seküler elitler, kısacası Batı ülkelerindeki olanaklara sahip olmayı isteyen toplumsal kesimlere dayandı. Karşısında ise devrimden yeterince nemalanmayan, hatta tersine jandarma dipçiği ile karşı karşıya kalan taşra vardı. Kendini o yıllarda şeriat ve/ya Kürtlük üzerinden tanımlayan bu ikinci kesim karşısında, ilk kesim küçük bir azınlık sayılırdı. M.Kemal ilk başlarda ağa ve eşraf üzerinden bu kesimi kontrol etme yolunu seçti. Devrimin restorasyona yönelmesiyle Cumhuriyet muhafazakarlığa ve muhafazakarlık da laik cumhuriyete ve kapitalist ilişkilere yakınlaştı. Sisteme entegrasyon taşrayı da kapsayan biçimde yaygınlaştı. Bir bütün olarak yeni bir insan ve toplum şekillenmeye başladı.
1960’lı yıllarda taşrada da “Batılaşma”, “laik cumhuriyetçi kültür” gözle görülür biçimde artık yerleşmeye başlamıştı. Taşra kökenli pek çoğumuz o tarihteki ebeveynlerimizin fotoğraf albümüne baktığında “Ayhan Işık” erkekler ve “Belgin Doruk” kadınlarla karşılaşırız. Oysa o ebeveynlerin bugünkü torunlarının fotoğraf albümleri artık şalvarlı/sakallı erkekler ve türbanlı/pardösülü kadınlarla doludur… Yani M.Kemal de T.Erdoğan da -Kürtler hariç- toplumu önemli oranda dönüştürmüştür. Fakat her ikisi de bambaşka istikametlerde… Ortada biri iktidarda diğeri sistem dışında sabit kalmış iki kutup yoktur. Zaten Somay da, taşranın “ittifaklarla”, “dolaylı yöntemlerle” iktidara ve sisteme dahil olduğunu -bir biçimde- saptamaktadır. Bu kitlenin kapitalist/modernist dönüşümü Erdoğan’ın gücünün sırrı olduğu gibi, istediği rejimi, radikal dönüşümle değil de yavaş yavaş ve oportünistçe yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışmasının da nedenlerinden biridir. Radikal bir dönüşüm stratejisi AKP tabanını çatlatabilecek ve ittifak olanaklarını ortadan kaldırabilecektir zira. Yanı sıra Cumhuriyet delik deşik edilirken bu sürece istikrarlı biçimde direnen yüzde 50’lik laik cumhuriyetçi bir nüfusun varlığı da, toplumda yaşanan kitlesel dönüşümden bağımsız açıklanamaz. Erdoğan’ı iktidara taşıyan toplumsal taban ise Cumhuriyetin başındaki taşra ile aynı taban değil, kapitalist ilişkilere dahil olmanın ve iktidar olanaklarından yararlanmanın dönüştürdüğü bir tabandır. Bu taban 80’lere kadar iktisadi gücü zayıf ve oy tabanı bilemedin yüzde 10 bir kitleyken, ne olmuştur da iktisadi gücü artmış ve oy desteği yüzde 50’lere yaklaşmıştır? Somay’ın yazısı tarihin devrim, restorasyon ve karşı devrim gibi kopuş ve süreklilik unsurlarını önemsizleştirdiği ve Türkiye tarihini küresel sınıfsal gelişmelerden azade ele aldığı için bu soruya tarihsellik ve sınıfsallık dışı bir cevap vermektedir.
Bizim dönemleştirmemiz ise şu şekildedir: 2. Meclise kadar olan süreç demokratik devrimci 2. Meclis ve devamı ise devrimin sınırlarını çizme ve bu sınır içinde devrimi oturtma öncelikli otoriter devrimci dönemdir. Bu süreci otoriter ve nispeten demokratik restorasyon dönemleri izlemiştir. Restorasyon devrimin ileri gitmemesi için dün mücadele edilen eski güç ve değerlerle, yeniye entegre etmek/uyumlulaştırmak hedefli bir barışma, sisteme dahil etme dönemidir. 1980’den Erdoğan’a kadarki dönem çözülüş ve Erdoğan dönemi ise neo liberal otoriterliğe dayalı anti cumhuriyetçi bir karşı devrim sürecidir. Bu dönemi “4. Cumhuriyet” ya da “Atatürk dönemini tekrarlamaya yönelik irrasyonel bir arzu” olarak nitelemek, en hafifinden ölümcül bir naiflikle olan biteni hafifsemek, masumlaştırmaktır Bugün vuku bulanları tek başına M. Kemal Cumhuriyeti’nin otoriterliğinin ürünü olarak açıklamak da hakeza böyledir. Anti Cumhuriyetçi bu süreç hele hele numaralı cumhuriyet yaklaşımıyla hiç açıklanamaz. Bilakis karartılır. Bu gelişmeleri ancak devrim/restorasyon/karşı devrim diyalektiğini, küresel neo liberal kapitalizm ve post modern ideoloji faktörlerini analize dahil ederek, yani tam da liberalizmin özenle perdelemeye çalıştığı gerçekleri görünür kılarak, anlayabilir ve doğru yol haritası çıkarabiliriz.
Somay ve Akçam’ın yaklaşımı a) karşı devrim ve devrim olgusunu eşitleyerek devrim fikrini değersizleştirdiği için, b) Erdoğan ve Atatürk aynılaştırmasıyla gerçekleşmekte olan karşı devrime yönelik karşı duruş potansiyellerini paralize etme sonucuna hizmet ettiği için, c: uluslararası kapitalizmi ve sermaye sınıfını masumlaştırdıkları için ve d: Kemalizm’i eleştirmek adına aslında burjuva devrimi ve cumhuriyetini kutsal bir mevkiye yerleştirdikleri için eleştiriyi fazlasıyla hak etmektedir.
Bülent Somay’ın yaklaşımı yöntemsel anlamda Taner Akçam’ın yazısıyla örtüşmekte ve/fakat Yaşlı’nın yazısıyla çatışmaktadır. Somay ve Akçam’ın yaklaşımları hiç olmayan ama bir zamanlar olduğu varsayılan bir kapitalizm ve burjuva demokrasine referans verdiği için, Somay’ın yazı başlığına da atfen “liberallerin status quo pro antes”i olarak nitelenebilir. Bu marazi bir burjuva devrim ve burjuva cumhuriyet algısıdır. Bu algı burjuvazinin demokratlığına ilişkin abartılı ve adeta tapınmaya varan yanlış ve hastalıklı bir “bilinç”in ürünüdür. Aslında bu “ideal kapitalizm ve ideal burjuva demokrasisi” tahayyülü -Yaşlı’yı tenzih ederek söylersek- devrimci popülizme ve Kemalizm’e de farklı vurgu ve biçimlerle içkindir. Ve zaten “zurnanın asıl zırt dediği yer” de burasıdır. Somay’ın, Akçam ve Yaşlı’nın yazılarından bir asgari mutabakat çıkarma çabası bana bu nedenle, yazının en ironik ve manidar bölümü olarak gözükmektedir. İşin bu kısmı başka bir yazı konusu olmayı hak eden önemde…
Son söz olarak bir mutabakat çağrısı da bizden: Kemalizm’i ve Erdoğan’ı aşmak mı istiyorsunuz? Buyurun hep birlikte kapitalizmi aşalım. Etnik, dinsel, cinsel ayrımcılığa karşı emeğin eşitlikçi ve özgürlükçü Cumhuriyetini kuralım…