Yerlere çöp atmayalım!
Üç beş kuruş fazla kazanmak için yan masadaki iş arkadaşının altını oyduysan eğer, ülkenin haline bakıp da hiç ağlama. Müdürün yanlış yaptığında, ona bunu söyleme cesaretini gösteremediysen, aynısı makro bazda oluyor, şaşırma. Siyasi partililer de yapılan yanlışı söylemiyorlar.
Hülya Kurt
Türkiye’de yaşıyorsan, bir türlü kendi gündeminde kalamıyorsun. Nehir gibi seni sürüklüyor ülke. Ben cuma gününe çalışma hayatı, ilişkiler üzerine yazmak hedefiyle başlamıştım. Sabah, Osman Kavala davası ile ilişkilendirilen, 13 akademisyen ve sivil toplum kuruluşu çalışanının gözaltına alınması haberiyle sarsıldım. Gözaltına alınanlardan birisi arkadaşım. Emniyet Müdürlüğü’nün basın bilgi notu ‘güler misin, ağlar mısın’ tadında. ‘Osman Kavala ile hiyerarşik bir düzen içerisinde’ olmaktan başlayıp, ‘muhalif gazeteci eşi’ diye devam eden bu açıklama ile ilgili ayrı bir yazı yazılabilir. Sinir içindeyim, ama yine de akıntıya karşı gelip, kendi gündemime dönmeyi deneyeceğim.
Eskiden emekliler televizyonun karşısında oturup, politikacıları izleyip, söylenirlerdi. Emekli, artık Twitter’dan söyleniyor, Facebook’tan eşe dosta ulaşıyor. Ben bilgi teknolojisi alanında senelerce çalışmış biri olarak bu değişimden ürkmüyorum. Eski zamanlara göre araçlar farklı ama söylenen emekli pek farklı değil. Söyleniyoruz işte. Söylenmekte haklıyız. Baksanıza neler oluyor.
Ben bir beyaz yakalıydım. Uzun yıllar satış ve danışmanlık işleri yapan küresel bir firmada çalıştım. 2016 yılı sonunda emekli oldum. Çalışma ortamımda, çoğunlukla eğitim ve yetişme durumu birbirine benzeyen kişiler vardı. Türkiye’nin parlak çocukları. İyi okullarda okumuş, dil bilen insanlar – insan kaynakları mı demeliyiz yoksa?
Beyaz yakalıları – genellemelerin hata payını göz önünde bulundurarak- memur ve işçilere göre daha çok para kazanan, parlak görünümlü, çoğunlukla dürüst bir grup olarak görüyorum. Dürüstlük kavramını açıklamak isterim. Yani içlerinde mafya, katil, büyük çaplı hırsız pek bulunmaz diyelim. Mafyası, katili, hırsızı beyaz yakalılığa pek gelemez. Beyaz yakalı, sabah 9, akşam iyi ihtimalle 18:00 arası çalışır. Genellikle çalışma saatleri daha uzundur. Düzenli ve özgür olmayan bir hayat. Bir beyaz yakalı, haftanın kaç gecesi gece kulüplerinde sabahlayabilir? Her sabah 9’da işe gidecekse, eninde sonunda düzenli ve özgür olmayan bir yaşama mahkumdur. Sabahları uyananamazsınız efendim. Onun için de her gece vur patlasın çal oynasın, sürekli olursa, zor yani.
Beyaz yakalıya şirketin genel hedefini anlama ve o hedefler ile bütünleşip, işin sahibi gibi davranma misyonu yüklenir. Dükkan onun zanneder, çalıştığı yeri 'bizim şirket' diye anar, insan kendi işi için canını dişine takar ve o hedeflere ulaşmak için kendi hayatından vazgeçer. Yılbaşı yemeğini kaçırır, çocuğunun doğum gününe geç kalır. Beyaz yakalı kendini patron sanan şuursuz işçidir. Bazı olanaklarla ağzına bal çalınır elbette. Zenginmiş gibi yaşar, güç onda zanneder, kendini özel ve ayrıcalıklı zanneder, işe alır, işten atar. Geçici ve zahiri güçlerdir bunlar. Gündeme gönderme yaparak, hiyerarşik düzen içerisinde çalışıldığını da ekleyeyim. Hem de ne hiyerarşi, hiyerarşiden ölürsün. Bazı şirketlerin yemekhanesinde çalışan ve müdür kısımları bile farklıdır. Müdür kısmında masalarda örtü olduğunu da söyleyelim mi?
Kabaca bir beyaz yakalı profili çizdim. Okumuş yazmış, biraz da namuslu bir kesim. İşte burada bir durmak lazım. Nasıl bir ortamda çalışırız bizler?
Bir düşünün hepimiz birisinin arkadaş, eş, anne, baba - iş problemlerini dinlemişizdir. Çalışma ortamları çok mutlu olamaz. Rekabet, iktidar ve para hırsı ortamı belirler. Güvensizlik dağları sarmıştır. Motivasyon yükselmek, daha fazla kazanmak olunca her şirkette yalakalar, ispiyoncular, yükselince başkalarına dayılananlar, kraldan çok kralcılar vardır. Yüzde yüz biat isteyen müdür vardır, müdürü onaylamaz diye okuduğu gazeteyi çöpe atanı vardır. Şaka sanmayın bu söylediğim gerçekten benim başıma geldi.
İlk işe başladığım zamanlar, genç bir ODTÜ mezunuydum. Bir devlet kuruluşunda, bilgi işlem bölümünde kısa bir süre çalıştım. Her sabah Cumhuriyet gazetemi alıp servise biner, İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna uzun yolculuktan sonra işime varırdım. Gazetem uzun yol arkadaşımdı. Zamanın ‘muhalif’ Cumhuriyet gazetesi. Bir sabah işe vardığımda, bölüm şefi gazetemi istedi, verdim. Şef gazeteyi tam okurken bölüm müdürü odaya girdi. Biliyoruz, bölüm müdürü Cumhuriyet gazetesine muhabbet göstermeyecek birisi. Bizim şef, müdür görmesin diye benim Cumhuriyet gazetemi çöpe atıverdi. Cesaretsizliğe bakar mısınız? Bir gazeteyi elinde tutuyor olmaktan, gölgesinden korkan insanlar.
Her gün işe gideriz, seçmediğimiz ve normalde önemli bir kısmını arkadaş olarak seçmeyeceğimiz insanlarla 8-10 saat geçiririz. Hepimizin eve dönünce anlatacak bir hikayesi vardır. O ona bunu demiş, bu buna şunu etmiş. Filanca onun önüne geçmiş. Diğeri ardından konuşmuş. Filanca terfi ettirilmiş, beriki terfi yüzü görmemiş.
Yani çalışma ortamında büyük çaplı hırsızlık olmasa da minik minik emek ve prestij hırsızlıkları, öne geçmeler, ayak kaydırmalar vardır. Bir grubun parçası olup başka grupları yıpratmalar vardır. Küçük küçük kötülüklerin toplamı büyük bir kötülüğe varabilir. Bir arkadaşının işsiz kalmasına neden olmak az kötülük değildir nihayetinde. Daha trajik hikayeler de yok değildir. Bunca itiş kakış ne için yapılır? Bir büyük firmada en birinci performansı gösteren kişi diğerinden ne kadar daha fazla para veya prestij kazanır? Bana sorarsanız kazanç yapılan kötülük toplamına değecek bir kazanç değildir. Yüzde 10 fazla kazanç elde etmek veya iktidarı ucundan tatmak için kımıl kımıl birbirinin gözünü oymak hoş bir şey değildir. Rekabet edilir, stresler yaşanır. Çalışma hayatı streslidir. Stresin önemli kısmı ilişkilerden doğar. Hayatımı kazanıyorum derken, harcarız.
Şimdi biraz kapsamı genişletelim. Beni bir gülme tutuyor böyle deyince ama ‘büyük resim’ gelsin. Bütün bunları ülke ve devlet bazında düşünün. Kaynak çok daha fazla. Dağlar, taşlar, ormanlar, madenler, sular, köprüler, büyük şehirler, uçaklar, demiryolları, sağlık sektörü, eğitim sektörü. Saymakla bitmez. İnsan çeşidi desen o da çok fazla, her birinin eğitim ve yetişme seviyesi, inancı, dili farklı. Küçük bir şirketin itibar hırsızı ile, bir ülkenin itibar hırsızı karşılaştırılamaz bile. Ülke bazında kazanç öyle arkadaşından yüzde 10 fazla kazanmaya benzemiyor. Havuç çok büyük. Yalakalık yapıyorsun, kazanç milyon dolarlık ihaleler. Biat etmiyorsun, hop rektörlükten uzaklaştırıldın. 85 bin bağlama satmak kolay iş mi? Her birinden 100 TL kâr etsen eder 8 milyon 500 bin TL. 100 TL kâr varsayımını vizyonsuzluğuma verin lütfen. Ortada dönen çok para, insanın aklı ermiyor.
Üç beş kuruş fazla kazanmak için yan masadaki iş arkadaşının altını oyduysan eğer, ülkenin haline bakıp da hiç ağlama. Müdürün yanlış yaptığında, ona bunu söyleme cesaretini gösteremediysen, aynısı makro bazda oluyor, şaşırma. Siyasi partililer de yapılan yanlışı söylemiyorlar, neme lazım diyor, karışmıyor, aday olursam ben yırtarım diyor. Tek bir siyasi partiden söz etmiyorum, yaygın olarak iki yüzlülük var. Ortadaki kazanç büyüdükçe yalakalık, yalancılık dozu artıyor, fark bu. Sen üç kuruş için neler ettin, burada koskoca devletin, ülkenin malı var, öyle böyle değil iktidar hazzı var. Kırmızı halısı, iliklenen düğmesi, Louis Vuitton çantası. Kısacası var da var. Maazallah, katil olur insan yahu…
Yanlış anlaşılma olmasın, sebebi var hoş görelim demiyorum. Gündelik hayatımızda başka bir yaşam kültürü üretmemiz gerekir diyorum sadece. Bunlar azımsanacak şeyler değil. Küçük ahlaksızlıklar, büyük ahlaksızlıklara karşı anlayışlı olmayı getiriyor beraberinde. Cesaretli olalım, en azından önemli bir kısmımıza çocukken öğretilen doğrularımızdan vazgeçmeyelim. Neydi onlar? Ahlaklı olmak üzerine şeylerdi. Yerlere çöp atmıyorduk, yalan söylemiyorduk, hırsızlık yapmıyorduk, canlılara zarar vermiyorduk filan. Bildiğiniz basit kurallar işte. Ondan sonra gerisi gelir.