Barışa karşı bitmeyen Aterus öfkesi: Kore Savaşı

Bundan tam da 66 yıl önce kasım ayında buz tutmuş Kore dağları arasındaki Wawon Boğazı'nda tuzağa düşürülmüş tugayın üç gün sürecek ölüm kalım mücadelesinin detayları hiçbir zaman bilinmeyecekti. O vadide Türk ve Kürt çocukları en saf tebessümleriyle ölüme giderken, onları oraya gönderen ülke politikacıları sıcak ortamlarında istatistikî oyunlarla halklarını oyalamaya devam edeceklerdi.

Google Haberlere Abone ol

Erdem Kaşıkçıoğlu*

Janus’un asli görevi, mevsimlerin ölümlüler için her zamankinden çok daha süratli bir biçimde geçip gittiğini hissettirmektir. Diğer taraftan, nedense bilinmez ama başlangıçların tanrısı Janus’un yüzü hep kasım ayında takılır. Aslında, zamanın dişli çarkları tam da bu ayda yaylarından geçici olarak kurtulur ve dönmez. Aterus kompleksi de, en fazlaca bu ayda gökyüzünü daha fazla karanlıklarla örter. Zeus’un ölümlü çocuklarından birisi olan Tantalos, oğlu Pelops'u öldürüp pişirdikten sonra tanrılara yedirmeye çalışır. Tanrıların içinde bu ikramı yanlışlıkla kabul eden toprağın tanrıçası Demeter’dir. Olan bitenlerin karşısında, tanrılar öfkeyle Pelops’u tekrar yaratır. Ama ne yazık ki Demeter’in evinde aynı türün cinayetleri hiç bitmeyecektir. Mitolojide Aterusoğulları laneti olarak bahsi geçen bu olay; bir babanın çocuklarını bilinçdışı öldürme isteği, psikolojide Aterus kompleksi olarak tanımlanmaktadır.

Başlangıçların tanrısı Janus, bu yüzden olsa gerek, daha öncesinden seçmiş olduğu Phelops’un omuz kemiğinden tekrardan türetilmiş olan diğer masum Pelopsların akıbeti için, bambaşka bir hiçlikte bambaşka başlangıçları, en çokça kasım ayını tercih eder. Ne kadar çok bilinir Kore, ne kadar az bilinir ve de ne kadar az bahsedilir Kunu-ri dağlarının 68 yıl önceki kasım ayındaki gerçekleri. Kurşun keskinliğindeki bir soğuk vadide donup kalan bir kısmı çocuk denebilecek yaşlardaki gençlerimiz. Zamanın törpüsünde birçok şey çokça yitip giderken, artık tam olarak hatırlamayı başaramadıklarımız! Halil, Rıza, Hüseyin, Ömer, Ramazan, Ahmet, Nusret, Mustafa, Bekir, Ali… İsimleri, yaşları ve de ana dilleri farklı olmasına rağmen her birisinin başkaca ortak özellikleri vardı. Her biri Anadolu topraklarının fukara ve suçsuz çocuklarıydı. Yaşanmış birçok olayın üstüne zamanın belirsizlik hırkası örtülmeye çalışılmasına rağmen, geçen bunca süre zarfında hiçbir zaman toplumun bir kısmının insanca çarpan yüreğinde uzunca bir süre unutulmayacaklardı. Her birisinin annesi, belirsiz kör bir kuyunun içinde yitip giden evlatlarının acısını ölünceye kadar hep yüreklerinde hissedeceklerdi. Birçoğu, evlatlarının gerçek bir mezarının olup olmadığını da hiçbir zaman bilemeyeceklerdi.

Toplumumuzdaki bir grup insanın barış sözlerine karşı gösterdikleri histerik ve alerjik reaksiyonun yeni olmadığı, Kore Savaşı arifesinden beri bilinmektedir. O dönemin birçok politikacısının haritada bile yerini gösteremedikleri topraklara, tam bir bilinmezlik duygusuyla 1951 yılında Kore’ye asker gönderme kararı verildiğinde de yaşanmıştı. O yıllarda da, günah keçisi barış isteyen akademisyenler ve aydınlar olacaktı. Behice Boran’ın da içinde olduğu Barış Platformu üyeleri tartışılmadan ve de meclis kararı bile alınmadan tam bir hukuksuzlukla ortaya konan asker gönderme kararına karşı çıkmışlardı. Yine birçok zamandaki gibi, olması gerektiği gibi olmayan bir muhalefet partisinin bilerek sorumluluk almadığı sosyo-politik boşluğu haklı bir şekilde doldurmaya çalışan akademisyen ve aydınlar, değişmeyen bir patolojik refleksle sosyal bir linç ve baskı altında tutulmuşlardı. Ne yazık ki; şaşırtıcı bir şekilde, yarım asırdan fazla bir süre geçmesine rağmen, adeta olgunlaşmanın fallik fazında takılı kalınmış psikolojik ruh haliyle, barış isteyen aydınlara karşı tehdit ve baskılar artarak devam etmektedir.

İkinci Dünya Savaşı'nın karanlık ve zorlu yıllarının hemen ardından ellili yılların başındaki Demokrat Parti'nin kazanmış olduğu iktidarla birlikte NATO üyeliği için önemli bir fırsat doğmuştu. Muhalefetin bu duruma ses çıkarabilmesi mümkün değildi, çünkü aynı üyelik için benzer çaba içinde olunmuştu. Teorik bir anlamı dışında şaşırtıcı bir şekilde gereğinden fazla pratik anlama yol açan Marshall yardımlarıyla başlayan süreç, Truman doktrininin Türkiye gibi sosyoekonomik açıdan çaresiz olan ülkelerde bağımlı denebilecek düzeylerde fazlaca bir politik etki yaratmıştır.

Bu zafiyet derecesindeki koşullarda, bir tugay kadar asker çok rahatlıkla gözden çıkarılabilirdi. Değişmez bir şekilde bütün savaşlarda yapıldığı gibi, kudretli politikacıların (!) kendinin yetiştirmediği ülke evlatlarını istatistiksel oyunlarda kullanma hakları doğal olarak (!) vardı. Nihayetinde, o yıllarda da kahramanlık söylevleriyle öyle de yapıldı. Orada yaşanmış olan çaresizliği kimseler duymamalıydı. Anadolu’ya yayın yapan radyodan sadece kahramanlık öyküleri anlatılmalıydı. Kahramanca ölmek ve öldürmekten bahsedilmeliydi. Bundan tam da 66 yıl önce kasım ayında buz tutmuş Kore dağları arasındaki Wawon Boğazı'nda tuzağa düşürülmüş tugayın üç gün sürecek ölüm kalım mücadelesinin detayları hiçbir zaman bilinmeyecekti. O vadide Türk ve Kürt çocukları en saf tebessümleriyle ölüme giderken, onları oraya gönderen ülke politikacıları sıcak ortamlarında istatistikî oyunlarla halklarını oyalamaya devam edeceklerdi. Bu yaşanan süreçte, Amerikan ordusuna ait 9. Kolordu'nun uç kolları askerleri yaşama kaçışını kolaylaştırdıklarının farkında bile değillerdi. Büyük kayıplar verilerek yaşanan o üç gün, Amerikan komutası tarafından üç altın gün olarak nitelendirilecekti.

Yıllar, her zamankinden daha hızlı geçti. Bilinmez diyarlarda ölüme götürülen o gençler çok çabuk unutuldu. Döneme ait canlı kara kutuların çoğu da doğal süreçlerini tamamlamıştı. Olaylara şahitlik edebilecek askerlerin çoğu bu süreçte ya yaşamlarını kaybetti ya da artık şahitlikleri bile geçerli olmayacak kadar yaşlandılar. Onları, ölüme gönderen politikacıların sorumsuzlukları ve suçları da olağan hukuksuzluk içinde yitip gitti. Artık unutulmuşun tozları arasında ruhsal savunma mekanizmalarımızı harekete geçirecek ve günah çıkaracak bir şeyler bulunmalıydı. Uzak Doğu'daki o ülkede kardeşler arasına barış getirme savıyla şiddeti giderek artmış bu savaşın sonucunda sınırlar değişmeden kalmış olmasına rağmen geride milyonlarca masum ölümler bırakmıştı. Ne ilginçtir ki kardeşler arasında yaşanan bu yapay ayrıştırmalara inat yarım asır sonra yerini barış mırıltılarına bırakacaktı. Kendi öz evlatlarının hiçbir zaman ölmeyeceklerini düşünen savaş severler, unutulamayacak kadar kusursuz bir ironiyi her savaşta olduğu gibi yaratmaya çalışacaklardı. Çoğunlukla, olayların gerçekliğinden uzak, kahramanlık, iyilik ve kandırılma öyküleri… Bütün bu kandırılma yöntemleri sayesinde, barış mırıltılarının karşısında her zaman daha da artan öfkeyle savaş tamtamları çalınmaya devam edilecekti. Unutulmaya yüz tutan her savaşın arkasından olduğu gibi; Demeter’in evinde, Tantalos’un psikonevrotik his ve tasarruf haklarını haksız bir şekilde devralan devletler, kin ve öfkeyle karışmış bir deliryum tablosu içinde, annelerin fukaralıkta, zorlukla büyüttükleri masum evlatlarını feda etmekten hiçbir zaman kaçınmamışlardı ve de kaçınmayacaklardı.

*Prof. Dr.