Tecridin ötesine bakmak
Tutukluluğun ilk birkaç yılında İmralı koşullarını tecrit olarak değerlendirmek mümkündü belki fakat geldiğimiz aşamada meselenin tecridi aşan yeni bir eşiğe girdiğini görmemiz gerekiyor. Bu manada örneğin Öcalan’ın avukatları veya ailesi ile görüştürülmesi halinde bütün tartışmanın belkemiği olan “tecrit” kavramının ortadan kalkacağını iddia edebilir miyiz?
Fırat Aydınkaya
Yaklaşık yirmi yıldan bu yana bir ada cezaevinde tek başına tutulan Öcalan’ın cezaevi koşulları şu sıralar Kürt siyasal kamuda yeniden gündem olmuş durumda. Yirmi yıllık hukuksuzluğa rağmen, tecrit meselesinin halen yüzeysel hukuki ve siyasal bir bağlamda tartışılıyor olması dikkat çekici. Bugün itibariyle tartışmanın bütün derinliği Öcalan’ın aile bireyleri ve yasal temsilcileri ile görüşüp görüşmediği, görüştüyse ne kadar süre görüştüğü gibi tamamen insan haklarının dar kalıplarına sıkıştırılmış durumda. Öyle görünüyor ki, tartışmayı yürütenlerin bu olgusal sorunu “tecrit” olarak vasıflandırıp, bunun Türk iç hukuku ve uluslararası hukukla bağdaşmadığından müşteki olması ortadaki sorunu tam manasıyla anlamaya yetmiyor.
Oysa müşteki olunan “tecrit”in, bizatihi ulus üstü kurumların onayıyla carileştirilen bir hukuksuzluk olduğu açık. Diğer bir ifadeyle Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) ve dolayısıyla AİHM öteden beri Öcalan’ın tutulduğu koşulları “sosyal izolasyon” gibi hukuki olmasa bile hukuka yakın teknik bir formülasyonla geçiştiriyordu. Bu kurumlara göre Öcalan’a TV/gazete/kitap verilmesi ve yanına birkaç mahkumun gönderilmesi ile mesele kendiliğinden hallolunacaktı. Kurumların öteden beri bu konuda hukuki değil siyasi bir duruş sergilediği tartışmasız. Nitekim kısa bir süre önce İnsan Hakları Mahkemesi bu konudaki içtihadında sebat eden yeni bir karara imza atarak İnsan Hakları Hukuku'nda alınacak bir mesafe kalmadığını ilan ediverdi. Mahkemenin böylece, hükümetin “zorunluluk hiçbir yasa ve denetim tanımaz” şeklindeki savunmasına sonsuz kredi tanıdığı ortada.
Tutukluluğun ilk birkaç yılında İmralı koşullarını tecrit olarak değerlendirmek mümkündü belki fakat geldiğimiz aşamada meselenin tecridi aşan yeni bir eşiğe girdiğini görmemiz gerekiyor. Bu manada örneğin Öcalan’ın avukatları veya ailesi ile görüştürülmesi halinde bütün tartışmanın belkemiği olan “tecrit” kavramının ortadan kalkacağını iddia edebilir miyiz? Eğer iddia edemiyorsak bu durumda bir ada cezaevinde, yirmi yıla yaklaşan bir tutukluluğun bütün özgül ağırlığını neden “tecrit” gibi bir çırpıda darmadağın edilebilecek müphem bir kavrama yüklüyoruz?
Bu yazının konusu esasen yirmi yıla yaklaşan herhangi bir tutulmanın, şartları ne olursa olsun “tecrit” kavramı ile izah edilemeyeceği ön varsayımından hareket etmekte. İlaveten 15 Temmuz ile birlikte sadece yeni bir Türkiye’de değiliz aynı zamanda yeni bir eşikteyiz. Aşağıda gösterileceği üzere yaşanılan değişimlerin anlık olarak yansıdığı bir ada cezaevinden bahsederken “tecrit” kavramını kullanmak artık hukuksuzluğun ağırlığını izah etmekten uzak bir tanımlama.
DEVLET
Devletin içine girdiği yeni ruh halini anlamak için 15 Temmuz tarihi kritik öneme sahip. Uğursuz darbe teşebbüsünün geriletilmesiyle iktidarın, 1913 Babıali baskınından sonraki İttihatçıların tutunduğu totaliter ruhu temellük ettiği ortada. Büyük oranda ittihatçıların inşa ettiği Türk ulus devlet paradigması ilk kez ölümcül kriz semptomları gösterdi. Bu kaos aralığında en çok da ülkedeki kadim “egemenlik” okuması değişti. Osmanlı'da algılandığı biçimiyle egemenlik algısı öteden beri “Zıllulah” (Tanrının gölgesi) kavramıyla yani siyasal teoloji ile bağlantılıydı. Cumhuriyet elitleri egemenliğin ruhunu, yani “Zıllulah” kavramının muhtevasını bir nebze seküler bir temele oturtmaya çalışsa da geldiğimiz aşamada egemenliğin anlamı geleneğin icadı ile yeniden şahsiyetlere izafe edilmeye başlandı. 15 Temmuz’da kurumsal olarak çöken devlet yapılanmasında yalnızca bir kişi ayakta kaldı ve egemenliğin rasyonel temsili kurumlardan şahsa geçti böylece. Yeni rejimin istisnai niteliğini vurgulayan resmi kalemler, darbe girişimi ile devletin kurumlarının komaya girdiğini ve bu sebeple devletin komadan sağlıklı olarak çıkartılması bağlamında “istisna ruhunu” doktrine ediyor. İktidarın ideoloji fabrikaları, istisnanın kural haline gelmesi güzergahında sinik bir şekilde “ödünç alınmış totalitarizm”e sarılmış durumda. Bu şekilde hiç değilse bir süreliğine herkesten “gönüllü kulluk” talep ediliyor. İstisnanın kurala dönüşme emaresiyle Türkiye’de siyasal karar vericiler şimdilerde hayata ve ölüme karar verme hakkına sonuna kadar sahip. Foucault, biyo-iktidar bahsinde iktidardan, insanları yaşaması gereken ile ölmesi gereken biçiminde ayıran olarak bahsediyordu. Lakin öyle görünüyor ki günümüz Türkiye’sinde buna bir ekleme yapmamız şart. Şu andaki totaliter yönetim biçimi, insanları yaşaması gerekenler, ölmesi gerekenler ve yargılanması gerekenler (sözde yaşayanlar) olarak üç kategoriye ayırmış durumda.
Beri yandan siyasi ilahiyatın değişmeyen kavramı olan “beka” meselesinin ortalığı kasıp kavuran doğasının anlaşılması için egemenliğin ilahi olanla kurulan öznel bağlantılarına da bakmak gerek. İlahi olandan devşirilen egemenlik algısının zorunlu sonucu olarak “mümkünse her türlü hareketi (muhalefeti) olanaksız kılma” niyetinin olduğu apaçık. En küçük muhalif sözün Tanrıya şirk koşulmuş gibi haşin tepkilere maruz kalması da bu yüzden. Velhasıl sadece devletin değil siyaset ve hukukun görevi de şu anda Türkiye’de aynı: “Devletin bekasını korumak.” Devlet, totaliter bir evrene girerken, siyaset totaliter devletin bekası için polislik görevine indirgenmiş durumda. Hukukun ise zatı meşhurun ifadesiyle siyasetin yani polisin bekçi köpeği olarak görüldüğü ortada. Velhasıl İslam tarikat usulündeki “Bekabillah” kavramını andırır şekilde yargı dahil devletin bütün kurumları devletleşerek “devlette var olma” derdinde.
Mamafih, 1872 yılında yazdığı bir metinde Nietzche, yalnızca bir koşulla Alman ruhunun düşmanlarından kurtarılabileceğini söylüyordu. Büyük önderin rehberliğinde baskı, disiplin ve ayıklanma süreci sonunda Alman ruhu kurtuluşa erebilirdi yalnızca. Ona göre büyük lider yalnızca bir öğretmen veya öğreti öğretmeni değildi, o aynı zamanda rejenerasyon öğretmenidir de. Derrida, üstadının sözlerini tefsir ederken bu sözleri Nazizmin prelüdü olarak görmek yerine “devletin etkisine ve onun her yere yayılan söylemine bir başkaldırı” olarak görülmesi taraftarı. Öyle ya da değil halihazırda ülkede yaşanan 15 Temmuz travması akla Nietzche’nin sözlerini getiriyor. Kitleler kuşatmaya alındığına inandıkları Türk ruhunu ancak büyük bir lider tarafından kurtarılabileceğine dair messiyanik bir inanış içinde. Kitle ruhuna göre lider, kurtuluş parkurunda büyük bir ayıklanma süreci ile kendilerine sadece anlatı öğretmenliği değil rejenerasyon öğretmenliği de yapıyor. Bunu yaparken Derrida’nın dediğinin aksine devletin etkisini kırmak için değil bilakis devletin tahkimatı için tüm bunları yaptığı ise ortada.
SİYASET
15 Temmuz'la birlikte devletin bekasına adanmış koalisyonu birleştiren meta anlatı tam da “kan ve toprak” unsuru. Diğer bir ifadeyle Cevdet Paşa'dan bu yana süregelen “unsuri asli” siyaseti etrafında bir konsolidasyon söz konusu. Asli unsurun bekasının sağlanması için tali unsurlara hak değil sorumluluk düşer hipotezi yeniden işbaşında. Burada yeniden Foucault’ya müracaat etmekte fayda var. Zira ona göre biyo-iktidar ırkçılığı yeniden üretmeye muhtaç. “Andımız”ın devlete geri dönüşü tartışmalarından da görüleceği üzere biyolojik ırkçılık yeni siyasalın ruhu olarak başköşede. Devletin yeni elitlerinin beka siyaseti üzerinden hak kuramını “unsuri asli”yi düşünerek yeniden tasnif ettiği aşikar. Aktif ve pasif hak lügatıyla yeni elitler toplumun çoğunluğuna aktif hakları münasip görürken diğer kesime ise pasif hakları veya daha doğrusu sorumluluk ahlakını reva görmekte. Bu ikinci kısmın kamusal meselelerde aktif hakları yok, onların payına düşen vatandaşlık sözde ve dahası bu kesimler “medeni ölü” halinin potansiyelleri. Bu tarz bir rejimde organizmalar kamusal iktidara ait ve de bedenler kamunun malı olarak “yaşamaya değmeyen hayatın” müdavimleri. “Yaşamaya izin verilenler” ise Bozdağ örneğinde olduğu gibi “Türk milletine hizmet etme aşkını” tadanlara lütfedilmekte ancak. Yaşamaya değmeyen hayatlara karar veren iktidar isterse, bir ceset günlerce sokakta da bekletilir isterse kurtla kuşun insafına da terk edilir.
HUKUK
15 Temmuz darbe girişimine verilen yanıt kim ne derse desin siyasal ilişki bakımından kesin bir yasaklama ilişkisidir. Egemen kendini yasak üzerinden topluma sunuyor; yasak, egemenin varlığının apaçık kanıtı. Bir tür “yasaklıyorum o halde varım” sendromu. Egemen veya otorite simgesel anlamda milli iradeye tekabül etmekte ve milli irade de Türk halkının biyolojik hayatının kendisi demek. Bu durumda otorite demek milli irade demek, milli irade demek yasa demek, yasa demek yasak demek. Egemen bundan böyle yürüyen bir yasa/k zaten.
Kant, Pratik Aklın Eleştirisi'nde, şimdi eğer bir hukukun bütün içeriğini, yani bütün irade nesnelerini çıkaracak olsak geride kalacak tek şey bir dizi evrensel yasanın basit bir biçimidir derken haklıydı şüphesiz. Kant, “anlamı olmadan yürürlükte olma”ya işaret ederken kafasında bu tarz hukukun ne özgürleştirdiğini ne de köleleştirdiğini ima ediyordu belli ki. Türkiye’de hukuk şu an tam da “anlamı olmadan yürürlükte olmaya” mükemmel bir örnek. Hukuk, Kafka’nın Dava romanında olduğu gibi kişinin sırf yargılanmak için yargılandığı bir iktidar terbiyecisine dönüşmüş durumda. O kadar ki şu anda suçlu olmak için suçlanmanın yeterli göründüğü bir eşikteyiz. Yine şu sıralarda gözaltına alınmak veya tutuklanmak basit bir cezai müeyyideye hedef olmanın ötesine geçen mistik anlamlara sahip. Ülkenin ana akım medyası ve kamu otoritelerinin gözaltına almayı, tutuklamayı “medeni ölü”, “bitirme”, “arafta bırakma” gibi eskatolojik kavramlarla sunması dikkat çekici.
Öte taraftan hukuk bahsinde Magna Carta’nın “Hiçbir özgür insan hukukun dışında tutulamaz” kaidesini hatırlamak gerek. Arendt, geçen yüzyılın ortalarında mülteci ile ulus devlet rejiminin kaderini birbirine bağlarken Magna Carta’nın pratize edilişinin yumuşak karnını göstermişti bize. Mülteci bir tarafta insan haklarının cisimleştiği şahsiyetti, fakat öte yandan tam da bu kimliği sebebiyle insan hakları kavramının radikal krizini temsil eden şahsiyetti de. Mükemmel bir insanın farazi varoluşu üzerine bina edilen insan hakları anlayışı mülteci kimliği ile tanıştığı ilk anda tuz buz olmuştu böylece. Buradaki mülteci kavramını “tecrit altında tutulan kişi” ile de değiştirebiliriz. Gerçekten de ulus devlet sisteminde insanların güya kutsal ve dokunulamaz olan haklarının devletin rejiminde yaşanan totaliter değişimle birlikte tuzla buz olduğu aşikar. Bu durumda tıpkı mültecinin ulus devletin krizini temsil etmesine benzer şekilde tecrit altında tutulan da aslında ulus devletin krizini simgelemekte. Mülteci, doğum ile milliyet arasında sürekliliği kopartarak modern egemenliğin orijinal kurgusunu krize sokuyorsa tecrit altında tutulan da insan ile vatandaş, hak ile ulusal hukuk arasındaki orijinal kurguyu bozduğu için ulus devleti krize sokmakta. Tıpkı mülteci gibi tecrit altında tutulan da her ne kadar insan haklarından mahrum bırakılsa da onlar “hakların insanı”. 15 Temmuz’dan sonra İmralı’nın dünyaya kapatılmasının altında yatan sebeplerden birinin ülkedeki ulus devletin krizinin ama yalnızca kurumsal kriz değil felsefi krizi olduğu açık.
Peki günümüzde Öcalan örneğinde olduğu gibi bir vatandaş bütünüyle yasanın ve yargı denetiminin dışına nasıl çıkartılabilir? İnsan Hakları Mahkemesi'nin de izinden gittiği Alman hukuku bu tarz anomaliye açık bir geleneğe sahip açıkçası. Belli koşulların oluşması halinde Carl Schmitt’çi ekol “normun yürürlükte kalmaya devam ederek askıya alınabileceğini” ileri sürerek hukukun yasasızlaştırılmasına; yani yasayı, uygulamayarak uygulamaya cevaz vermekte. Burada ilginç olan durum İnsan Hakları Mahkemesi'nin, İnsan Hakları Sözleşmesi yürürlükte olduğu halde sözleşmenin İmralı'ya sokulmamasına göz yumması, hatta teşvik etmesi. “Batı'da hukuk, kraliyetin siparişi ile oluşmuştur” diyen Foucault yerden göğe kadar haklı görünüyor. Roboski ve ardından Öcalan kararında da görüleceği üzere Kürtlerin payına her daim majestelerinin hukukunun düşmesi başka türlü açıklanamaz zira.
KAMP
Tarihte ilk kampın İspanyolların sömürgesi Küba’daki halk ayaklanmasını bastırmak için mi yoksa İngilizlerin Boer savaşında mı inşa edildiği bir muamma. Burada önemli olan tam da kampın sömürgecilik geleneği ile olan bağlantısı. Kampın sömürgecilik ihtiyaçları için bir enstrüman olarak düşünülmesi iki manada önemli. İlki burada cari hukukun sömürenin tamamen keyfine bağlı olması, diğeri de sömüren devletin kendi ulusal hukukunu mümkün mertebe kampın dışında tutması. Burada dikkati çeken ikinci şey kampın, hukukun veya ceza hukukunun dönüştürülmesinden değil sıkıyönetim veya olağanüstü halden türetilmesi.
Beri yandan Almanya’da kamp gerçeği Nazilerin öncesinde var olan bir kurumdu. Kişinin suç unsuru oluşturan herhangi bir davranışından bağımsız olarak sırf devletin güvenliğine yöneltilebilecek bir tehlikenin önüne geçilmesi için gözetime alınması (Schutzhaft) ceza hukukunun dışına taşan bir bağlama sahipti. Burada suç veya suç unsuru değil düşman ve/ya düşman hukuku söz konusu. Devlet vatandaşın suç fiilini soruşturmak yerine düşmanı olarak gördüğü unsuru kampa alarak gözetimine alıyordu. Doğal olarak bu tarz bir sistemde kampın her türlü hukuksal denetimden ve her türlü normal hukuk düzeninden tamamen bağımsız olduğu gerçeği tartışılamaz. Bu manada Arendt’in kampı, ölümün ve yaşamın dışında tarif etmesi doğru fakat eksiktir, zira kamp ölümün ve yaşamın dışında olduğu gibi hukukun da büsbütün dışında. Kamptaki kişi, gerçekte yalnızca tam anlamıyla hukukun dışına atılan veya hukukla ilgisi koparılan birisi değil, hukuk tarafından terk edilen kişi.
HÜLASA
Bütün bu tartışmalardan sonra İmralı, siyasal karar vericilerin gözünde “yaşamaya değmeyen hayatın” merkez üssünü temsil ederken, orada cari olan hukuk tam da “anlamı olmadan yürürlükte olan hukuk”. Hülasa tecrit demek eninde sonunda ceza yasalarının veya hiç değilse infaz hukukunun cari olduğu bir olgusal sorunu ima eder. Oysa İmralı'nın benzersizliği oraya yasaların hiçbir şekilde sızmaması. Velhasıl Rıfat Ilgaz’ın “en değme adam bile burada altı aydan fazla duramaz” dediği İmralı, inşa edilmekte olan yeni rejimin kusursuz bir simülasyonu.
*Bu yazı daha önce Özgür Politika’da yayınlanan başka bir yazının geliştirilmiş ve güncellenmiş halidir.
Kaynakça
1- Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, Ayrıntı Yayınları
2- Giorgio Agamben, Olağanüstü Hal, Varlık yayınları
3- Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, İletişim Yayınları
4- Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, YKY Yayınları
5- Achille Mbembe, Nekro Siyaset, www.ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/, Çev: Abdurrahman Aydın
6- Jacques Derrida, Nietzchelerin Şöleni, Otonom Yayıncılık
7- Fırat Aydınkaya, Türkiye’de Rejim Olarak Faşizm Meselesi, Birikim Dergisi, sayı 330