Parıltının bedeli: Mahpus Demirtaş
AİHM’in Demirtaş kararının önemi, salt Demirtaş’ın birtakım haklarının ihlal edildiğini tespit etmesinden değil, aynı zamanda -ihlallerin hukuksal tahlilini yaparken- ister istemez Türkiye siyasal sisteminin totaliter dönüşümünü başarılı biçimde resmetmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu itibarla, bu karar, Demirtaş’a, HDP’ye ve Türkiye demokrasi güçlerine önemli bir teorik / hukuksal cephane sağlamış görünüyor.
Uğur Kara
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), karar verebilecek duruma geldikten itibaren dokuz ay kadar bekledikten sonra, 20 Kasım 2018 tarihli kararıyla Selahattin Demirtaş’ın özgürlük ve güvenlik hakkı ile serbest seçim hakkının ihlal edildiğine hükmetti. Mahkeme, ayrıca, Demirtaş’ın tutukluluğunun siyasal saiklerle sürdürüldüğü gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) sınırlamaların amaç dışı kullanılamamasını düzenleyen 18. maddesinin de özgürlük ve güvenlik hakkı bağlamında ihlal edildiğini ilan etti. Karardan birkaç saat sonra Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın “Karar bizi bağlamaz. Biz karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” sözleri yankılandı.
HİKÂYENİN BAŞI
Hikayemizin biri Halkların Demokratik Partisi'ne (HDP), diğeri Selahattin Demirtaş’a dair iki veçhesi var. Paris Kürt Konferansı’na katılan vekillerin Sosyal Demokrat Halkçı Parti’den ihracı ve bu ihraca gerek parlamento grubundan gerekse il örgütlerinden gösterilen tepki istifalarıyla, son halkasını HDP’nin oluşturduğu zincirin ilk halkası Halkın Emek Partisi (HEP) vücut bulmuştu (1990). Program ve bileşimi daha sade ve sınırlı olmakla birlikte, HEP sözcüğün tam manasıyla HDP’nin selefi idi. Aydın Güven Gürkan’ın son anda geri adım atması üzerine Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun 1980 öncesi son genel sekreteri olan Fehmi Işıklar genel başkanlığı üstlenecekti. Kürt hareketinin ağırlığı hissedilmekle birlikte, HEP, Türk devrimci ve demokratlarına da kucak açan bir deneyimdi. Ayrıca, Kürt hareketinin de farklı renklerine ev sahipliği yapmaktaydı. Müesses nizam HEP’ten hiç hoşlanmadı. HEP’liler ve HEP ağır bedeller ödedi, nihayetinde parti, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Halefi partiler (ÖZDEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP) ve partililer de aşağı yukarı aynı akıbete uğradı. Mahpusluk, faili meçhuller, partinin kapatılması ya da kendini feshetmek zorunda kalması ata partisi HEP olan bu çizginin kaderi oldu. Bununla birlikte, bu çizgi, belirli bir kitle desteğinin altına hiç düşmedi, tedrici bir yükselme grafiği izledi. Öte yandan, ilki 1995’te olmak üzere, Türkiye’nin diğer ilerici güçleriyle geniş ölçekli ittifaklara yönelmek bu partilerin siyasal ufkunda önceliği olan bir husus olageldi.
Hikayemizin diğer boyutu, hem kurumsal olarak HEP-HDP hattını, hem de doğrudan Selahattin Demirtaş’ı ilgilendiriyor. 1920’ler, 1930’lar boyunca Kürt hareketlerinin ağırlık merkezi Elazığ-Bingöl-Dersim hattında konumlanıyordu. Cumhuriyet tarihinin ilk büyük isyan ve direnişleri bu sahada zuhur etti. Örneğin bu hattın atmosferi, Elazığ Cezaevi’nde Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ‘ana akım’ bir komünistten Kürt ulusal sorununa ilgi duyan, soruna kafa yoran (İhtiyat Kuvvet: Milliyet Şark’ı burada yazacaktı) ayrıksı bir komüniste dönüştürmüştü. Kürt hareketinin ağırlık merkezi yer değiştirip buralar devlet tarafından fethedildikten sonra da, bu dönemin epik hikayeleri kuşaktan kuşağa aktarıldı ve özellikle yurtsever ailelerin evlerinde yankılandı. Örneğin, 1925 Hadisesinin önemli figürleri, -Demirtaş’ın annesinin köyü (Palu) Ekrag /Ekrek’ten- Ömer Zer’in ve Yado’nun hikayeleri gibi.
Elazığ-Palulu bir ailenin çocuğu olan Demirtaş modern Kürt hareketinin merkezi Diyarbakır'da (Amed) yetişti, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra insan hakları mücadelesine hukukçu kimliğiyle katıldı, bilahare aktif siyasete geçti ve 2007’de parlamentoya girdi. Özel bir sohbette söylediği , “aslında memleketimde sadece avukatlık yapmayı tercih ederdim, ama koşullar başka sorumlulukları önümüze koydu” tespiti, kariyerizmden uzak birinin bakış açısını yansıtıyor. Siyasal rakipleri karşısındaki özgüvenli dik duruşu, parlak zekası, hitabet gücü, yapaylıktan uzak sempatik jest ve mimikleri ile geniş kitleler tarafından sevildi ve Türkiye siyasal tarihinde müstesna bir konuma ulaştı. Parıltısı, HDP’nin Türk kamuoyu tarafından da sahiplenilmeye başlanmasında önemli bir kaldıraç oldu. 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı yüzde 9,76’lık oy, HDP’nin 2015 seçim başarılarının işaret fişeğiydi. Bu etkileyici, genç lider, müesses nizamın Kürtler için ördüğü izolasyon çemberinin kırılmasında başat bir rol üstleniyor, Kürt, Türk, Ermeni, Süryani, Çerkes, Alevi, Sünni, ülkenin bütün renkleri HDP’nin Haziran 2015 seçim başarısı sayesinde meclise taşınıyordu. AKP ilk kez hükümet kuracak çoğunluğu kaybetmişti. AKP ve müesses nizam için alarm zilleri çalmaktaydı.
ISKALANAN BARIŞ VE KARŞI DALGANIN YÜKSELİŞİ
İlk kez 2009 yazında açıklanan, adına önce “demokratik açılım”, sonra “milli birlik ve kardeşlik projesi” denen, ciddi kesintilerden sonra 2013 başında yeniden başlayan “çözüm süreci” 28 Şubat 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı” ile zirveye ulaştı. Mutabakat için aynı gün “bu hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” diyen Erdoğan, sadece birkaç hafta sonra mutabakatı tanımadığını, çözüm süreci, masa diye bir şeyin artık söz konusu olamayacağını ilan etti. Bilahare, adına “Çöktürme Planı” denen bir planlamanın Milli Güvenlik Kurulu ve hükümet tarafından 2014 yazı ve sonbaharında hazırlandığı öğrenildi (Burada sembolik anlamı yüksek bir nüans olduğu söylenebilir. Planın adı çökertme değil çöktürme; diz çöktürmeye gönderme yapıyor ve Cumhuriyet’in kadim tedip, tenkil harekatlarını çağrıştırıyor). Haziran 2015 seçimlerinin arefesinde başlayan şiddet, seçimlerden sonra tırmandı, büyük barış insanı Tahir Elçi’nin katledildiği, mahallelerin haritadan silindiği, vahşet bodrumlarının yaşandığı bir tufan için perde aralandı.
Tufanın başlarında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “[…] bu partinin [HDP’nin] yöneticilerinin bunun bedelini ödemeleri gerekiyor. Bunları dokunulmazlık zırhından sıyırmak suretiyle, biz sırtımızı şuraya buraya dayıyoruz diyenler bu ifadelerin bedelini ödemelidirler” (28 Temmuz 2015), keza aynı doğrultuda, “[HDP’nin] İki eşbaşkanının yaptığı açıklamalar kesinlikle anayasa suçu […] Dokunulmazlıkların kaldırılması suretiyle başlayacak süreç, inanıyorum ki terörle mücadele açısından ülkemizdeki havayı da olumlu yönde etkileyecektir” (2 Ocak 2016) şeklindeki açıklamaları HDP ve Demirtaş ile ilgili olarak yaşanacakların işaret fişeğiydi.
FEZLEKE SAĞANAĞI VE 4 KASIM OPERASYONU
Avukatı Mahsuni Karaman’ın paylaştığı bilgilere göre, Demirtaş hakkında 96 fezleke hazırlanmış. Bunlardan 48’i 2007-2014 dönemini, kalan 48’i ise 20 Mayıs 2016 tarihine kadarki yaklaşık bir buçuk yıllık dönemi kapsıyor. 46 fezleke, Erdoğan’ın “bunların dokunulmazlıkları kaldırılsın” çağrısını yaptığı 28 Temmuz 2015 sonrasının on aylık döneminde düzenlenmiş. Hatta 15’i dokunulmazlıkları kaldıran anayasa değişikliğinin Meclis’te görüşüldüğü sırada hazırlanmış, sonuncu fezleke de değişiklik görüşmelerinin son gününde çıkarılıp resmi kurye ile Adalet Bakanlığı’na ulaştırılmış.
Fezlekelere konu eylemler, Demirtaş’ın 2007’den itibaren Meclis kürsüsünden de ifade ettiği siyasi görüşleri, çözüm önerileri ve kamuoyu önünde şeffaf biçimde yürüttüğü siyasal faaliyetlerinden ibaret. Suçlamalar, terör örgütü propagandası yapmak, suç ve suçluyu övmek, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet, örgüt üyesi olmak, örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, devletin kurum ve organlarını aşağılamak, cumhurbaşkanına hakaret, başbakan ve diğer kişilere hakaret gibi geniş bir yelpazeye yayılıyor. Demirtaş 32 davadan tutuksuz, 31 fezlekeden kaynaklanan suç iddialarının birleştirildiği tek bir soruşturma ve davadan ise tutuklu yargılanmakta.
Gözaltı ve tutuklamayla sonuçlanan operasyonlar on beş HDP’li milletvekiline yönelik olarak, 4 Kasım 2016’da dört farklı ilin başsavcılığı tarafından gerçekleştirildi. Türkiye hukuk sisteminde dört farklı başsavcılığı aynı anda harekete geçirip eş zamanlı operasyon yaptıracak bir hukuksal mekanizma, bir usul kuralı bulunmuyor. Bu bilgi, sürecin mahiyetini anlamayı kolaylaştıran önemli bir ayrıntı.
Demirtaş’ın tutukluluğu ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’ne 17 Kasım 2016 tarihinde yaptığı başvuru, mahkemece 21 Aralık 2017 tarihinde kabul edilemez bulunarak reddedildi. Demirtaş, erken seçim kararı alınması ve kendisinin cumhurbaşkanı adaylığı dolayısıyla 29 Mayıs 2018’de ikinci bir başvuru daha yaptı. Bu başvuru, mahkemece hala sonuçlandırılmış değil.
AİHM'İN DEMİRTAŞ KARARI: GEÇ GELEN ADALET
AİHM, Demirtaş’ın, tutukluluğunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5., 10., 18. maddeleri ile 1 no'lu ek Protokol’ün 3. maddesini ihlal ettiği iddialarıyla kendisine 20 Şubat 2017 tarihinde yaptığı başvuruyu yirmi bir ay sonra 20 Kasım 2018’de karara bağladı.
Öncelikle söylemek gerekir ki, konunun önemi, AİHM’in karara çıkabilmek için usulî süreçleri aylar önce tamamlamış olması gibi hususlar dikkate alındığında çok geç verilmiş (ya da açıklanmış) bir karar. Mahkeme, Demirtaş’ın tutukluluğunun 16 Nisan Referandumu sürecinde ‘Hayır’ cephesinin referandum kampanyası üzerinde olumsuz etkisi olduğunu belirtip (paragraf 265), dahası 24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminde altı adaydan biri olan Demirtaş’ın içeride olduğuna (paragraf 266) dikkat çekiyor. Lakin, Mahkeme vakitlice karar verseydi, Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçim sürecinde tahliyesi bugüne oranla daha muhtemeldi. Rejimin totaliter inşası bugünkünden daha geri bir noktada idi. Demirtaş’ı tutuklu yargılayan Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi yargıçlarından birinin seçim sürecinde tahliye yönünde karşı oy yazdığını da bu bağlamda hatırlamak gerekir. Muhtemel bir tahliye, seçim sürecinde sadece HDP’ye değil, genel olarak muhalefet cephesine büyük bir enerji getirirdi. AİHM’in Türkiye’de demokrasinin ve hukukun kalan son kırıntılarının kurtarılabileceği böyle kritik bir süreci sessizlikle geçirip aylar sonra kararını açıklaması çok büyük soru işaretleri yaratmıştır. Tekil düzeyde AİHM yargıçlarının hukuk nosyonu ile hareket eden bireyler olduğu varsayımından hareket edelim. Bununla birlikte, tek tek ağaçlara değil ormana odaklanacak olursak, AİHM’in Avrupa Konseyi’nin bir organı olduğunu, Avrupa Konseyi’nin de dünya müesses nizamının gardiyanlarından olduğunu denklem dışında tutmamak gerekir. Dünya müesses nizamı, Üçüncü Dünya’da demokrasinin, insan haklarının, laikliğin korunması ile alakadar görünmemektedir. Demirtaş kararının bu denli geç açıklanmasındaki leke, AİHM’in ve Avrupa Konseyi’nin üzerinde daima duracaktır.
Kararın içeriğine gelince, bu kararın çok önemli olduğu kuşkusuzdur. Öncelikle, AİHM, Demirtaş’ın tutukluluğunu haklı kılacak yeterli gerekçelendirmenin Türk yargı makamları tarafından yapılamadığını tespit etmiştir. Mahkemeye göre gözaltı tutukluluğa dönüştüğünde yargı makamları artık makul şüphe kavramına sığınamayacağı gibi, genel, kalıplaşmış ifadelere başvurmadan tutuklamayı somut olarak gerekçelendirebilmelidir (paragraf 184-185). Oysa Türk yargı makamları, delil durumu, kaçma şüphesi, suçun ve öngörülen cezanın ağırlığı, delilleri karartma şüphesi gibi kalıp gerekçelere sığınmıştır (paragraf 188-193). Bu itibarla, Sözleşme’nin özgürlük ve güvenlik hakkını düzenleyen 5. maddesinin tutukluyken makul sürede yargılanma veya yargılama sürerken salıverilme hakkını düzenleyen 3. fıkrası ihlal edilmiştir (paragraf 196).
Diğer yandan, Mahkeme, Sözleşme’ye ek 1 nolu Protokol’ün 3. maddesinde düzenlenen serbest seçim hakkının, Türk hükümetinin savunduğunun aksine, sadece seçimlere katılabilme hakkıyla sınırlı olmadığını, bunun aynı zamanda parlamenter faaliyetleri, görevleri sürdürebilme hakkını kapsadığını kaydetmiştir (paragraf 234). Demirtaş’ın tutuklu kaldığı süre zarfında, vekilliğinin sonlandığı 24 Haziran 2018’e kadar, bir yıl, yedi ay ve yirmi gün süreyle parlamenterlik görevlerini yerine getiremediğine işaret eden Mahkeme, bunun serbest seçim hakkına müdahale oluşturduğu kanaatine varmış (paragraf 236) ve ihlale hükmetmiştir (paragraf 241). Ne tutukluluğun devamına hükmeden, tahliye başvurularını reddeden mahkemelerin ne de Anayasa Mahkemesi’nin Demirtaş’ın salt bir parlamenter değil, ülkenin muhalefetinin liderlerinden biri olmasının onun vekillik sorumluluklarını yerine getirebilmesinin yüksek bir korumayı gerektirdiğine yeterli ilgiyi göstermediğine dikkat çeken Mahkeme, aynı makamların bu denli uzun bir tutukluluk süresini haklı kılacak zorlayıcı nedenleri gösteremediğine işaret etmiştir (paragraf 238). Mahkeme’ye göre bu durum, hem Demirtaş’ın seçilme ve parlamentoda bulunma hakkına, hem de [onu seçen] kamuoyunun ifade özgürlüğüne haksız bir müdahale oluşturmuştur (paragraf 240)
Çarpıcı olarak, AİHM, Sözleşme’nin sınırlamaların kötüye kullanılması yasağını düzenleyen 18. maddesinin de ihlal edildiği iddiasını ciddiye almış ve mezkûr maddenin somut vakaya akislerini özgürlük ve güvenlik hakkı bağlamında irdelemiştir. Mahkeme’nin bu tartışmaya girmek suretiyle vardığı sonuçlar Türkiye siyasal sisteminin geldiği noktanın bir uluslararası yargı mercii tarafından resmedilmesi bakımından çarpıcı durmaktadır. Bu fasılda üçüncü taraf olarak davaya müdahil olmuş İnsan Hakları Komiseri’nin görüşleri dikkat çekicidir ve karar metninde yerini almıştır. Komiser’e göre, Türkiye’de yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının bariz aşınması neticesinde ifade özgürlüğünü kullanmak ziyadesiyle zordur. Bu bağlamda ifade özgürlüğünü, özgürlük ve güvenlik hakkını sadece parlamenterler için değil resmî politikaları özellikle de Türkiye’nin güneydoğusu ile ilgili olarak eleştiren belediye başkanları, akademisyenler, gazeteciler, insan hakları savunucuları için de bariz biçimde sınırlayan sayısız ceza kovuşturması vakası mevcuttur. Kanunlar ve ceza kovuşturmaları şu an itibariyle muhalif sesleri susturmak için kullanılmaktadır (paragraf 253). Mahkeme, HDP’lilerin özellikle siyasi konuşmaları yüzünden maruz kaldığı cezai süreçlere dikkat çektikten sonra, davaya müdahil gözlemcilerin, ama özellikle de mevcut durumda kanunların ve ceza kovuşturmalarının muhalif sesleri susturmak için kullanıldığını söyleyen İnsan Hakları Komiseri’nin görüşlerini dikkate alarak, Demirtaş’ın tutukluluğunun uzatılmasına yönelik kararların belirli bir şemaya uygun olduğu kanaatine varmıştır (paragraf 264). Türkiye’de anayasal sistemi değiştiren referandum sürecinde ve normalde 2019’da yapılacakken erkene alınan 2018 milletvekilliği seçimlerinde ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın içeride tutulduğuna işaret eden Mahkeme (paragraf 265, 266), onun tutukluluğunun sürdürülmesinde aynı zamanda siyasal bir amaç olduğu yargısına ulaşmıştır (paragraf 267).
Mahkeme’ye göre, her ne kadar Demirtaş hakkında ceza soruşturmaları yıllardır devam ediyor idiyse de, onun yasama dokunulmazlığının kaldırılması sürecini başlatan “çözüm süreci”nin sonlanmasına kadar bu soruşturmalarda kayda değer bir ilerleme görülmemiştir. Her ne kadar, Demirtaş hakkındaki soruşturma Türkiye Cumhurbaşkanının konuşmaları neticesinde başlamadıysa da, onun “bu partinin [HDP] temsilcileri bedel ödemelidir” sözünü takiben hız kazanmıştır (paragraf 270). Sonuç olarak Mahkeme, bu veriler ışığında ve özellikle ulusal makamların Demirtaş’ın tutukluluğunu mütemadiyen uzatan kararlarında basitçe kanunun öngördüğü hazır gerekçeler listesinden oluşan yetersiz gerekçelere dayanması dolayısıyla, referandum ve cumhurbaşkanlığı seçimi gibi önemli iki kampanya boyunca Demirtaş’ın tutukluluğunun uzatılmasının, demokratik toplum kavramının temelini oluşturan çoğulculuğu ve siyasal tartışma özgürlüğünü boğma şeklinde bariz bir örtük amacı izlediği kanaatine varmış (paragraf 273) ve 5. madde bağlamında 18. maddenin de ihlal edildiğine hükmetmiştir (paragraf 274).
Mahkeme, hüküm kısmında, yukarıda belirtilen ihlalleri yinelemenin yanında, Demirtaş’ın tutukluluğuna son verecek bütün gerekli önlemlerin davalı devlet (Türkiye) tarafından alınmasına oybirliği ile karar verdiğini de belirtmiştir (13. bent).
SON SÖZ
AİHM’in Demirtaş kararının önemi, salt Demirtaş’ın birtakım haklarının ihlal edildiğini tespit etmesinden değil, aynı zamanda -ihlallerin hukuksal tahlilini yaparken- ister istemez Türkiye siyasal sisteminin totaliter dönüşümünü başarılı biçimde resmetmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu itibarla, bu karar, Demirtaş’a, HDP’ye ve Türkiye demokrasi güçlerine önemli bir teorik / hukuksal cephane sağlamış görünüyor. Bununla birlikte, söz konusu kararın etki gücü, 24 Haziran 2018 seçimleriyle Türkiye’de ‘süper başkanlık sistemi’nin yürürlüğe girmesinden sonra açıklanmış olmasıyla zedelenmiş bulunuyor. Kararın bu denli gecikmesindeki muamma, AİHM’in dünya müesses nizamının gardiyanlarından Avrupa Konseyi’nin -bunu fiilen Batı Avrupa’nın önde gelen ülkeleri olarak okumak mümkün- bir organı olması, söz konusu nizamın şu an itibariyle ‘Yeni Türkiye’nin yeni siyasi elitiyle uyum içinde bulunması, Türkiye’deki veya bir başka çevre ülkedeki anti-demokratik savruluşların bu nizam için birincil bir mesele olmamasında açıklamasını buluyor gibi.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamış ve onaylamış, başka bir ifadeyle bu sözleşmeye taraf bir ülke. Sözleşme’nin denetim sistemine bireysel başvuru hakkını 1987’de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini 1990’da tanımış bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesine göre “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir”. Aynı maddenin son cümlesi usulüne göre yürürlüğe konulmuş ve konusu (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi) temel hak ve özgürlükler olan “milletlerarası andlaşmalar”ı kanunların da üstüne yerleştiriyor. Anayasa gereğince bu mertebeye taşınan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46. maddesi, Sözleşme’ye taraf devletlerin AİHM’in kararlarına uymayı taahhüt ettiğini söylüyor. Bu itibarla, AİHM’in Demirtaş kararının, normal şartlar altında, Anayasa’nın 90. maddesi ve Sözleşme’nin 46. maddesi gereğince Türkiye için bağlayıcı olduğu açık. Buna karşılık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 Kasım 2018 tarihli açıklamasında da AİHM’in Demirtaş kararını tanımama tavrını sürdürdüğü görülmektedir. Erdoğan’ın, “karşı hamlemizi yapar, işi bitiririz” sözü, kararın açıkça uygulanmamasının veya dolaylı biçimde etkisizleştirilmeye çalışılmasının muhtemel olduğunu düşündürüyor.
AİHM’in kararlarına uyulmaması durumunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin öngördüğü bir yaptırım bulunmuyor. Bununla birlikte, 1949 tarihli Avrupa Konseyi Kuruluş Statüsü’nün 8. maddesinin böyle bir durumda söz konusu üye devletin Konsey üyeliğinin askıya alınması (bir süreliğine temsil hakkından yoksun bırakılması) ve hatta üyelikten çıkarılmasına cevaz verdiği söylenebilir. Öte yandan böyle bir yaptırımın işletilmesi reelpolitik ile ilgili bir durum. Türkiye’de uzunca bir süredir Anayasa’nın insan hakları için öngördüğü güvenceler işlevsizleşmiş, AİHM’in Demirtaş kararında da ima edildiği gibi, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi çökmüş durumda. Bütün bunlar dünyanın ve bu arada Avrupa Konseyi’nin gözleri önünde cereyan ediyor. Kararının uygulanıp uygulanmamasının tartışıldığı AİHM’in söz konusu kararı, bu kararın siyasal-hukuksal etki kapasitesinin nispeten zayıfladığı bir momentte açıklamayı uygun gördüğünü de hatırlamak gerekiyor.
Türkiye siyasal sistemi totaliter dönüşümünü sürdürürken, bu dönüşüme uygun olarak, Demirtaş, kalibresinin ve parıltısının bedelini ödüyor. Tutuklu bulunduğu süre zarfında gerek avukatları aracılığıyla yayımladığı açıklamalar gerek mahkemelerdeki tavrı ile de liderliğinin çapını göstermiş bulunuyor. Rejimin totaliterleşmesi, muhalefet etme biçimlerini uzun erimli düşünmeyi gerektiriyor. Bu yazının yazıldığı saatlerde, Edirne Cezaevi, bol miktarda sabır sebat gerektirecek uzun bir muhalefet sürecine, Türkiye’nin bütün demokrasi güçleri bakımından öncülük yapabilecek en güçlü adayı ‘konuk’ etmeye devam ediyor.
Not: Selahattin Demirtaş’ın fezleke ve davaları hakkındaki bilgileri benimle paylaşan değerli dostum Avukat Mahsuni Karaman’a teşekkür ediyorum.