Demokrasi sökümü çağında yurttaş kalma mücadelesi
Bireysel ve kolektif tarihlerimizden hesap sorulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Mevcut iktidar bize “her yaptığınız size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir (!)” diye sık sık mesaj veriyor, aba altından ya da üstünden sopasını gösteriyor.
Ayşen Uysal*
Dünyanın farklı coğrafyalarından protesto eylemlerine müdahale haberleri ardı ardına gelmeye devam ediyor. ABD, Fransa, Latin Amerika ülkeleri vs. Türkiye de protesto eylemlerine müsamaha göstermeyen ve şiddet uygulayan ülkeler arasında başı çekmeyi sürdürüyor. Güvenlik güçleri en son 25 Kasım’da kadın yürüyüşüne bariyerler, cop ve gaz bombası ile yanıt vermişti. “Ne zaman müdahaleci değildi ki?” diye sorabilirsiniz, ki sorunuz hiç de haksız sayılmaz. Ne de olsa Türkiye sokakta siyasetin normalleşemediği bir ülke. Bununla birlikte içinden geçtiğimiz dönem sokakta siyasetin 1970’ler ertesinde olağanlaştığı/normalleştiği ülkeler açısından bile bir daralmaya işaret ediyor. Öyle ki, bu ülkelerden birinde Temmuz 2019’da düzenlenecek olan siyaset bilimi kongresine önerilen 100 kadar atölyeden önemli bir bölümü otoriter sistemler, otoriter çağ, demokrasi sökümü (dé-démocratisation karşılığı olarak kullanıyorum), otoriter dönemlerde kitle seferberlikleri, demokrasi çözülürken protesto, vs. üzerine düşünmeyi ve tartışmayı hedefliyor. İçinden geçtiğimiz dönemde siyasal sistemlerin nasıl adlandırılacağı (faşizm, otoriter sistemler, demokrasi sökümü, vs.) tartışıla dursun, yılların ve hatta yüzyılların mücadelesine dayanan haklarımız bir bir elimizden kayıyor. Haklarımızdan soyunduruluyoruz.
Başka birçok hakkımızın yanında siyasal katılma haklarımızın kullanımı olanaksızlaşıyor. Kâğıt üzerinde mevcut olsalar bile, pratikte kullanamıyoruz. Protesto hakkımız içlerinde en fazla budananlardan. Ülkede protesto eylemi düzenlemek bir süredir ne mümkün! Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önünde süregiden eylemlerine, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü için düzenlenen eylemlere katılanlara polis göz açtırmıyor. Sadece bundan sonra düzenlenecek olanlara değil, daha önceden düzenlenmiş olanlara yönelik de bir suçlulaştırma kampanyası sürüyor. Öyle ki, yıllar önce katıldığımız ve veya düzenlediğimiz bir eylem beş yıl ya da hatta on yıl sonra önümüze bir ceza soruşturması olarak gelebiliyor. Bireysel ve kolektif tarihlerimizden hesap sorulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Mevcut iktidar bize “her yaptığınız size yol, su, elektrik olarak geri dönecektir (!)” diye sık sık mesaj veriyor, aba altından ya da üstünden sopasını gösteriyor.
Durum o kadar vahim ki, toplumsal hareketler konusunda düzenlediğiniz bilimsel toplantılar bile bir gün size ceza soruşturması olarak dönebilir. Toplumsal hareketler uzmanı bilim insanlarının on yıllardır üzerine kafa yorduğu düşünce ve pratiklerin uluslararası dolaşımı, baskıcı/otoriter sistemlerde protestonun aldığı biçimler, eylem repertuvarı gibi meseleler komplocu otoriter zihniyetin elinde birer suç nesnesine dönüşmüş durumda. Oysa mesele toplumsal hareketler ve siyasal katılım uzmanları için son derece açık; düşünce ve pratikler bir ülkeden diğerine, bir coğrafyadan diğerine ithal/ihraç edilir, uluslararası dolaşıma girer. O nedenledir ki, Pinochet dönemi Şili’sinde askeri rejimi protesto etmek için düzenlenen ışık söndürme eylemlerinin pratikleri, 1997 Türkiye’sinde mafya ve siyaset ilişkilerini protesto etmek için de kullanıldı. İnsanlar başlarına geleni anlamlandırmak, ona meydan okumak ve onun üstesinden gelebilmek için bir pratik dağarcığına sahipler ve bu araçlar sonsuz değil. Toplumsal grubun niteliğine, ülkedeki siyasal kültüre, tarihsel deneyime göre az çok farklılık gösterse de nihayetinde belli bir repertuvar içinden bu mücadele araçları seçilir. Bazen bir imza kampanyası, bazen bir tiyatro sahnesi, bazen müzik ve dans, bazen de giyiniş biçimleri bir düşünceye ya da politikaya karşı çıktığımızı anlatmamıza olanak sağlar. İran’da kadınların “erkek işlerine” soyunarak kendilerine dayatılan yaşama karşı çıkmalarında, Arjantin’de tiyatro sahnesinin “korku ortamını aşmak için” eylem alanına dönüşmesinde ya da Meksika’da “iktidarın kalbinde çadır kurma” eylemlerinin seçim usulsüzlüklerini ifşa etmesinde olduğu gibi. Sanat, eylem repertuvarını çeşitlendirmenin en önemli araçlarından biri. Özellikle de şiddetsiz eylemlerin. Bu şiddet içermeyen ya da şiddet karşıtı eylem biçimlerinin “cebir ve şiddet kullanarak hükümetleri düşürmekle” itham edilmesi de meselenin trajikomik yönü: Suç aleti olarak piyano! “Barışçıl eylem biçimleriyle ve şiddeti reddederek şiddet kullanmak” ? İfade size de mantıksal açıdan “süper (!)” görünmüyor mu? Bu ifade, yönetenlerin illiyet bağı kaygısı gütmeden konuşabildikleri/icra edebildikleri bir dönemden geçtiğimizin de somut bir göstergesi olsa gerek.
Ayrıca, bir ülkede düzenlenen eylemlere başka ülke yurttaşları da katılabilir. Deneyim paylaşımı yaparlar. Hatta “eylem turizmi” de mümkün, geziler yurt içi veya yurt dışı olabilir ?. Nasıl 1 Mayıs’lara bazen İstanbul’da katılmak için başka kentlerden atlayıp toplu ya da bireysel gidiliyorsa, nasıl karşıt küreselleşme hareketlerinde örneğin Londra’da düzenlenen bir sosyal foruma başka birçok ülkeden katılımcı gidiyorsa öyle. Hiçbir eylem “yerli ve milli” olmak zorunda değil. Zira mevzuat da öyle diyor. 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu “Yabancıların bu kanun hükümlerine göre toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemeleri, İçişleri Bakanlığı'nın iznine bağlıdır. Yabancıların bu kanuna göre düzenlenen toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde topluluğa hitap etmeleri, afiş, pankart, resim, flama, levha, araç ve gereçler taşımaları, toplantının yapılacağı mahallin en büyük mülkî idare amirliğine toplantıdan en az kırk sekiz saat önce yapılacak bildirimle mümkündür” der. Düzenlemeden de açıkça anlaşılabileceği üzere, yabancıların eylemlere katılımı herhangi bir kısıta tabi değil, kısıt eylemin düzenleyicisi olmaları konusunda. Kaldı ki, eylem düzenlemelerini bile yasaklamıyor, sadece İçişleri Bakanlığı'nın iznine tabi tutuyor. Durum böyle olmakla birlikte, emniyet ve savcılıklar kolaylıkla hukuk dışı iddialarda bulunup “yurt dışından eylemci ithalinden” söz edebiliyor. Karşı karşıya bulunduğumuz bir “aşikâr ve hukuki olanın suçlulaştırılması ve komplo teorilerine malzeme edilmesi” durumu. Böyle bir ortamda siyasete müdahil olmaya ve yurttaş kalmaya çalışıyoruz. Hukukun, illiyet bağının, düşünce ve mantığın “out”, hukuk dışılığın/anti-hukukun ve rabıtasızlığın “in” olduğu bir dönemde siyasal katılımı hâlâ mümkün kılmaya çalışma mücadelesi söz konusu olan. Bu bir yurttaş kalma mücadelesi.
*Prof. Dr.