Ayağımızı yere bas(a)mamak
Bugüne kadar seyirci kaldıklarımızdan –dolayısıyla kaçırılan fırsatlardan- hiç mi ders almayacağız? Ne zaman, nerede, hangi nedenle patlak verip hangi biçimde gelişeceğini bugünden kestiremeyecek olsak bile geleceği kesin olan bundan sonraki patlamaları da aynı rehavet ve aymazlıkla seyretmeyi sürdürecek miyiz?..
H. Selim Açan
Faşizmin tarih sahnesine yeni çıktığı 1930’lu yıllarda, ona karşı etkili bir savaşımın nasıl yürütülmesi gerektiğine dair tartışmalar sırasında, dönemin bütün komünist önderleri, işçi ve emekçi kitlelerin ruh hallerini, günlük ihtiyaç ve beklentilerini dikkate almayıp bu temelde giriştikleri eylemlere kayıtsız kalmanın nasıl vahim bir hata olduğunun altını ısrarla çizerler. Örnek olarak, Dimitrov ve Togliatti’nin yazıları ve konuşmalarında çok karşılaşırız bu yöndeki uyarılarla.
Bu uyarılar, çoğu kez, belirli kalıplara saplanıp kalındığı için gerçeklerden - dolayısıyla kitlelerden- kopan dogmatizmin eleştirisi olarak çıkar karşımıza. Örneğin Dimitrov, Komintern’in 7. Kongresi’ne sunduğu ünlü raporunda, “Faşist diktatörlükle savaşırken istek ile olguyu karıştırmak çok tehlikelidir. Olgulara dayanmalıyız, gerçek somut duruma” uyarısında bulunur. Aynı Rapor’un başka bir yerinde, bu kez, “Önceden tasarlanmış bütün kalıplara karşıyız. Herhangi bir yerde ya da her yerde belli kalıplara göre davranmak yerine somut durumu -belli bir yer ve zaman içinde- ele almak ve buna göre davranmak istiyoruz. Değişik durumlarda komünistlerin davranışları aynı olamaz” diyerek tekrarlar uyarısını.
Bu gerçekçilik, doğal olarak, kitlelere yaklaşım ve onlarla ilişkiler sırasında da gerekli ve geçerlidir: “...kitleler oldukları gibi alınmalıdır, bizim kendilerini görmeyi arzuladığımız şekilde değil. Bu kitleler, ancak kavga sırasında kuşkularından ve kararsızlıklarından kurtulacaklardır”.
Komünist kadrolar –hatta partilerin- bu konuda hâlâ nasıl tutucu bir dogmatizm içinde olduklarına dair Kongre’nin kapanış konuşması sırasında verdiği bir örnek ise çok çarpıcıdır. Berlin’de yapılan bir işsizler toplantısı sırasında kürsüye çıkan bir faşist propagandacının kitlenin nabzını nasıl ustaca yakaladığını; buna karşın, salondaki izleyicilerin ısrarı üzerine konuşmasına izin verilen bir komünistin, “çok şey söylüyormuş” gibi görünen kalıpları tekrarlayarak, “yapılması gereken şeyleri somut bir biçimde onun ağzından duymak isteyen” salondaki kitleyi nasıl hayal kırıklığına uğrattığını anlatır verdiği örnekle. Dimitrov, sözünü, “Faşistlerin bu konuda birçok yoldaşımızdan daha becerikli ve esnek davrandıklarını inkar edemeyiz” diye bağlar.
Dimitrov’un bu örnekle anlatmaya çalıştığı fark, maalesef ne o dönemle ne de tek tek bazı komünist kadrolarla sınırlıdır. Komünist hareketin, 1989’da utanç verici bir iflasla noktalanan tarihsel yenilgisinin ana nedenlerinden biri yatar aslında bu örneğin arka planında.
“Hayatı kalıplara sığdırmaya çalışmak” şeklinde tanımlayabiliriz, komünist parti ve bireylerin artık yapısallaşmış olan bu tarihsel zaafını.
Bu yaklaşım tarzı nedeniyledir ki, kafamızdaki kalıplara uymayan, onlardan farklı bir tarzda gelişip farklı biçimlere bürünmüş olarak karşımıza çıkan gerçeklerle yüz yüze kaldığımızda, ya onları yok sayar, görmemezlikten gelir, kayıtsızca seyrederiz ya da küçümser, karalar, illa bir kulp takmaya çalışırız. Bu dogmatizm bizi hayattan da koparır, kitlelerden de.
Bu tutuculuk, sadece düşünme tembelliği ya da teorik gerilikten kaynaklanmaz. Başta gelen nedenleri arasında bunlar da olmakla birlikte, kimi durum ve zamanlarda da, “istemeden bir hata yapma” korkusu, “sınıfı ve emekçi kitleleri tarihsel çıkarlarına ters yollara sürükleme” korkusu, “teoriye ya da parti politikalarına ters düşme” korkusu gibi halisane niyetlerden de kaynaklanabilir. Fakat doğurduğu sonuçlar değişmez.
Uzun boylu tarihsel örneklere girmeden, kısaca “Arap Baharı” olarak bilinen halk isyanları sırasında ya da Gezi isyanının ilk zamanlarında kimi “komünistlerin” sergiledikleri yaklaşım ve tutumları hatırlamak herhalde yeterli olur.
Benzer bir dogmatik bağnazlık, şu günlerde, Fransa’da başlayıp Belçika ve Almanya’ya da sıçrayan “Sarı Yelekliler” (Gilets Jaunes) eylemleri karşısında kendini gösteriyor.
Hareketin doğum yeri Fransa’da bile, kendilerini “solcu” olarak tanımlayan parti, sendika ve çevrelerin çoğu, mazot ve benzin fiyatlarına konulan yeni vergilere tepki temelinde örgütlenip hızla kitleselleşerek militanlaşan bu harekete hâlâ uzak duruyor. Gerekçeleri ise, Le Pen’ciler başta olmak üzere kimi yörelerde eylemlerin başını irili-ufaklı faşist parti ve çevrelere mensup unsurların çekmesi, Fransız bayrağı ve ulusal marş gibi milliyetçi sembol ve söylemlerin fazlaca kullanılıyor olması. Harekete, “küçük burjuvazinin ekonomik çıkarlarının yön verdiği bencil ve gerici bir ekonomik tepki” olarak dudak büküp aşağılayanların sayısı da az değil. Çevreciler ise, mazota ve benzine konulan yeni vergilerin “karbon salınımını azaltmayı amaçlaması” görünümünden hareketle eylemlere uzak ve mesafeli.
Bu itirazların her birinde haklı yanlar var. Fakat, “hareketin özünü bunlar mı oluşturuyor” ya da “bunlar, bu kadar yaygın ve inatçı bir kitle hareketine uzak durmanın gerekçesi olabilir mi” sorusunu soracak olursanız, nasıl dogmatik bir bağnazlık ve siyasal körlükle karşı karşıya olunduğu gerçeği görünür olmaya başlar.
Sarı Yelekliler, her şeyden önce, hem sözlük hem de siyasal anlamda tam bir taban hareketi. Hareketin fitilini ateşleyen, herhangi bir parti ya da örgüte mensup olmayan 50’li yaşlarını aşmış bir kadının sosyal medyada dolaşıma soktuğu bir video. 8 milyona yakın insan tarafından izlenen bu videoda, J. Moraud, neoliberalizmin pervasız bir uygulayıcısı olan başkan Macron’a “söyle, nereye gidiyoruz” diye soruyordu. “Mazot fiyatlarını artırdınız, emeklilerin vergilerini artırdınız, radarlarınız çalışıyor, ceza yağdırıyorsunuz, bisikletlere bile ruhsat getiriyor, Paris gibi büyük kentlere parayla girileceğini söylüyorsunuz. Artık yeter!” diyerek isyan ediyordu.
Moraud’nun bu isyanı, işbaşına geldiğinden bu yana, kamuoyunun tepkilerine aldırmadan “reform” adı altında neredeyse her ay yeni bir neoliberal sömürü ve soygun önlemini yürürlüğe sokan Macron yönetimine karşı birikmiş tepkileri bir kez daha alevlendirdi.
Demiryolu işçilerinin başını çektiği geçen seneki grev ve gösteriler dalgasından farklı olarak bu kez harekete geçenler, daha çok taşradaki yerleşim birimlerinde yaşayan emekçilerle küçük çiftçiler ve kamyoncular oldu. Çünkü, mazota ve benzine getirilen ve önümüzdeki beş yıl boyunca kademeli olarak artacak vergiler, ekonomik açıdan en başta bu kesimleri vuracak bir özelliğe sahip. Bu insanların yaşadıkları yörelerde, metropollerdeki gibi metro, otobüs, banliyö treni gibi toplu ulaşım imkanları hemen hiç yok. İşe gidip gelmenin dışında çocuklarını okula götürüp getirme hatta ekmek almak için bile bu aileler sık sık otomobil kullanmak zorundalar. Otomobilleri de genellikle eski model. Dolayısıyla mazota ve eski model arabalardan alınan vergilere yapılan zamlar, bu ailelerin bütçesine aylık 80 ila 150 euro arasında değişen ek bir yük getiriyor.
Bunların çoğu zaten düşük ücretler karşılığında büyük mağazalarda tezgahtarlık, kasiyerlik, temizlik gibi hizmet sektöründe çalışan işçilerle yıllardır yaşadıkları taşra kenti ya da yakınındaki artık kapanmış fabrikalarda çalışmış olan işsizler. Hareketin omurgasını da bunlar oluşturuyor zaten.
Diğer bir açıdan bakıldığında, her yaştan kadınlarla genç işçi erkekler ve emekliler, çoğunluktalar. Yolları ve kavşakları kesen, benzin istasyonları ve rafinelerin yanı sıra büyük alışveriş merkezlerinin önlerini kapatanlar genellikle bunlar. 17 Kasım’daki ilk büyük eyleme Fransa genelinde fiilen katılanların sayısı 400 ila 500 bin arasında verilse de, yapılan kamuoyu araştırmalarına göre eylemleri haklı bulup destekleyenlerin oranı yüzde 77. Yani ortadaki somut veri ve göstergelerin çoğu, hareketin kitlesel karakteri yanında sınıfsal açıdan da emekçi bir karaktere sahip olduğunu fazlasıyla gösteriyor.
Keza eylemlere katılanların çoğu hiçbir siyasi parti, sendika ya da örgüte üye olmadıklarını söyledikleri gibi hayatlarında ilk kez böyle militan bir eyleme katıldıklarını belirtiyorlar. Sarı Yelekliler hareketi, bu yönüyle de Gezi’ye benziyor. Eylemlere katılanlar içinde Jean-Luc Mélenchon’un önderlik ettiği Boyun Eğmeyenler/Başkaldıran Fransa (La France İnsoumise) hareketinin taraftarı solcuların yanı sıra son başkanlık seçimlerinde Macron’u destekleyip onu oy verenler bile var. Dolayısıyla bu hareketi hemen Marine Le Pen’in lideri olduğu faşist Ulusal Cephe ya da daha küçük aşırı milliyetçi çevrelerin marifeti olarak görüp damgalamak nesnel gerçeğe de uymuyor.
Yalnız bu noktada tabii şöyle bir yön de var: Sosyal medya üzerinden örgütlenen öfke harekete geçip kitlesel olarak yollara dökülünce, sınıf olarak burjuvazi ve onun faşist uzantılarıyla solcu dogmatik tutuculuk arasındaki fark kendisini bir kez daha gösterdi. Sol kendini, “bu hareket ekonomik mi siyasi mi”, “gerici mi ilerici mi”, “küçük burjuva mı yoksa emekçi bir karaktere mi sahip” ikilemlerine sıkıştırıp tereddüt yaşar, Mélenchon ve taraftarları dışında eylemlere uzak dururken, Le Pen’ciler ve Nicolas Dupont-Aignan gibi aşırı milliyetçi demagoglar duruma hemen intibak edip hareketi kontrolleri altına almak için harekete geçtiler. Yani Dimitrov’un işaret ettiği, “beceriklilik ve esneklik” farkı kendini bir kez daha gösterdi.
Hükümet üyeleriyle yaptığı bir toplantı sırasında Macron bile, “Bu öfkenin arkasında açık bir şekilde cevaplamamız gereken daha derin bir şey var” şeklinde itiraf niteliğinde bir tespitte bulunurken, solcuların ve çevrecilerin bu “derin şey”i görememeleri ve buna uygun bir pratik sergilemekten uzak durmaları akıl alır gibi değil. “Görmeyi arzuladığımız biçim ve içerikte” olmadığı gerekçesiyle yüz binlerin harekete geçip günlerce süren eylemlerine bile seyirci kalan bir “sol”un etkin olduğu zaman ve mekanlarda, şimdilerde “popülist” olarak pazarlanan milliyetçi-faşist parti ve politikacıların güç toplayıp kitleleri peşlerinden sürüklemelerine de şaşırmamak gerek.
Sarı Yelekliler hareketi bundan sonra nasıl bir seyir izler, tatmin edici net bir sonuçla mı noktalanır yoksa Gezi, Rio De Janeiro, Öfkeliler, Occupy hareketi gibi bir süre sonra tavsayıp sönümlenmeye mi yüz tutar... Bugünden kimse kesin bir şey söyleyemez. Yalnız açık olan bir şey var: Çıkış noktasını akaryakıt fiyatlarına ve araba vergilerine yapılan zamlar oluştursa da, bu öfkenin arka planında aslında neoliberal sömürü ve soygun yöntemlerine duyulan tepki var. “Çevreyi koruma” bahanesiyle akaryakıt fiyatlarına yapılan zam, bardağı taşıran bir damla bir bakıma. Dolayısıyla bu öfkenin yatışıp arkasının kesilmesi mümkün değil. Fransa’da ya da yarın bir gün başka bir ülkede, şu ya da bu nedenle patlayıp kendini tekrar göstereceği kesin.
Bu noktada, “sol” adına yanıt vermemiz gereken asıl soru şu: Bugüne kadar seyirci kaldıklarımızdan –dolayısıyla kaçırılan fırsatlardan- hiç mi ders almayacağız? Ne zaman, nerede, hangi nedenle patlak verip hangi biçimde gelişeceğini bugünden kestiremeyecek olsak bile geleceği kesin olan bundan sonraki patlamaları da aynı rehavet ve aymazlıkla seyretmeyi sürdürecek miyiz?..