Daha adil bir kent mümkün mü?
Daha adil bir kent olgusu, öncelikle insanların kent yaşamı içerisinde insan hayatı için önem arz eden kaynaklara ne denli rahat eriştiği ile ilgilidir. Sırf çalıştığımız yere varmak için, insani şartlardan uzak, yorucu ve saatler süren yolculuklar, yaşadığımız kentin en adaletsiz özelliklerinden biridir çoğu zaman.
Yusuf Yüksekdağ*
Saat 05.30. Her sabah olduğu gibi evinden işine doğru yola çıkıyor. Çalıştığı şirket servis sağlamıyor kendisine. Her yarım saatte bir otobüs geçiyor evine en yakın duraktan. Ama daha bu ilk vasıta. Daha tüm itiş kakış arasında kapısından içeri adım atmanın kavgasını vereceği iki otobüs var. Bir şekilde bu sabah da işe varıyor. Yaklaşık iki saatini kahvaltısız, yollarda geçirdikten sonra.
Saat 22.30, gözlerini her gün maruz kaldığı bakışlardan kaçırarak yürüyor sokakta. İnsanların onu görünce yolunu değiştirmesine alışmış. Ama bu sefer arkasından kendisine atılan laflar, benzetmeler biraz fazla geliyor ona. Ana caddede yürümek istemiyor bu gece. Ama ara sokaklar da zifiri karanlık. Ne yapacağını bilemiyor. Aynı caddede de yoluna devam etmek en iyisi bu gece de.
Kent ve yaşadığımız mekan çoğu zaman adaletsizliklerin gerçekleştiği bir mahal olmaktan da öte, o adaletsizlikleri kızıştıran ve hatta doğuran bir öznedir. Ancak kent daha adil bir mahal olabilir.
Adalet dediğimiz kavram salt hukuki bir temelde anlaşılmamalı. Adalet ve adil devlet kavramları aynı zamanda sosyal ve siyasal kurumların ne derece adil olduğu ile ilgili. Bireyler ne tip haklara sahip olmalı? Sosyal devlet ne tip kazanımlar sunmalı? Önemli değer ve kaynaklar bireyler arasında nasıl dağıtılmalı? En basit haliyle, ücretsiz sağlık ve eğitim sistemleri, adil ve eşitlikçi bir toplumun temel yapı taşlarından biridir. Ama sadece bununla da kalmaz. Bireyler arasındaki ilişkiler ne derece eşit temelde gerçekleşir? Eşitlikten uzak ilişkiler ağı günlük yaşantımızın maalesef ki kaçınılmaz ve önemli bir parçasıdır nitekim.
Peki o zaman daha adil bir kent ne ifade eder?
Daha adil bir kent olgusu, öncelikle insanların kent yaşamı içerisinde insan hayatı için önem arz eden kaynaklara ne denli rahat eriştiği ile ilgilidir. Sırf çalıştığımız yere varmak için, insani şartlardan uzak, yorucu ve saatler süren yolculuklar, yaşadığımız kentin en adaletsiz özelliklerinden biridir çoğu zaman. Yeşil alanlara ulaşımı bırakın, bir yaz günü, altında soluklanabileceğimiz bir ağaç bulmak dahi önemli bir kaynaktır. Birer yurttaş ve seçmen olarak, yaşadığımız kent bize siyasal katılımın farklı tiplerine ne denli ulaşım sağlar? Bunu özellikle Türkiye özelinde kendimize pek sormayız. Hatta, yaşadığımız kentin sokakları siyasal katılım ve gösterilere ne derece izin vermelidir diye soramayız bile. TV programlarında sokaklara çıkmak eleştirilir her gün. Sokağa çıkmak dahi çapulculuktur nitekim!
Ama ‘adil kent’ olgusu burada bazı yapısal ya da özellikle siyasal endişeleri de beraberinde getiriyor.
Mekan-adalet ilişkisine dair ya da bu ilişkinin şu ana dek siyasal ya da yerel yönetimler bazında nasıl anlaşıldığı ile ilgili bazı önemli eleştiriler mevcuttur. Özellikle 2000’li yıllardan itibaren popülerleşen adil kent yaklaşımı, eşitlik, çeşitlilik ve demokrasi bazlı bazı ilkelerden yola çıkar. Ancak bu ilkeler çoğu zaman soyut ve içi doldurulamayan tartışmalardan öteye gidemez. Ama bu tip daha yapısal ya da kavramsal sorunlardan da öte çok daha temel bir endişeye dikkat çekmek istiyorum bu yazıda. Adil kent olgusu peşinde öne sürülenler ve yapılanlar, çoğu zaman rantın ve her alanı metalaştırılmakta olan kentlerin içinde bulunduğu hali meşrulaştırmak için kullanılır.
Her tip tasarıma dair ‘azın her daim fazla olduğu’ ile ilgili mottoları hatırlatmak isterim. Görünüşte daha eşitlikçi bir söylemmiş gibi olsa da, aslında kendi içerisinde tüketici bireyi farklı boyutlarda yeniden doğurur bu tip söylemler. İtalyan mimar Pier Vittorio Aureli’nin de değindiği gibi ‘az fazladır’ mottosu bir yandan her zaman daha fazlayı elde etmeyi amaçlayan kapitalist mantığı içselleştirirken, aynı zamanda bunu çok daha az ile elde etmeyi amaçlayan günümüz kapitalist kemer sıkma politikalarını akla getirir. Bize her gün, daha aza tamah etmemiz gerektiği ve böylece daha çoğu elde edeceğimiz söylenir. Her zaman daha fazlasını isteriz nitekim. Azı yeterli görmeyiz. Az, çok için bir araç olur sadece. Hele yerel seçimler bir gerçekleşsin. Sonrasında bu söylemlerle çok kez karşılaşabiliriz.
Mimarinin, kentsel tasarımın ve soylulaştırma politikalarının bu ölçekte, sözde daha kapsayıcı, refah seviyesi yüksek, güvenli ve dolayısıyla ‘adil’ bir kent için oluşturulduğu ortaya atılsa da, temelde daha adil olan hiçbir şey yoktur. Adalet kavramı dahi metalaşır ve günlük siyasal yarışın bir öznesi olmaktan öteye gitmez çoğu zaman. Şehir planlamacılığı üzerine yıllardır çalışan Peter Marcuse da bu nedenle adil kent rüyasının, bir mekan planlamasının çok ötesine geçmesi gerektiğini söyler. Toplumsal adaletsizlikler, yolsuzluk, çarpık rant ilişkileri ve güç ilişkilerinin gölgesindeki bir ‘adil kent’ kavgası! Bu, ancak ve ancak yerel seçimler öncesi broşürlerde içi boş bir motto olarak bırakacaktır adil kent hayalini.
Ama bu ‘adil kent’ kavgasını bir ütopyaya çevirmemeli. Bu tip zorluklar en azından ilgili akademik çalışmalarda benimsenmeli, kapitalist ilişki ağları ve kimlik kavgaları ile bezenmiş kent sarmalı her daim daha adil bir toplum özlemi ile yeniden düşünülmeli ve tartışılmalıdır.
Peki nasıl?
Burada sadece daha adil bir kent tartışmaları kapsamında değil, aynı zamanda genel adalet algısı açısından göz ardı edilen bir bağlam var. Bu bağlam, yazının en başında kısmen de olsa değindiğim eşitlikçilikten uzak ilişkiler ağı ile ilgili. Kaynaklar ve imkanlar kent mahalline içkin olan endişelerden sadece birkaçıdır. Bu yüzden, adil kent tartışması, sadece kent yaşamının her alanının metalaştırılmasını bir sorun haline getirmek ile ilgili olmamalı.
2005 ve 2009 yılları arasında, Sulukule'de yaşayan Roman halkı, soylulaştırma projeleri kapsamında evlerinden çıkartılmış, tapu ile özel mülkiyet hakkını ispat edebilen Romanlara ise TOKİ tarafından "yeni ve modern yerleşim birimlerinde" inşa edilen evler makul kira ücretleri ile temin edilmişti. 2009 yılında bir saha çalışması nedeniyle, Sulukule’de ve Sulukule çevresine itilmiş Romanlar ile iletişim halinde bulunmuş, soylulaştırma projesinin hayatlarındaki etkilerini konuşma fırsatım olmuştu. Romanların birçoğu, İstanbul'un eğlence merkezlerinde çalan müzisyenler oldukları için, bu tip eğlence mekanlarına yakınlıkları geçim kaynakları için önemli bir husustu. Ne var ki, "yeni ve modern yerleşim birimlerinde" tahsis edilen kiralık evler genellikle İstanbul’un merkezine uzak yerleşim alanlarındaydı. Bana en çok söylenen, bunun hem istihdam açısından hem de işe erişim açısından büyük sorunlar yarattığıydı. Ancak yukarıda da değinildiği gibi Roman halkının sorunları salt iş imkanlarına ya da kaynaklara erişim ile ilgili değil, aynı zamanda sosyalizasyon süreçleri ile ilgiliydi. Sulukule ve çevresi, Roman halkının bireysel ve toplumsal varoluşlarının önemli bir öznesiydi. Onlar için bir toplumsal dayanışma ağı, kendi değerlerini öğrendikleri, tartıştıkları ve yaşattıkları bir mekan idi Sulukule. Sonrasında ise, hem toplumun dışladığı hem de o dışlanmışlık içinde beraber dahi yaşayamayan bireyler olmaya itilmişlerdi.
Kent ve özellikle kozmopolit kent yaşamı, kaynak ve imkanlara erişimin ötesinde birçok farklı endişeye de ışık tutuyor. Bireylerin gündelik kent hayatında birbirlerine ne derece saygılı ve hoşgörülü davranabildiği, insanların kendilerini kent alanında diğer insanlara karşı ne derece eşit hissettiği, kentin ne derece farklı kimliklere, kültürel ritüellere açık olduğu ve o kentin bireyler için ne gibi ortak anlamlar taşıması gerektiği gibi sorunlar bu endişelerden sadece birkaçıdır. Bunlar sadece bazı kaynak ve hakların dağıtımı ile çözülecek şeyler olamaz. Kent, kentte yaşamak, kentin tasarımı ve bence en önemlisi kentte yaşayan bir birey olmak, bir sosyal eşitlikçi ruh ve ideal çerçevesinde şekillenmelidir.
Bu da öncelikle bir birey olarak bazı görevler doğuruyor bizler için. İnsani ilişkilerin, bir güler yüzün bile metalaştırıldığı günümüzde, birçok imkan ve kaynağa erişim savaşının verildiği İstanbul gibi kozmopolit kentlerde, daha adil bir kenti yaratmak öncelikle sosyal-eşitlikçi bir ruhu ortak kılmaktan geçiyor. Yaşadığımız, o anda üzerinde bulunduğumuz ya da üzerinden geçtiğimiz kent mahallinin ne olduğuna bakmaksızın, en basit haliyle ‘inenlere öncelik vermekten’ geçiyor bu ruhu yaratmak. Farklı kültürlere ve ritüellere sözde izin verip, onları kentin belli bölgelerine hapsedip aslında onların ‘farklı’ olduğunu bangır bangır bağırmaktan değil, daha etkileşimci bir kent mahalli yaratmaktan geçiyor bu eşitlikçi ruh.
* Akademisyen, Felsefe Enstitüsü, Bern Üniversitesi, İsviçre ve Uygulamalı Etik Birimi, Linköping Üniversitesi, İsveç