Mültecinin simyası
Yusuf tıpkı Simyacı romanındaki Santiago gibi bir çobandı. Bu zorlu yolculuğa çıkmak için altmış koyununu satmıştı. Her ne kadar birbirlerine benziyormuş gibi hissettirse de gerçekte iki karakter arasında uçurumlar vardı. Yusuf yedi yıllık savaş neticesinde 350 bin kişinin öldürüldüğü, nüfusunun neredeyse yarısının başka ülkelere göç ettiği Suriye’den yola çıkıyordu.
Miraz Rusipi
(Yüreği, delikanlıya "Yurtseverlik abartılı bir eylemdir" dedi. Delikanlı itiraz edecekti ki yüreği konuşmaya devam etti. “Yıllar sonra sesimi duymayı becerebilmişken lütfen dinle; bir ülkede, bir ilde veya köyde doğmuş olmamız bizi sadece o yerli yapmaz. İnsanın birçok yurdu vardır. Öncelikle bir bedende doğduk. Vücudumuz illa ki korumak zorunda olduğumuz ilk vatanımızdır. Zamanı geldiğinde bir başkası için delicesine attım. Sevdik, âşık olduk. Eşimiz aşk ile bağlandığımız yurdumuzdur. Bir olup bambaşka bir bedene aktık. Yüreklerin birliği ile kurduğumuz yurttur çocuğumuz. Doğduğun topraklar için bedeninden vazgeçip eşinin ölümüne razı gelemezsin ve unutma sen İbrahim Peygamber değilsin, çocuklarını doğduğun topraklara kurban etmemelisin. Ağlamayı bırak ve ayağa kalk. Ülkeni terk ettin diye kendini suçlamaktan da vazgeç. Sen doğduğun toprakları maceraya atılmak için değil, dünyanı ve de sana âşk ile bağlı olan dünyaları korumak için bıraktın.”)
Bu satırlar zihnime düştüğünde Batman’da Musa Anter Kültür Merkezindeydim. Suriye savaşlarıyla tetiklenen mülteci krizi sonrası Paulo Coelho’nun seksen milyondan fazla satarak tüm dünyada best seller olan ‘Simyacı’sının Suriye’den İspanya’ya gitmeye çalışan mültecilerin diliyle yazılmış versiyonun mültecilik meselelerinde farkındalık yaratabileceğine inanıyordum. Bu proje-kitap için o demler Coelho’ya ulaşmak da dâhil birçok şey düşünsem de kültür merkezinde bulunma nedenim ne yazık ki tasarımla ilişkisizdi. Hem kültür merkezi de artık kültür merkezi değildi. Sınıflar mülteciler için getirilmiş elbiseler ve erzakla doluydu. Perdelerle birçok bölüme ayrılmış konferans salonunun zeminine yataklar serilmişti. Mülteciler Ezîdiliğin son yurdu diyebileceğimiz Irak’ın Şexan ve Şengal ilçelerinden gelmişlerdi. Sabah yeni gelen mülteci grubundan bir kadın iki aylık çocuğuna sarılarak, İŞİD’li katillerin elinden kaçarken hasta annesini yanlarına alamadıklarını ağlayarak anlatmış ve sonunda eklemişti. “lê ez ê vegerim*,” bu sözle yatakhaneye çevrilmiş salon bir anda sessizliğe bürünmüştü. Batman’a ulaşan Êzîdilerin çoğunluğu annesinin acısıyla kahrolan kadının aksine yok sayılmaktan, hor görülmekten, katledilmekten bıktıklarından yurtlarına dönmek istemiyorlardı. Öte yandan kadim yurtlarını terk etmenin acısıyla kavruluyorlardı. Eve döndüğümde insanlığımdan ve de mülteci olmanın pamuk ipliğine bağlı olduğu bir coğrafyada yurdumu terk etme ihtimalinden utanıyordum. Edebiyat biz gibiler için biraz da utancın dışavurumuydu. Yazmak için bilgisayarın başına oturdum.
“Delikanlının adı Yusuf idi. Eşi ve iki çocuğuyla harabeye dönüşüp terk edilen caminin önüne geldiğinde, güneş batmak üzereydi. Caminin kubbesi çökmüştü. Bir zamanlar minberin olduğu yerde ise kan lekeleri vardı. Delikanlı şehre inip otel aramak ve yol boyu kendileri için çok değerli olan parayı otele harcamaktansa eşi ve çocuklarıyla beraber geceyi bu virane camide geçirmeye karar verdi. Büyük kısmı yanmış olan kapıya camide bulduğu tahta parçalarını yığarak dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı bariyer yaptı. Çantadan çıkardığı battaniyeyi zemine yayıp çocuklarının üzerine oturmalarını izledi. Bu arada canlı bir bomba tarafından harabeye dönüşmeden çok önceki bir zamanda bu camiye gelmiş olduğunu hatırladı. Yurdunu terk etmek istemeyen eşini ikna etmek için uydurduğu yıkık bir kilisede hazine bulacağına ilişkin rüyasını da bu camide uyuklarken gördüğünü anlatmıştı.”
Yusuf tıpkı Simyacı romanındaki Santiago gibi bir çobandı. Bu zorlu yolculuğa çıkmak için altmış koyununu satmıştı. Her ne kadar birbirlerine benziyormuş gibi hissettirse de gerçekte iki karakter arasında uçurumlar vardı. Yusuf yedi yıllık savaş neticesinde 350 bin kişinin öldürüldüğü, nüfusunun neredeyse yarısının başka ülkelere göç ettiği Suriye’den yola çıkıyordu. Santiago’nun ise doğuştan sahip olduğu vatandaşlık hakkı için İspanya’da 500 bin euro tutarında (yaklaşık 6130 koyun ederinde) yatırım yapması veya ölümcül bir yolculuğun ardından uzun süre sığıntı (yazıyla mülteci) olmayı göze alması gerekiyordu. Coelho, Santiago’nun sınırdan geçişini kitabında anlatılmaya değer bir hikâye olarak görmemişti. Benim hikâyemin ciğerlerini ise sınırlar parçalıyordu.
Coelho’nun Santiago'su Fas’a ayak bastığı gün tüm parasını çaldırmıştı. Kitabın bu kısmı Batılıların yazdığı eski hikâyelerin tekrarıydı. Santiago, Doğu'ya hakkı olan hazineyi ve bilgeliği almaya gelmişti. Hırsız ise yine Ortadoğulunun biriydi. Yusuf’a gelince o çaldırtmadığı parasını gönüllü olarak vermek için yalvar yakar hırsızdan beter insan kaçakçılarını aradı. Fiyatlara yakalanma anında bindikleri gemiyi batırma masrafları da dâhildi. Santiago Fas’ta billuriye dükkânında iş bulmuştu. Yusuf Türkiye’ye geçtikten sonra kendini bir inşaatta boğaz tokluğuna günde on iki saat çalışırken bulmuştu. Dedim ya iki hikâye arasındaki uçurumlar vardı. Santiago hazineden çok kişisel menkıbesinin izindeydi. Bir şeyi yürekten istediği zaman, isteğinin yerine gelmesi için bütün evrenin işbirliği yaptığına olan inançla yürüyordu. Yusuf’un başına ise evren birlik olmuş çorap örüyordu. Akrabalarını, evini ve işini savaş yüzünden kaybetmesi yetmemiş gibi din kardeşleri olan ülkelerin bir kısmı ona ve ailesine sığınma hakkı vermiyordu. Sığınma hakkı sağlayan komşu ülkelerse mültecileri Batı'ya karşı tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanabiliyordu. Santiago Simyacı sayesinde yüreğiyle konuşmayı başarmıştı. Yusuf her mülteci gibi yüreğini yerinden sökmüş göğsündeki boşlukla yola çıkmıştı.
“Delikanlının parası çocukları ile birlikte balıkçı teknesine binmeye yetmediğinden Yunanistan'a botlarla geçecektiler. Üzerlerine giydikleri can yelekleri güvenilir gelmiyordu. Eşi sudan korkuyordu. Kızını kucağına aldı. Oğlu anasına sarıldı. Bir an masmavi deniz gözüne sırat köprüsü gibi gözüktü. Korktuğunun anlaşılmaması için başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir zamanlar, rüyasında gördüğü hazineyi bulmak için İspanya’dan Mısır'a giden bir delikanlının hikâyesini okumuştu. Kitapta delikanlıya onu çölden geçiren kervancı başı, ‘Yürüdüğüm zaman yürüyorum, önüme yemek geldiği zaman yiyorum. Ölüm şimdi veya başka zaman gelmiş vız gelir tırıs gider,’ demiş anı yaşayanın ölümden korkmayacağını anlatmıştı. Geçmişi müzelerde ve kitaplarda korunan, gelecekleri ise güvence altında olan Avrupalılar için anda kalabilmek stresten uzak durmanın yollarından biri olabilirdi. Yusuf ise savaşlarla talan edilmemiş bir geçmişi olsun istiyordu ve bu yolculuğa çocuklarının bir geleceği olsun diye çıkmıştı. Yusuf Santiago’nun aksine ölümün her an kol gezdiği anlara hapsedilmekten kaçıyordu. Çocuğu babasına daha sıkı sarıldı. Eşi ona iyice sokuldu. Deniz de çöl gibi ıssız ve insafsızdı. Tuzlu su yakıcıydı. Dalgalar insan boyunu aşıyordu. Eşi artık yanında değildi. Oğlu ona korkuyla sarılmışken yüzemiyordu. O çöl insanıydı. Toza, sıcağa, kendi etini yiyen bir bakteriye benzeyen savaşa dahi alışkındı ama suda ne yapacağını bilmiyordu. Rüzgâra dönüşmek lazımdı. Denizle konuşmak, her şeyi yazan o yüce elden çocuklarının kendilerine ait kişisel menkıbeleri olsun diye yardım dilemek. Çocuğu Yusuf’a sarılmayı bıraktı. Son gücünü dalgalarla savaşmaya, çocuklarını ve eşini bulmaya harcadı. Ege’nin derinliklerine gömülürken onu gördü. Yanılmıyordu, karşısındaki simyacıydı işte. Dönüştürmenin üstadı, kendisine doğru yüzüyordu. Simyacının elinde altına dönüştürmek için kurşun külçesi vardı. Kurşun, Yusuf’un bildiği her şeyi paramparça etmişti. Suda insanın sesi duyulur muydu? Duyuluyordu işte, ‘Kurşunu atıp geçmişimize dokun Simyacı, sanki hiç savaş olmamış gibi anayurdumuzda koşuşturalım, olmaz mı? Kimyamızdaki mülteciliği arıt bizi birer Avrupalıya dönüştür. Hemen şimdi çocuklarımla Yunanistan kıyılarına çıkalım, geçmişi yakılıp yıkılmamış, ana hapsedilmemiş, geleceği parlak insanlardan biri olalım. Dört yüz on iki ada no'lu kimsesizler mezarlığında beş haneli bir sayının kişisel menkıbesinden yerkürenin içine işleyen son sözler işte bu sözler oldu.”
lê ez ê vegerim: Geri döneceğim.
412: Mültecilerin gömüldüğü İzmir Doğançay kimsesizler mezarlığının ada numarası