Türkiye’de seçmen neyi seçiyor?
1 Nisan 2019 sabahı yeni bir Türkiye’ye uyanacağımız yönündeki beklentiler zamanın ruhuna ve eşyanın tabiatına aykırıdır. 1 Nisan şakasını biraz erken yapmak gerekirse, seçimi biz kazanacağız.
Aslıhan Aykaç Yanardağ*
Türkiye 31 Mart 2019’da yerel seçimlere gidiyor. Seçim tartışmaları, sonuçlara dair spekülasyonlar, adaylar ve olası adaylar uzun zamandır gündemi meşgul ediyor. Her seçim döneminde akılları kadar yürüttükleri fikirleriyle öngörülerini paylaşan uzmanlar, araştırma şirketi sahipleri, siyaset uzmanları ellerini ovuşturmaya başladı bile. Toplu taşımadaki sohbetlere, köşe yazılarına ve medyadaki genel duruma bakılırsa seçimler çok önemli, geleceğimiz her seçimde olduğu gibi bu seçime bağlı. Oysa seçimlerin işleyiş biçimine baktığımızda seçime dair işleyişin her bir parçası, her bir aşaması seçmenden son derece kopuk bir biçimde yürütülüyor. Bu noktada aslında şu soruyu sormak gerekiyor: Seçmen gerçekte neyi, kimi seçiyor?
Türkiye’de genel ya da yerel seçimler olmasından bağımsız olarak seçim pratiğinde sayısız sorun var. Öncelikle seçim sistemi yüzde 10 düzeyindeki seçim barajıyla dünyadaki en yüksek baraj oranlarından birine sahip. İkinci olarak son birkaç seçimde, özellikle AKP’nin tek başına iktidarda olma şansını kaybetmesi üzerine ortaya çıkan parti ittifakları seçmeni seçimini oy vermek istemeyeceği kitlelerle paylaşmak zorunda bırakıyor. Seçim sonrası gerçekleşmesi beklenen koalisyonlar seçim öncesinde kitlelere dayatıldığında seçmen iradesinin ne kadar etkin olacağı ise ayrı bir tartışma konusu. Bu ittifaklara bağlı olarak ortaya çıkan pazarlıklar, örneğin milletvekili adaylıklarındaki sıralamalar ya da yerel seçimlerde belediye başkanlıklarının ittifak içindeki partilerce paylaşılması seçmenin oy verirken aslında siyasi katılım hakkını bir temsilciye devretmekte olduğu varsayımını boşa çıkarıyor.
Seçimlerden kaynaklanan temsiliyet sorunu yalnızca partiler arası ittifaklardan da kaynaklanmıyor; partilerin kendi iç işleyişlerindeki antidemokratik uygulamalar da seçmenin katılımına bir engel oluşturmakta. Örneğin milletvekili adaylıkları için genel başkana yakın isimlerin seçilmesi garanti olan yerlerden aday gösterilmesi, ya da belediye başkanlıklarının yerel dinamiklere göre değil, parti dinamiklerine göre belirlenmesi seçmenin iradesinin hiçe sayılması anlamına gelir. Böyle olunca yerelle hiçbir bağları olmadığı halde Denizli milletvekili İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na, İzmir milletvekili İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olabiliyor. Başka örneklerde ise tam tersi bir durumda, örneğin başarılı bir belediye başkanı parti genel başkanına muhalefet ettiğinde de adaylığı tehlikeye giriyor ya da aday gösterilmiyor. Dolayısıyla temsili demokrasinin en önemli araçları olan partiler kendi iç işlerinde demokratik olmadığında seçmen karşısına çıkan adaylar arasından kötünün iyisine razı gelmeye zorlanır.
Seçmenin kötünün iyisini seçmeye zorlanması siyaset biliminde stratejik oy davranışı tartışmalarında daha bilimsel bir çerçeve içinde değerlendirilir. Seçmenler basitçe en çok tercih ettikleri ve kendilerini temsil edecek adaya ya da partiye oy vermek yerine, kazanma olasılığı daha yüksek olan ancak daha az tercih ettikleri aday ya da partilere oy verebiliyorlar. Seçmenin oy verme tercihlerini belirleyen birçok unsurdan söz edilebilir; bunlar hem bireyin algısı ve değerlendirmesine göre hem de seçim sistemi, parti ve aday sayısı, parlamenter sistemin yapısı ya da temsilci sayısı gibi dışsal unsurlara göre belirlenebilir. Burada net olarak yapılacak çıkarım liberal demokrasinin kaçınılmaz unsurlarından biri olan “temsiliyet” meselesinin seçmen ve seçim arasındaki kopukluktan ötürü toplumsal sözleşmenin en temel sorunu haline geldiğidir.
Liberal demokrasilerin tek sorunu ne yazık ki temsiliyet meselesi de değildir. Liberal demokrasilerin kurumsal yapıları, demokrasinin temel prensiplerinin gerçekleşmesine engel olan işlevsel sorunlar barındırmaktadır. Kuvvetler ayrılığı olarak ifade edilen yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki işbölümü ve sınırlar belirsizleştikçe, vatandaşların hukuki bir çerçevede özgürlüklerini kullanmaları ve hak talebinde bulunmaları zorlaşır. İşlevsel zorluklar örgütsel sorunlarla bir araya geldiğinde liberal demokrasi tamamen tıkanır. Daha açık söylemek gerekirse, devlet kademelerinde kadrolaşma, adam kayırma, yandaşlık gibi mekanizmalar demokratik işleyişin kapsayıcılığını, içericiliğini engeller. Devlet, hükümet ve parti arasındaki ayrımın ortadan kalkması çoğulculuğa dair tüm olasılıkları da ortadan kaldırır ve demokrasiyle bağdaşmayan bir “teklik” düşüncesini geçerli kılar. Bugün birçok ülkede otoriter liderlerin yükselişi, bu yükseliş esnasında muhalifleri çeşitli manipülasyonlarla devre dışı bırakma biçimleri bu teklik düşüncesinin en önemli göstergesidir.
İdeal bir durumda hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı gibi unsurlar demokrasinin kontrol mekanizmaları ya da literatürde yer aldığı biçimiyle fren ve denge mekanizmaları olarak işler. Seçimler de seçmenlerin demokrasiyi denetleme biçimidir, seçmenin talepleri karşılanmadığı durumda iktidara oy vermemesi beklenir. Ancak ideal duruma dair bütün bu saptamalar bugün demokratik olduğunu iddia eden birçok ülkede ve Türkiye’de geçerliğini ve açıklayıcılığını kaybetmiştir.
Son olarak, bugün liberal demokrasilerin krizi ile ilgili belki de en önemli sorun sistemin meşruiyet krizidir. Kapitalizm daha önce demokrasiyle sağladığı kitlesel kontrolü bugün demokrasi olmadan da yapabiliyor, bu nedenle siyasal sistemler giderek demokrasi pratiklerinden ve söylemlerinden uzaklaşıyor. Kapitalist sistem neoliberalizm çerçevesindeki yeni birikim atağını sürdürürken tehlikeli sınıfların kontrolü için demokrasi ihtiyaç duymaz. Tüketimcilik, popülist söylemler ve bilgi ağları kitlelerin kontrolü için demokrasiden daha işlevsel bir hale gelmiştir. Bu yüzden, temel motivasyonu sınıf bilinci olmayan, sınıf hareketi üzerinden iktidarı hedeflemeyen kitleler gündelik maddi çıkarlar, bedava kek ve çay, bedava bahçeler ve parklar, imar affı, vergi affı, prim affı gibi aslında hayat standartlarında bir iyileştirme yaratmayan rüşvetlerle kolayca yönlendirilirler. Bir de bunun üstüne dünyaya kafa tutmak, ulusal çıkarları uluslararası düzeye taşımak, sınır ötesi operasyonlarla güvenliği sağlamak gibi aidiyet duygularını uyandıracak söylemler eklendiğinde, demokrasi kapitalist sistemin sürekliliği için gerekli ve yeterli bir sistem olmaktan çıkar, meşruiyetini yitirir.
Seçimler insanlara anlamsız bir heyecan, kaynağı belli olmayan bir umut verir. Oysa bu seçim ya da herhangi bir seçim en iyi ihtimalle yeni bir konjonktürün doğmasına vesile olabilir, ancak yapısal sorunlarımızın çözülmesine yönelik bir vaatte bulunmaz. Dolayısıyla 1 Nisan 2019 sabahı yeni bir Türkiye’ye uyanacağımız yönündeki beklentiler zamanın ruhuna ve eşyanın tabiatına aykırıdır. 1 Nisan şakasını biraz erken yapmak gerekirse, seçimi biz kazanacağız.
*Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü