Yabancı ülkede lağım çukurunda ölmek: Neden, nasıl?
Amir Hattap Türkiye’ye gelmeden önce de bu eylemi gerçekleştirebilirdi. O kadar zorluk yaşamadan, başka bir ülkede yeniden kök salmak için uğraşmadan kendi ülkesinde bir lağım çukurunda hayatını sonlandırabilirdi. Hepimizin yapacağı gibi, o da son raddeye kadar kendini sömürdü, emek verdi ve tükenişi gördü.
Esra Karadaş*
Amir Hattap, Suriye savaşından Türkiye’ye sığınan insanlardan biriydi. Yaklaşık olarak 2013 yılında geldiğinde İstanbul’da bir tekstil atölyesinde çalışmaktaydı. Yaşamış olduğu travma, öznel ve toplumsal arkaplan nedeniyle yaşadığı süreci daha zorlu hale getirmiştir. Ailevi problemler de yaşayan Hattap, yaşamını İstanbul’da bir kanalizasyon çukurunda sonlandırdı.(1)
Bu kısacık tanımdan bile Amir Hattab’ın yaşamının ve intiharının ne denli travmatik olduğunu hissedebilmekteyiz. Çalışmanın çerçevesini Westfalya üzerinden ulus devlet, şiddet ve kurbanlaştırma üzerinden ilerleteceğim. Çalışmanın temel amacı günümüz örneklerinden birini ele alarak içinde olduğumuz ilişkisel yapıya dair bir analiz sunabilme ihtiyacıdır.
WESTFALYA’YA KISA BİR BAKIŞ VE AMİR HATTAP
Westfalya Anlaşması'yla şu an bildiğimiz anlamda modern siyasal sınırlar – ulus devlet- sınırları kesinleştirildi. Bu durum toprak-birey-milliyetçilik bağının güçlenmesine ve milliyetçilik nosyonunun kök salmasına olanak sağlamıştır. Bu durum bireyin vatandaş olarak kullanışlı hale gelmesine ve toprak ile direkt bir ilişki kurmasını sağlamıştır. Bu söylemi tersten okuyacak olursak, vatandaş bir siyasal bütünlüğe aittir, yani dünyanın geri kalanına ait olmamaktadır. Bu durum modern devlet yapısının mülkiyet durumuna da referans vermektedir. Modern devlet, sınırlar dahilinde olan her nesneye sahiptir. Bunlar, vatandaş, toprak, deniz ve metalar olmaktadır. Aidiyetin getirmiş olduğu vatan-millet-vatandaş kutsallığı bu durumda söz konusu olmaktadır. Bu durumun başka bir tezahürü de Kant’ta görünür haldedir.
“Kant’ın kozmopolit hukuk kavramı, belirli bir coğrafi yapının oluşturduğu bağlamdan doğar. Yerkürenin sonluluk niteliği, insanların yeryüzünün ortak sahibi olmaları nedeniyle birbirleriyle (kimi zaman şiddete başvurarak) uyum sağlamak zorunda oldukları bağlamın sınırlarını tanımlar. … .Ancak, Kant’ın şablonunda yeryüzü arazisinin egemen devletlere bölünmüş olduğu varsayılmaktadır. Bu egemen devletler, zaman içerisinde hem demokrasiye hem de cumhuriyete dönüşmeye meyledecekler, bu devlet sınırları içerisinde ikamet edenler o zaman kendi devletleri içinde ayırt edici yurttaşlık haklarına sahip olacaklardır. … Kozmopolit ahlak, (her birinin belli bir devletin yurttaşı olduğu varsayılan) bireylerin, açıkça belirlenmiş hudutların ötesine geçtiklerinde (özellikle ticari amaçlar için), konuksever bir biçimde karşılanmalarını gerektirir: Konukseverlik görme hakkı, bir yabancının başkasının toprağına girdiğinde düşmanmışçasına muamele görmemeye hakkı olduğu anlamına gelir. … Dışarıdan gelmiş birine belli bir süreliğine yerlilerden biri olma hakkını tanıyabilmek için özel bir iyi niyet sözleşmesi yapmak gerekecektir.”(2)
Burada Kant’ın bahsettiği konukseverlik durumu aslında ebedi barışın temel koşulu olarak görülmektedir. Ki bu bağlamda Kant’ın haklılığı su götürmez bir gerçektir. Bu durum dünyanın devletler tarafından toprağa dayalı bir sınır çizmenin getirdiği bir sonuçtur. Birey aslında bir toplum içinde vatandaş hakkını elde ederken diğer bütün toplumlardan dışlanmış olmaktadır. Aslında Kant burada ahlaki durumdan bahsederken yani keyfiyetten, aslında hukuk bağlamında da konuşmaktadır, yani zorunluluktan. Bu durum bir anlamda bizi şu duruma götürmektedir: Eğer vatandaş olarak tanımlamadığın bireylerin sınırlarını kullanırken bir denetim mekanizması oluşturmak istiyorsan hem sınırlı bir hareketlilik olan misafirlikten hem de yabancılıktan yola çıkarak bir strateji geliştirilmelidir. Bu dışarıdan gelen bireyin yani “mülteci ya da turistin” senin ülkende bulunma ve davranma biçimini kısıtlar. Bu durum da yönetimsellik açısından çok değerli bir dönüttür. Bu durumla aynı olarak Derrida da şu şekilde tanımlamıştır: “Konukluk yasasında bir kendini sınırlama, bir kendiyle çelişme aksiyomu var. Efendiliğin ve kendi evinde olmanın yeniden evetlenmesi olarak, konukseverlik kendini eşikle sınırlar, daima kendisinin eşiğinde kalır, eşiğe buyurur ve tam da bu ölçüde geçilmesine izin verir, göründüğü eşiğin geçilmesini bir ölçüde yasaklar. Konukseverlik eşik olur. Bunun için onun ne olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Onu bildiğimiz anda artık bilmiyoruz; tam olarak nedir, eşikteki kimliği nedir, bilmiyoruz”(3)
Aslında Kant’ta ve ondan hareketle Derrida’da “konukseverlik” bir tür zorunluluk halinin bir sonucudur. Chung'un Şiddetin Topolojisi'nde bahsettiği dostanelik ve hoşgörülülük bağlamı da burada kullanışlı bir hal almaktadır. Hoşgörü, öteki bağlamına yerleştirdiğin bireyle kuracağın bir ilişkidir. Sıcak bir ilişkiden ziyade bir zaruriyet söz konusudur. Dostanelikte ise tam tersi durum söz konusudur. Benimseme ve içselleştirme içinde ilişki kurma olayı vardır. Ayrıca Levinas’ın da bahsettiği durum da konukseverlik – ki bahsettiğimiz gibi bu durum konuksevmezlik olarak da kendini göstermektedir- ile ilgili önemli ayırtlar sunar. Öteki ilişkimizin alt metnini okumamıza olanak sağlamaktadır: “Yüzle ilişki, aynı zamanda tamamıyla zayıf olanla, tümüyle sergilenmiş, çıplak ve soyunmuş olanla ilişkidir, soyunma ve bunun sonucunda da yalnız olanla ve ölüm diye adlandırılan en derin yalnızlığa uğrayabilecek olanla ilişkidir; dolayısıyla sonuçta Ötekinin Yüzünde daima Ötekinin ölümü vardır ve böylece bir biçimde, cinayete kışkırtma, sonuna dek gitmeye, ötekini tümden göz ardı etmeye eğilim vardır, aynı zamanda Yüz, işte çelişkili olan da bu, 'Öldürmeyeceksin'dir. Öl-dür-me-ye-cek-sin daha da açılabilir; bu ötekini tek başına ölüme bırakamayacağının olgusudur.”(4) Levinas bu kısımla özellikle “yüz” üzerinden öteki ve biz ayırdına dikkat çekmektedir. Dostanelik ve hoşgörüdeki ayırta benzer olarak. Peki, buradan bir çıkarım yapacak olursak, ötekini tek başına ölüme bırakmak nedir? Zaruriyet boyutunda yani hoşgörü, onu sınırların içine almak mıdır yoksa dostane bir şekilde ona kucak açmak mıdır? Eğer sınırları açmak yeterli ise Amir’in aradığı ve bulamadığı şey neydi? Belki de bu durum üzerine düşünmek gerekiyor.
ŞİDDETİN İÇSELLEŞTİRİLMESİ
“Modernite öncesi egemenlik toplumunun bir kan toplumu olarak sona erişi, şiddeti topolojik bir dönüşüme maruz bırakır. Şiddet artık politik ve toplumsal iletişimin bir parçası değildir. İletişimin satır aralarına, derinin altına çekilir, kılcal damarlara, ruhun iç mekanlarına sinmeye başlar (5) Byung Chul Han’ın da burada bahsettiği gibi arkaik toplumdan geç modernite toplumuna kadar olan süreçte şiddet aktörü üzerinde bir dönüşüm söz konusudur. Arkaik toplumlarda şiddet karşındakini kanlı ve vahşi olarak yok etme, onun gücünü kendi gücüne katma anlamında kullanışlı olmaktadır. Şiddetin arkeolojisi (6) bölümünde Chul Han, Marquesas yerlileri üzerinden arkaik toplumdaki şiddet olgusunu analiz eder. Yerlilerde galip gelen kısımın öldürülen kısımın 'Mana'sını (7) elde ettiğine ve bu şekilde galip gelenlerin ruhunun da artık daha güçlü olduğuna inanıldığı bilinmektedir. Aslında bu durum galip gelenin, ölen bireyin ruhunu, cesaretini ve yüreğini yemesi gibi bir tahayyül sunmaktadır. Ölüm ve şiddet üzerinden ruhun daha kuvvetli olduğu inancı arkaik toplumlarda çok sık karşılaşılan bir durumdur. Buna karşın geç modernite döneminde ise bu aktör görünür halden görünmez hale geçmiştir. Chul Han bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:
“Modernitede şiddetin en merkezi topolojik kaymalarından biri psişik, yani ruhsal içselleştirmedir. Şiddet, ruhun içindeki bir çatışma biçiminde yaşanır. Yıkıcı gerilimler dışa boşalmak yerine ruhu kemirir. Cephe artık Ben’in dışından değil, içinden geçer: 'Demek ki kültür, bireyin tehlikeli saldırganlık zevkinin üstesinden gelmek için onu zayıflatıyor, silahsızlaştırıyor ve zapt edilmiş bir şehirdeki bir işgal gibi, kendi içindeki bir kurumun gözetimine veriyor.' 4 İçimizdeki bu gemleyici güç Freud’a göre, vicdandır. Şiddetin tersine çevriliş yeridir vicdan: “Hatta bir kafirlik yapıp vicdanımızın doğuşunu, saldırganlığın bir tür içe dönüşüyle açıkladık.”5 Başkalarına karşı saldırganlık, kendine karşı saldırganlığa dönüşür. Kişi başkalarına karşı saldırganlığını ne kadar bastırmaya çalışırsa, vicdanı o denli katı ve zorlayıcı hale gelir.6” (8)
Burada bahsedilen şiddet iki yönlüdür. İlki dıştan gelen şiddetin vicdan üzerinden bireyin içsel dünyasındaki tezahürüdür. Aslında Amir Hattap’ı bu bağlamdan okumak gayet yerinde bir atak olacaktır. Birey aciliyetle yaşamış olduğu toplumsal olayların yani toplumsal şiddetin yansımasını içsel olarak yeniden kurgulamakta ve üretmektedir. Bu durum bireyi çok ağır bir melankoliye, depresyona götürmektedir. Melankoliyi Amir Hattap üzerinden okumamız arzu nesnesinin, nesnelerinin (özel hayat ve kamusal hayat) yitiminden kaynaklanmaktadır. Depresyon ise, günümüz dünyası olan performans ve gösteri dünyasının yarattığı ikili zıtlık aracılığıyla oluşmaktadır. Geç modernitenin başarıya ve performansa odaklı öznesi (9) farkında olmayarak da olsa, Amir gibi, son raddeye gelene kadar, özsel kaynağını tüketene kadar durmayacaktır. Çünkü arkaik toplumda olduğu gibi artık bir “kutsal” ile direkt bağı kalmamıştır. Chul Han’ın değindiği gibi, başarıya odaklı özne tamamen tükenişe kadar (Burnout) sömürecektir kendini. Bu arada kendine yönelik bir saldırganlık da geliştirir ki, kendini öldüren bir şiddete ulaşması hiç de istisna değildir. Proje, başarıya ve performansa odaklı öznenin kendine yönelttiği bir projektile, güdümlü mermiye dönüşür. (10)
Tükenişe kadar sömürmek kavramı burada bizim için iki açıdan çok değerlidir, birincisi son ana kadar direnme arzusudur: Çünkü Amir Türkiye’ye gelmeden önce de bu eylemi gerçekleştirebilirdi. O kadar zorluk yaşamadan, başka bir ülkede yeniden kök salmak için uğraşmadan kendi ülkesinde bir lağım çukurunda hayatını sonlandırabilirdi. Hepimizin yapacağı gibi, o da son raddeye kadar kendini sömürdü, emek verdi ve tükenişi gördü. İkincisi ise kurbanın karşısında kutsalın olmayışıdır. Chul Han kutsalın modern dünyada somut biçimden soyut biçime geçişini şu şekilde açıklar:
“İtaat öznesi ve disiplin öznesi, karşısında daima Öteki’ni bilirdi; bu bazen Tanrı, bazen hükümdar, bazen de vicdanıydı. Yalnız baskı ve ceza değil, ödül de dışarıdaki merciiden gelirdi. Buna karşın başarıya ve performansa odaklı toplumun öznesine, narsistik bir kendine yöneliklik damga vurmaktadır. Öteki’nden ödül alamadığı için hep daha fazla başarı, daha fazla üretim elde etmek zorunda hissetmektedir kendini. Öteki’nin olumsuzluğu rekabet ilişkisine de içkindir, ama geç modern öznede bu olumsuzluk bulunmaz, çünkü son kertede kendi kendisiyle rekabet içindedir, hep kendini aşmaya odaklıdır. Böylece ortaya ölümcül bir yarış çıkar, bir gün düşüp kalana kadar kendi etrafında döner.”11
Burada da bahsedildiği gibi ikili zıtlık içinde olan kutsal ve kurban ilişkisi artık tam olarak görünür halde değildir, arkaik toplumlarda olduğu gibi. Kutsal artık kurbanın zihninde, düşünce biçiminde, yönetilme şeklinde ve 'habitus'undadır. (12) Kurban için kutsallık ve kutsal özne teklikten ziyade çokluğa işaret etmektedir. Bu durum, geç modernite dünyasının kutsal-kurban ikili yapısını da gözler önüne sermektedir. Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde de açıkladığı gibi, bu dünya için kutsal artık ulus ve sınıf ötesi kapitalist sistem ve bu sisteme içkin olanların bütünüdür. (13)
(1) Google. “İstanbul’da bir Suriyeli rögar kapağını açıp kanalizasyona atlayarak intihar etti” Erişildi 26 Aralık, 2018. http://www.diken.com.tr/istanbul-esenlerde-bir-suriyeli-rogar-kapagini-acip-kanalizasyona-atlayarak-intihar-etti/
(2) David Harvey Özgürlük Coğrafyaları 19-20
(3) Jacques Derrida, “Konuksev(-er-/-mez-)lik (Hostipitalité)”, çev. Ferda Keskin, Önay Sözer, Pera Peras Poros: Jack Derrida ile birlikte disiplinlerarası çalışmanın içinde, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999a, s.28.
(4) Emmanel Levinas, Sonsuza Tanıklık: Emmanuel Levinas’tan Seçme Yazılar, haz., Zeynep Direk ve Erdem Gökyaran (İstanbul: Metis Yayınları, 2010), 242-243.
(5) Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, trans. Dilek Zaptçıoğlu (İstanbul: Metis, 2017). Sf 18.
(6) A.g.e. sf 25.
(7) Kahraman savaşçıların büyük miktarda sahip olduğuna inanılan ruh özü, ruh kuvveti.
(8) Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi, çev. Dilek Zaptçıoğlu (İstanbul: Metis, 2017).
(9) A.g.e.
(10) A.g.e., sf 20.
(11) A.g.e., sf 55
(12) Habitus
(13) Vurgu bana aittir
*Antropolog