Ni(n)nili mektup
Genç hanım sözlerinde haklı olabilirdi olmasına da onun da uzakta olma hasebiyle hesaplayamadığı şeyler vardı. Sen benim için, benim gibi insanlar için nefes alma yoluydun sevgili nametest.
Ahmet Bülent Erişti
Sevgili Nametest,
Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim: Seni çok seviyorum. Yeni yıla gireceğimiz şu günlerde senin kurguladığın testler neredeyse nefes aldırıyordu bana. “Aldırıyordu” diyorum çünkü geçen gece gelen meçhul telefon her şeyi mahvetti. Bir tür, adeta… offf tam anlatamıyorum ama sen anla lütfen içimi yedi bitirdi, diyeyim. Hatırlarsın, geçenlerde bir test düzenlemiştin, “Önceki hayatında kimdin?” gibi bir şeydi- düşünebiliyor musun o kadar kötüyüm ki o çok sevdiğim testin adını bile tam hatırlayamıyorum şu an, lütfen kusuruma bakma- onu ne güzel çözmüştüm. Budapeşte’de mi nerede doğmuşum, yazarım, sonra da bir düelloda öldürülmüşüm. Ha evet şimdi daha iyi hatırladım, ben de düello ile ölümüm için –iyi ki anlamında- “Başka türlü son olmasın da aman!” diye bir başlık da atmıştım. Mesele sanırım biraz da burada başladı. Evimde oturmuş kış soğuğunda çay içerken telefonum çaldı, baktım; tanımadığım hatta Türkiye dışından bir yerden. Açtım. İnce, nazik sesli bir genç hanım konuşmaya başladı. Kendisiyle ilgili hiçbir şey söylemedi, sadece adını söylerken “Nini” gibi bir şey duydum.
"Ahmet Bülent Bey sizi sosyal medyadan tanıyorum ve takip ediyorum. Çoğu zaman güzel şeyler – daha ciddi ve dişe dokunur şeyler diyelim- paylaşıyorsunuz. Ama bu son paylaştığınız nametest midir nedir, o paylaşımla birlikte beni hayal kırıklığına uğrattınız gerçekten. Onca kitaptan, filmden söz eden, gündelik siyasetle ilgili her saniye ajit halde paylaşımlarda bulunan bir insan ne yapmaya çalışıyor, dedim. Hayal kırıklığım, biraz da bununla ilgili. Kimi okusam kimi dinlesem önce, 'Tamam işte bu insan çok birikimli çok ciddi; yaşına başına uygun birisi, bunu takip edersem pratik biçimde olup biteni takip de etmiş olurum' diyorum sonra da sizin yaptığınız şeyle karşılaşıp yıkılıyorum. Şu ülkede bir kişi ya bir kişi nasıl başlarsa öyle gitmez mi ya da bugün çok ciddi ertesi gün sululuğun dibinde olmadan duramaz mı? Mizah olsa tamam, anlarım; bu mizah da değil tam bir yaşlılık tribi. Ergenlik zıplaması. Profil fotonuzu bildiğim için söylüyorum bunu, yanlış anlamayın; en az elli beş yaşındasınız, yakışıyor mu Allah aşkına bu nametest filan gibi şeyler. Neden ihtiyaç duyuyorsunuz?...”
Tek kelimeyle dondum kaldım. "Merhaba" bile diyemedim. Karşımdaki ses nazik olmasına nazikti ama balyoz gibi vuruyordu ruhuma. Balyoz gibi olmasının asıl nedeni daha ilk saniyede ona hak vermeye hazır olmamdan kaynaklıyordu sevgili nametest. Genç hanım çok haklıydı, hiç mi yapacağın bir şey yok, hiç mi derdin tasan yok, hiç mi kendini kabul etmiyorsun da bunlarla uğraşıyorsun, dedim kendime daha telefon kapanmadan. Hak verdiğim anda bir yandan da “Bu ses sensin, senin sesin aslında. Bu insan binlerce kilometre uzaktan sana bir şeyler söylüyorsa senden birisidir.” diyordum içimden. Belki iki dakika süren telefon iki yıl sürmüş gibi geldi. Sadece “Sanırım haklısınız, sizi üzmek ya da hayal kırıklığına uğratmak istemezdim.” diyebildim karşımdaki hanıma ve telefon kapandı.
Telefon kapandı ama o andan sonra ben de kapandım. Etrafta olup bitene dair üstten üstten akıl yürütmelerim, kurduğum cümleler, bunca zamandır kendimi gördüğüm yer boşlukta kaybolmuştu bir telefonla. Sanki bu konuşma bir meydanın ortasında tüm dünya bizi izlerken yapılmış da meydandakiler de beni bakışlarının alaysılığıyla linç etmişlerdi.
Genç hanım sözlerinde haklı olabilirdi olmasına da onun da uzakta olma hasebiyle hesaplayamadığı şeyler vardı. Sen benim için, benim gibi insanlar için yukarıda söylediğim gibi nefes alma yoluydun sevgili nametest. Başka ne kaldı saymaya kalksak? Çok iyi roman, öykü, şiir yazanlar var, çok iyi bir iş çıkarıyorlar ama doğal-toplumsal mı demeliydim?- olarak onların meselesi edebiyat. Edebiyat da elbette sokakta olup bitenle, hayatla, somut olanla ilgilenmez. Edebiyat okuru dersen o da zaten sokakta rastlayacağımız bir insan değil. Okur olduğum zamanları hatırlıyorum, ben de okuduğum roman, öykünün içindeydim; hele şiir dersen okurunu hiç göremezsin. Ben o değil de Zweig’e çok acıyorum mesela. Sen romancısın dostum, ne işin var savaş karşıtlığıyla ne işin var “aydın” tavrıyla vs. ? Otur romanını yaz sen, sen edebiyatçısın! Muktediri eleştirirsen soluğu Brezilya’da da alırsın başka yerde de. Aynısı Benjamin diye bir yazara da olmuş! Güzel güzel köşesinde sosyal bilimler ve edebiyatla ilgili hoş şeyler yazarken bunları hayata bağlamış. Tarih, edebiyat, felsefe; tamam yaz ama bunları o güne ne diye bağlıyorsun, ne diye kültürel, tarihsel ilerlemenin kandan beslendiğini filan söylüyorsun? Zweig’a intihar ettiren kahır, Benjamin’e korkuyla gelmiş; gelir tabi, “herkes işiyle ilgilensin” arkadaşım. Belki de Sokrat’ın hayatını okusalar, baldıran zehrini içip de düşüncesini değiştirmemesine şaşırırlardı. İnsanın yaşadığı toplumla, lideriyle aynı gemide olduğunu unutmaması lazım özellikle de ülkede kış soğuğu varsa.
Bir müddet olanları takip ettim ama sıkıldım sevgili nametest. Bir süre bunlardan uzaklaşayım diye futbolla ilgilendim. Açtım bir televizyon kanalını maç seyredemedim ama futbolcuların ev haliyle, karısı ve annesiyle ilgili epey bir bilgim oldu. Yorumcular konu futbolsa bunu hakemlerden öğrenecek değiliz diyorlardı ama bir futbol takımının teknik direktörü de aynı cümleyi yorumculara, karşı takımın teknik direktörü bu cümleyi kuran teknik direktöre, futbol federasyonu başkanı da “alayına…” Bu “alayına” sözünü bir meşhur siyasetçiden yeni öğrendim ve kullanmak istedim, beni mazur gör yoksa kabalık etmek gibi düşüncem yok asla.
Bütün bunlardan uzaklaşıp her şeyi kendi haline bırakmaya hatta evden çıkıp kısa yürüyüşler yapıp günü öyle geçirmeye çalışayım, dememin üstünden birkaç gün geçmişti ki oturduğum aparman dairesinin birkaç metre uzağına dikilen devasa hastaneyi çevreleyen ve benim evime bakan duvarının üstüne birkaç tane kocaman havalandırma cihazı yerleştirildiğini gördüm. Evi iyice karanlık yapacak bunlar diye düşündüm ama çok da üstünde durmadım fakat bir iki saat sonra deneme için çalıştırdıklarında çıkan uğultuyla yerimden fırlayıp yoksa yine mi uçaklar, yine mi darbe teşebbüsü diye balkona kendimi zor attım. Yanlarına gittiğimde selamlaştım ve gürültünün beni düşürdüğü hali anlatmaya çalışırken işçi olduğunu anladığım birisi “Ne olacak abi ya, yazın balkona çıkıp karşısına oturursan serinlersin işte.” Dedikten sonrasını zor hatırlıyorum. Eve döndüm sessizce, uyumaya çalıştım çaresiz ve anlamsızca. Baktım uyuyamıyorum, Facebook'u açayım, dedim ve seninle karşılaştım. Çok da mutlu olmuştum, nihayet kendimi iyi göreceğim, kimsenin etlisi sütlüsüyle uğraşmayacağım bir eğlence bulmuştum. Ama o telefona kadar. Okur yazarlığım ve ciddiyetim beni bırakmadı, boşa değil; insanı tarihi bırakmıyor, bırakmaz sevgili nametest. Yaptığım şeyin bir kaçış olduğunu hatırlatması bir yana, “yakışıksız” olduğunun söylenmesi kendimi çok kötü hissettirdi. Çok hoşlanmama karşın bir daha karşılaşacağımızı sanmıyorum, hoşça kal.