Kaybolmak

Rakamla ifade edilen, baş baş sayılan 85 bin çocuğun yeryüzünden silinip gitmesi; yok olması gündelik yaşamımızda bir boşluğa neden olmuyor mu? Yahut 2014’ten bu yana en az 56 bin 800 göçmenin ölmesi veya kaybolması, her türlü haktan yoksun bırakılmış “KHK”lıların eksikliği gerçekten bir iz bırakmıyor mu?

Google Haberlere Abone ol

Nevin Ferhat-Kemal Baş

İnsan nedir sorusu, felsefenin başlangıcından bu yana sorula gelmiş en önemli felsefi problemlerden biridir. Böylesine uzun bir tarihe sahip olan bu problemi tartışmak için belki de insanın dünyaya ilk bakışına kadar geri gitmeliyiz. İnsan, dünyanın ne olduğunu bilmezken yıldızlı gökyüzünün altında doğa ile bir başınaydı. Evrenin sonsuzluğundan habersiz olsa da kendi varlığının doğallığı ile başka bir sonsuzluğu yaşamaktaydı. Bu doğanın kendisiydi. Lakin insan, doğadan farklı olduğunu zamanla duyumsayacaktı. Bunun ilk edimi “yuva” ile başlayacak ve mekanın üretimiyle devam edecekti. Böylece insan doğa ile kendi farkını mekanın keşfi aracılığıyla gerçekleştirecekti.

Mekan, uykunun yeri olan yuvayı içine aldığı gibi insan ile doğa arasında bir sınırdır. İnsanın doğal gereksinimleri, duyguları ve arzuları doğrultusunda bu sınır belirlenecek ve buna bağlı olarak mekan da biçimlenecektir. İnsan, bu mekanı her defasında yeniden üretmek için çabalayacaktır. Bu çabanın nedeni ise varlığının anlamını henüz kazanmış insanın bunu sürdürme ve koruma duygusunda saklıdır. Dahası, bu çaba insanın kendisiyle ve doğayla kurduğu ilişkiler bağlamında bir haritalandırma edimi olarak adlandırılabilir. Mekanı üreten ve orada yaşayan bir varlık olarak insan, bu süreçten sonra ise kentler, imparatorluklar, uluslar kuracak ve uzaya doğru keşfe çıkacaktır. Lakin insan yalnızca mekan üreten bir varlık değil, aynı zamanda ürettiği mekanlarda kaybolan bir varlıktır.

Kaybolmak her kelime gibi çoklu anlamlar yüklüdür. Aklımıza ilk gelen bir ormanda nereye doğru gideceğini bilmeksizin etrafına telaşla bakan, yönünü kaybetmiş bir insanın içinde bulunduğu durumun kendisine karşılık gelir. Kaybolan kişinin mekan ile duygusu ayaklarının değdiği yerle sınırlı olsa da o yer sonsuza dek uzayan zamansız bir noktadır. Kaybolmaktan asıl kast edilen ise bir kişinin ya da bir nesnenin alışıldık, bilinen ve bilindik yerini yitirmesi, bambaşka bir ilişkiler düzeninin ve mekanın içine düşmesidir. Bu durumda kişinin yaşayacağı mümkünlükleri öncelikle mekan ve mekanı üreten ilişkiler belirleyecektir. Kişi bu ilişkileri kavradıkça kayboluşunu derinleştirdiği gibi mevcudiyetinin yerini bulmaya, haritalandırmaya da çalışır. Öte yandan kaybolma sürecinin birçok boyutu olup, kaybolan kişinin durumu ve deneyimleri de bu sürecin bir parçasıdır. Parçalardan bir diğeri ise arkasında bıraktığı boşluk, yokluktur.

Bu boşluk, kayıp kişinin bedeninin kapladığı yer ile sınırlı kalmaz, gittikçe büyüyerek kişinin dokunduğu her nesneyi içine alır. Bu şekilde boşluk, bir yokluğu ifade eder. Bir kayboluşun ardında bıraktığı o görülebilir boşluğun ise genellikle arayışı tetiklediğini düşünürüz. Ne var ki, kaybolanların, belleğin ve kalbin nesnesine dönüşmesi diğer bir deyişle hatırlanmaları için ya sevdiklerimizden olmaları ya da yakından bilmemiz, yani kapladıkları yer bakımından hayatımızda “mühim” sıfatına layık olmaları gereklidir. Ancak böyle bir durumda kaybolan kişi aranır hale gelir.

Bununla birlikte Birleşmiş Milletler’in çocuk hakları bildirgesinin yıldönümünün sonrasında Uluslararası Çocukları Koruma Örgütü (Save the Children), Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin liderliğindeki Batı destekli koalisyonun Yemen’de yürüttüğü savaş nedeniyle beş yaş altı yaklaşık 85 bin çocuğun açlıktan öldüğünü açıkladı.(1) Rakamla ifade edilen, baş baş sayılan 85 bin çocuğun yeryüzünden silinip gitmesi; yok olması gündelik yaşamımızda bir boşluğa neden olmuyor mu? Yahut 2014’ten bu yana en az 56 bin 800 göçmenin ölmesi veya kaybolması (2), her türlü haktan yoksun bırakılmış “KHK”lıların eksikliği gerçekten bir iz bırakmıyor mu? Oysa Gölgesizler’in muhtarı her şeyin bir izi olması gerektiğine inanıyordu. “...izsiz şey olmazdı; kuşların bile izi vardı gökyüzünde, sözcüklerin dişte, bakışların yüzde.”(3) Gündelik yaşamın ritmi, ev ile iş arasında uzayıp giden dünyalar, planlar, tatiller, geziler derken gerek yakın çevremizde gerek bizden uzak diyarlarda yaşanan kayıplar, belki de ekonomik döngüdeki süreklilik ve istikrar adına silinip gitmekteydi. Dahası, nasıl ki varlık ve varolanlar kendisini görünüşlerle açımlıyorsa; kaybolan ve kaybolanlar da görünmezlikle ifade ediyordur. Belki de her şey Gölgesizler’in muhtarının düşündüğü gibidir:

“Herkesin bir yoku vardı köyde, herkes kadar bir yoklar sürüsü vardı da evlere girip çıkıyorlardı insanlar gibi, kahveye oturup çay içiyor, tarlada çalışıyor, çınarın gölgesinde toplanıyorlar ve ölümlerde ağlayıp düğünlerde oynuyorlardı. Muhtarın haberi yoktu bunlardan, hiçbiriyle karşılaşmamıştı. Ola ki köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü, herkes kendi yokunu sessizce besliyordu.”(4)

Kaybolanlar veya yok olanlar, var olanların ışıktan bir gölgesiydi. Onlar bir hayalet misali bizimle birlikte yaşarken; aynı zamanda başka bir yerde, yani kayboldukları yerde yaşıyorlardı. Ama bu yer nasıl bir yerdi, bu yerin yeri neresiydi? Sahi nerede Hamdi’nin bir avlu dolusu çocuğu, nerede Gezi’yi ve başka kentleri dolduran binlerce insan? Sahi nerede 68’in ve 70’lerin meydanlara sığmayan kalabalığı? Nereye gitmişti o kararlı bakışların insanları?

(1) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46271632. Erişim tarihi: 02.01.2019.

(2) https://bianet.org/bianet/goc/202288-ap-olu-ya-da-kayip-gocmen-sayisi-bm-nin-acikladiginin-iki-katil. Erişim tarihi: 02.01. 2019.

(3) Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler, Everest Yayınları, 2016, s. 44.

(4) A.g.e.s. 90.