Zâhid bizi tan eyleme

Artık müebbet OHAL icat olunduğundan mıdır, sayısı unutulan KHK’ların maharetinden midir bilinmez, “deliriyum ağları ile ördük anayurdu dört baştan” dense yeridir. Sinyalizasyon falan da istemez hani; fıtrat der geçeriz. Laf-ı güzaf bir yana, ortada kaskatı gerçekler var aslında. Geride bıraktığımız yılda, doğduğu ülkeye hüzünle veda etti pek çoğumuz.

Google Haberlere Abone ol

Leyla Burcu Dündar* 

Onur Özalp’e

“Gönül, han değil; dergâhtır” buyurmuş Mevlânâ. O makama paldır küldür girilip çıkılamayacağını belirtmek için demiş bunu şüphesiz. Şems-i Tebrîzî bir bilinmez olup gittikten sonra da susmuş ve o vakit lakabı olmuş “hâmûş”, yani “suskun”. Anlaşılan o ki, 25 bin beyiti aşkın bir şaheser olan Mesnevi’nin yazarı dahi kelimelerin kifayetsizliğini kalbinde duymuş. Senenin en uzun gecesinde, bir cerrah düşündürdü tüm bunları bana… Mahareti ellerinden ibaret olmayan birinden, müzikal kavrayışıyla Anadolu’yu dinleyicinin kalbine nota nota nakşedebilen bir besteciden söz ediyorum. Türkiye’de beyin cerrahisinin kurucularından olan Bülent Tarcan’ın o enfes “3. Orkestra Süiti” beni büsbütün büyüleyen. Bir çobanın kavalından çıkan ezgilerle salınan develerin âdeta eşlik ettiği “Kervan”la başlayan ve “Zeybekler”le coşku dolu bir havaya bürünen süitin devamında “Viran Tekke”ye çıkar yolumuz. Yıkık dökük bir tekkenin önüne gelip düşünceye dalan bir yolcunun, gayriihtiyari savrulduğu o eski günlerin tınısı ve mistik bir ayinin geçmişten gelen sesidir duyulan. Bazen ıssızlığın ortasında kalakalsa da gönlümüz veyahut viran olsa da tekkemiz, Tarcan’a ilham olan Melâmî nefesinde de dendiği üzere, “her seher açılır solmaz/bahara erer gülümüz”.

Öyleyse, “suskun” olmayıp anlatmalı. Hem Mesnevi’nin ilk kelimesi değil midir “bişrev”, yani “dinle”! Elbette bizimkisi birkaç fuzuli satırdır altı üstü ama yine de diyelim: Artık müebbet OHAL icat olunduğundan mıdır, sayısı unutulan KHK’ların maharetinden midir bilinmez, “deliriyum ağları ile ördük anayurdu dört baştan” dense yeridir. Sinyalizasyon falan da istemez hani; fıtrat der geçeriz. Laf-ı güzaf bir yana, ortada kaskatı gerçekler var aslında. Geride bıraktığımız yılda, doğduğu ülkeye hüzünle veda etti pek çoğumuz. Bilmem Atinalı Solon tahayyül edebilir miydi, demos ile kratos arasında böyle bir kopuş… Avrupa birincisi olduğumuz yegâne alana getirelim sözü, iş cinayetlerine. Yılın ilk 11 ayı için zikredilen 1797 rakamını daha duyunca bile ke-ke kekeliyor kelimeler. Şairin dediği gibi, “yüz karası değil, kömür karası” elbette ama böyle kazanılmaz ekmek parası! Kadın cinayetleri geliyor ardınca, son yıllarda dehşet verici biçimde artan ve bu satırlar yazılırken 362’yi bulan. Dilimiz varmasa da söylemeye, senenin her gününe bir ölüm düşecek neredeyse. Hem bir utanç abidesi değil de nedir ki dijital “Anıt Sayaç”? Çocuklar var sonra, çocuklar… İdil’de zırhlı aracın çarptığı Onur mesela, beş yaşında. Küçücük elleriyle aylar boyu çırpındıysa da hayata tutunamayan, ayrıldı aramızdan geçtiğimiz yılda. Üstelik ilk de değildi; dilimiz daha önce de tu-tu tutulmuştu: Silopi’de panzer, çocuk ve uyku sözcükleri bir araya geldiğinde mesela. İki küçük kardeşin, Furkan (6) ve Muhammed’in (7) ardından da susmuş ve şairi “Dağlarca” yapan dizelere sığınmıştık usulca: “Çocuklar korkunç, Allah'ım/ Elleri, yüzleri, saçları./ Uyurlar bütün gece/ Yok sana ihtiyaçları.” Sonra yavaştan çözülmüştü yine dilimiz, doğanın çığlığı dört bir yanı sardığında: Kurutulan derelerin susan sesi ve kesilen ağaçların yiten gölgesiyle mesela. Veyahut “İnşaat ya Resulullah” niyazını belleyip betonlaştıramadıklarınızdan kimseler kalmadığında.

İşbu mahşeri ortamda, insan sanatta teselli buluyor az da olsa. Bu meyanda, “yersiz ve milsiz”liğimizden olacak, ahfâdından olduğumuz “Belhî” kadar “Avon’un Ozanı” nam birinden de ilham alacak tıynetteyiz. Misal bu ya, Marcellus’un meşhur repliğini alıp da “Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığında” dediğimizde kimseler hiddetlenmeye! Hâşâ, Dîvân-ı Hümâyun’a dil uzatmak değil haddimize. Derdimiz sanata dair amma velâkin onun bile saray soytarısına dönüştüğünü görmek de pek hazin. Dionysos duymasın ama o eski esriklik ve taşkınlık günleri epey geride kalmışa benziyor. Hizaya sokulmadık bir sanat kalmıştı ama artık onun da neredeyse bütün kaleleri zapturapt altında. Hatırlanacaktır, şiddetle ihtiyaç duyulduğu ilan edilen bir “kültür inkılabı” bahsi geçmişti bir müddet evvel. Neticede hünkârın bu buyruğu, Shakespeare’den bîhaber zevâtın, “Şekspir”i “Şeyh Pir”e tebdil etmesi suretiyle tecelli etmişti. Madem şeyhi pek metheder ve pir addederler, Hamlet ile bağlanınca zamâneye dair sözümüz, kimseler gücenmeye: “Pisliğin ortalığı sardığı bu zamanda,/İyiliğin af dilemesi gerekiyor kötülükten.”

Karamsarlığa kapılmadan sözü yine saza verelim ve bu topraklarda pek kolay kurulamayan siyaset ile sanat ilişkisine dair şu önemli saptamaları anmadan geçmeyelim: “Faşizmin baş edemeyeceği ve üstesinden gelemeyeceği kadar ciddi bir zekâ işidir mizah. Topluma ulaşmanın en kestirme ve samimi yoludur. Edebiyat da böyledir. Günümüz siyaset dili kaba, çirkin, ötekileştirici ve erildir. Sanat ise, siyasetin tüm bu kabalıklarını yontarak önemli işler görebilir.” Mapushaneden gelen bir mektuptan aktarılan bu satırlarda sanatın ele alınış biçimi, yolu bu diyardan epey önce geçmiş bir kadim bilgeyi, Hipokrat’ı hatıra getirir. İnsanlığa tıp ve etik alanında yaptığı katkılar bir yana, bir de ölümsüz aforizma armağan etmiştir kendisi: “Ars longa, vita brevis”. Sanat sonsuz, hayat kısadır şeklinde çevrilebilecek bu Latince deyiş, sanatın sınırsızlığına karşılık yaşamın sınırlılığını vurgular. Tıbbı da bir tür sanat olarak algılayan Hipokrat, belki de insanın kısacık ömründe emek verdiği uğraşta ustalığa ulaşmasının imkânsızlığına işaret etmiştir. Öte yandan, sanatçı bir ölümlüyse de sanatın ölümsüzlüğünü imler bu söz. Öyle ya, sanat olmasa kimi aşklar dahi kalmazdı bugüne. Mesela, Murathan Mungan yazmasa “adı dua olan sevgilim” diye, kim bilirdi ki Yasin’i?

Geride bıraktığımız yıla dair bir derin bedbinlikle kaleme alınan bu satırlar, geleceğe dair bir serin nikbinliği de içeriyorsa, müsebbibi sanattır, edebiyattır. Muhyî’nin yazının başında anılan nefesiyle susalım öyleyse: Kıyıma giderken bile, rindane bir eda ile “sayılmayız parmağ ile/ tükenmeyiz kırmağ ile” diyen dervişlerin sessiz direnişiyle.

*Akademisyen, Başkent Üniversitesi