İnsanlık ve toplum tel tel dökülüyor, neden?
Öncelikle sürekli aşağılanan, halka, muhtarlara, iş insanlarına, önüne gelen her kesime şikâyet edilen, “bunların kökü dışarıda” denilerek akademi ve akademinin varlığını borçlu olduğu yegâne unsur olan öğrenciye yabancılaştırılan hocaya, öğrenci nasıl davranacağını bilemez hale gelmiş durumdadır.
Tezcan Durna*
12 Aralık günü Rize Emniyet Müdürü’nü makam odasında beylik silahıyla öldüren trafik polisi, il merkezindeki Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde kazandığı bölümde okuyabilmek için tayin istemiş. Emniyet Müdürü “planlamalara uygun değil” diyerek, bu talebi reddetmiş. Ardından silahını alan polis memuru müdürü öldürmüş. (Hürriyet, 13 Aralık 2018).
Aralık ayı içinde Adana’nın merkez Çukurova Belediyesi’nde amirliği elinden alınan zabıta memuru. Zabıta müdürü ve iki zabıta memurunu kurşun yağmuruna tutmuş. Olayın çıkış nedeninin gazetedeki haberde araştırılıyor olduğu belirtilmiş. Failin zabıta amirliğinden alınmış olması olayın çıkış nedenine dair bir fikir veriyor (Habertürk, 7 Aralık 2018).
2018 Nisan ayı içinde Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde de ölümlü bir olay yaşanıyor. Bir araştırma görevlisi, pek çok meslektaşı hakkında “FETÖ'cü” olduğuna dair şikâyetlerde bulunuyor. Hakkında şikâyette bulunduğu kişilerden bazıları, fail hakkında şikâyetçi oluyor. Bu şikâyetin konusu “sözlü ve fiziksel saldırıda bulunmak”. Bu şikâyete istinaden fail hakkında soruşturma açılıyor. Açılan bu soruşturmanın tebligatı failin eline ulaşınca, soruşturmanın yetkilisi ve muhatapları kimlerse sırasıyla ruhsatlı tabancasıyla öldürüyor. Olayda dört kişi ölüyor. Fail sorgusunda pişman olmadığını belirtiyor. (BBC News Türkçe, 6 Nisan 2018).
2 Ocak 2019 günü Çankaya Üniversitesi’nde bir lisans öğrencisi, kendisini sınavda kopya çekerken yakalayıp olay hakkında tutanak tutmak isteyen bir araştırma görevlisini, önce bıçaklayarak sonra silahla ateş ederek öldürüyor (BBC News Türkçe, 4 Ocak 2019).
2018 yılı ile 2019 yılının ilk günlerinde gerçekleşen bu dört olay öncelikle bu devletin yöneticilerine ve sonra hepimize çok şey anlatıyor. Son olayın mağduru araştırma görevlisinin ölümü üzerine üniversitelerde neler olduğu, neler yaşandığı, üniversitelerin nitelikleri üzerine, akademi üzerine. akademideki kadın ayrımcılığı ve cinsiyetçilik üzerine çok şeyler yazıldı, söylendi. Ancak mevzu daha derin ve giderek içinden çıkılmaz hale gelme eğiliminde. Hele de buna son zamanların en tartışmalı ailesi olan Palu Ailesi'nin yaşadıklarını ve ortalığa saçılan cürümlerinin pornografisini de eklersek durum daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. O bambaşka bir tartışma konusu olduğu için o konuya burada girmeyeceğim.
Öncelikle bütün bu şiddet olaylarının genel şiddet iklimiyle, yaygın şiddet diliyle, hınç kültürüyle, toplumsal grupların birbirlerine sürekli düşmanlaştırılmasıyla, sürekli farklı olanları hedef gösteren retorikle doğrudan bağlantısı olduğunun altını çizerek başlamak gerekiyor. Bu genel manzara hem bireysel hem de sosyal psikolojide giderek onarılmaz patalojiler ve güvensizlikler yaratma istidadı gösteriyor. Yukarıda örnek verdiğim dört olay da farklı açılardan birbirine çok benzeyen psikolojik dinamiklerle ortaya çıkmış görünüyor. Bu dinamikler, insanlar arasındaki ilişkilerde birbirine olan güveni ve bu güvene dayalı ön kabulleri tamamen altüst etmiş durumda.
Öncelikle artık insanlar ister sınavda ister iş görüşmesinde isterse en basit bir alışverişte bile nesnel bir değerlendirmeyle haklarını alabileceklerine ya da almaları gereken şeyi hak etmiyor olabileceklerine dair bir kabule en baştan teslim olmuyorlar. Her toplumsal kesim birbirine düşman, herkes birbirinden ölesiye şüphe içinde olduğu için birisinin kendisi hakkında verdiği kararın kesinlikle hasmane bir sebebe dayalı olduğuna bir dine inanır gibi inanıyor. Bu inancı yerinden etmek için belki de onlarca yılın geçmesi gerekiyor. Zira artık hiç kimsenin ÖSYM sınavlarının nesnel bir şekilde, yapılan mülakatın liyakat ölçülerine göre, yürütülen bir soruşturmanın hukuki normlara uygun bir şekilde değerlendirildiğine inanacak dayanağı kalmamış durumda. Bütün dayanaklar berhava edildi. Böyle bir ortamda siz istediğiniz kadar “ben nesnel ölçülerle değerlendirme yapıyorum” deyin, asla kimseyi buna inandıramazsınız.
İkinci olarak insanlar bir suç işledikleri ya da hukuksuz bir şey yaptıkları zaman bunu asla kabul etmiyorlar. Çünkü öyle bir iklim öyle bir haleti ruhiye içinde yaşıyoruz ki, her suç örtülebilir, her hukuksuz fiil bir başka yasa, düzenleme, ya da tepeden müdahale ile hukuksuz olmaktan çıkarılabilir; hukuka uygun bir fiil de yine tepeden bir müdahaleyle hukuksuz hale getirilebilir. Bu durumda bir suçu kabul etmek, hukuksuz bir fiilin bedelini ödemek “âlemin enayisi ben miyim?” duygusunu yaratabiliyor. Düşünsenize üç yıl önce “Barış Süreci” devam ederken, hükümet “Kürt Sorunu”nu barışçıl yollarla çözümleme iradesi gösterdiği sıralarda, Abdullah Öcalan’ın mesajları Nevruz kutlamalarında okunurken, hükümetin bu sorunu savaş yoluyla çözme kararı verdiği anda, “barış isteyen” tüm akademisyenler terörist ilan edilebiliyor. Bir rektör, KHK listesine ismini ekleyerek üniversiteden attığı bir akademisyen, öğrenci olarak üniversiteye geri dönmek istediği zaman, anında bu akademisyeni üniversiteye öğrenci olarak kayıt yaptırmamak için düzenleme çıkarabiliyor. Devlet bütün kurumlarda çalışanları birbirlerini “FETÖ'cü” olup olmadıkları yönünde jurnallemeye teşvik ederken, darbe girişiminin başındaki askerin kardeşi, önemli bir büyükelçilik görevine atanabiliyor. Bütün bu çelişkilerin halkın, sıradan insanın gözünden kaçmadığı çok aşikâr. Ancak baskı o kadar yoğun ve şiddetli ki, insanlar asıl tepki göstereceği yer Kafdağı’nın ardında olduğu için, artık gücünün yettiğine yüklenmeye başlıyor ve kendi hukukunu kendi arıyor.
Üniversitelerde akademik eğitim, hoca-öğrenci ilişkisi, akademisyenler arasındaki rekabet ve çatışmalar, yöneticilerle sıradan akademisyen arasındaki baskı ve mobbing vakaları, akademik kriter fetişizmi, öğrencinin müşteriye dönüşmesi gibi pek çok konu başlığı, toplumun içinde bulunduğu genel bunalımdan kesinlikle ayrı düşünülemez. Bu bağlamda öğrencinin bu genel iklime bağlı olarak çok boyutlu ikilemler içinde bulunduğunu anımsayarak değerlendirmede bulunmak gerekiyor.
Öncelikle sürekli aşağılanan, halka, muhtarlara, iş insanlarına, önüne gelen her kesime şikâyet edilen, “bunların kökü dışarıda” denilerek akademi ve akademinin varlığını borçlu olduğu yegâne unsur olan öğrenciye yabancılaştırılan hocaya, öğrenci nasıl davranacağını bilemez hale gelmiş durumdadır. Amacımız elbette burada “eskiden öğrenci dediğin hocaya saygı duyardı, hocadan korkardı” diyerek bir eskiye dair güzelleme yapmak değil. Öğrenci hocadan korkmak, hoca da öğrenciyi aşağılamak ve onu korkutmak zorunda değil elbette. Ancak öyle bir iklimle ve dille karşı karşıyayız ki öğrenci, hocaya saygı duysa bu “yabancı”ya nasıl ve neden saygı duyması gerektiğini kestiremiyor. Saygı duymasa, eli mahkûm, diploma almak için hocanın vereceği nota ve sahip olduğu kanaat yetkisine muhtaç. Bu ikilem, öğrencide tuhaf bir patalojiye, bu pataloji garip bir güç istencine dönüşüyor. Öğrenci, hoca ya da sınıf arkadaşıyla herhangi bir mevzuyu tartışmak yerine, örneğin ideolojik ya da politik görüşüne ters bir mevzu ve bakış açısıyla karşılaştığı anda ya hocayı ve elbette sınıf arkadaşını “BİMER” “CİMER” gibi jurnal mecralarına şikâyet ediyor ya da, hocaya posta koyup “sen benim inancıma ters şeyleri derste nasıl anlatırsın” deyip en iyimser öngörüyle sınıfı terk edebiliyor. En kötümser öngörüyü dile getirmeye zaten hacet yok, olanlar ortada.
İkinci olarak öğrenci bu zamanda bir fakültede, bir bölümde okuyor. Okuduğu bölümden mezun olunca harcadığı emeğin, hatta artık harcadığı paranın karşılığını alıp alamayacağının garantisine güvenemiyor. Mezun olduğu bölüme uygun iş bulup bulamayacağı, bulduğu işten hayatını idame ettirebilecek kadar para kazanıp kazanamayacağına asla güveni yok öğrencilerin. Okuduğu bölümü neden okuduğuna, bitirince neler yapabileceğine dair bile öngörüsü olamıyor. Zira hiç kimse bu zamanda iki gün sonrasını öngörme şansına sahip değil. Adım KHK listesine eklenip akademiden kovulmadan önce uzun yıllar hem birinci sınıf hem de dördüncü sınıf öğrencilerine İletişim Fakültesi'nde dersler verdim. Birinci sınıf öğrencileri ile dördüncü sınıf öğrencileri arasında bariz bir yaşama sevinci, merak, tutku, istek, soru sorma, okuma farkı vardı. Birinci sınıfa gelen öğrenciler yaşama sevinciyle dolu, sürekli bir tecessüs ve hayranlıkla dersleri dinliyorlar, dersin bitiminde nereden baksanız on-on beş dakika daha ısrarla sınıfın kapısında tutuyorlardı beni. Dördüncü sınıfların dersine girdiğimde ise, öğrencilerin gözlerinden dersin ilk dakikasından itibaren bir “bitse de gitsek” duygusu okunabiliyordu. Bu birinci ve son sınıf öğrencileri arasındaki isteksizlik ve umutsuzluk farkını, Türkiye’deki eğitimcilerin ve akademianın uzun uzun durup düşünmesi gerekiyor.
En nihayetinde eğer bir lisans öğrencisi, kopya çekerken yakalandığı zaman, özürler dileyip, bir daha asla yapmayacağına dair yeminler edip sözler vererek kendisini yakalayan hoca ya da asistandan af dilemek yerine, “hoca zaten bana takmıştı” diyerek, geri adım atmıyorsa, suçunu kabul edip bedeline katlanmaya razı gelmiyorsa, “hayatını karartmak” pahasına kendisini suçüstü yakalayan kişiyi öldürebiliyorsa, burada bütün toplumun, siyasetin, kurumların, annenin, babanın ve en başta da her şeyin kararını tek başına veren kişi ya da kişilerin payı olmadığını asla iddia edemeyiz. Burada herkesin suçu vardır, herkes bu suça ortaktır.
*um:ag Genel Yayın Yönetmeni